Ana Sayfa Litera Stefan Zweig: Beni bana geri getiren yoldaki sapmalar

Stefan Zweig: Beni bana geri getiren yoldaki sapmalar

Stefan Zweig: Beni bana geri getiren yoldaki sapmalar

Bir Şubat öğleden sonrası 60 yaşlarında adamın biri evinin yatak odasında ölü bulundu. Sırt üstü yatıyordu ve ellerini göğsünde kenetlemişti.

Karısı da yanında uzanıyordu. Adam bir intihar notu bırakmıştı. Ölüm nedeni olarak polis zehirlenme tespiti yapmıştı. Bu apaçık bir intihardı.

Adam 22-23 Şubat gecesi intihar etti. Anlayacağınız, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden bir gün önce. Seksen yıl önce 23 Şubat 1942’deyiz. İkinci Dünya Savaşı otuz aydır sürüyor. Naziler Almanya’da dokuz yıldır iktidardalar. Canına kıyan adamın adı Stefan Zweig.

İntihar, medeniyetin en karanlık saatlerinde bile kozmopolit idealini yitirmeyen birinin son manevi kalkışmasıydı.

Zweig, Avusturya’dan ayrıldıktan sonra, başlangıçta İngiliz sürgününde yaşadı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Londra’da bir “yabancı düşman unsur” olarak kategorize edilmiş ve bu yüzden çok yalnızlık çekmişti.

Orada da kendini güvende hissetmiyordu. ABD ve Latin Amerika’daki molalardan sonra nihayet Petrópolis’e ulaştı.

Sürgün yıllarının son durağı olan Brezilya’nın Petrópolis’i, 19. yüzyılın ilk yarısında Tirol’den gelen göçmenler tarafından kurulmuş pitoresk ve romantik bir şehirdi.

Rio de Janeiro’nun yaklaşık 60 km kuzeyinde, Serra dos Órgãos dağlarının eteklerine kurulan şehir hakkındaki fazla bir bilgim yok. Tüm bilgim, 1973’te orada düzenlenen uluslararası bir satranç turnuvası hakkında bir Sovyet kitabından alınan kısa bir açıklama ile sınırlıdır.

Yörenin serpentinlerinin dar kıvrımları, bana Kafkasya’daki Karadeniz kıyılarını anımsatır. Yıllar sonra orasını böyle hayal edebiliyorum.

Zweig veda mektubunda, kendi dil evreninin kendisi için çoktan sona erdiğini ve manevi vatanı Avrupa’nın kendi kendini yok ettiğini yazıyordu. « İnsanlığın en büyük anları »nı yazan bu adam, insan cinnetine fena halde maruz kalmış ve korkunç şiddetinin uçurumlarına yuvarlanmıştı.

Hasıl olan şey, bir « medeniyetin sonu » fenomenine karşılık geliyordu.

Yıkım ve ölüme ek olarak savaş, biri fiziksel öteki zihinsel olmak üzere, milyonlarca insanın « kökünün kazımasını » da beraberinde getirdi.

21. yüzyıldaki savaş da geçmiştekinden farklı olmayacak. Kadınlar ve çocuklar, mülteciler ve filozoflar, yazarlar ve sanatçılar muhtemelen bir « kökten koparılma » şiddetiyle karşı karşıya kalacaklar. Kaç tanesi dünyaya olan inancını kaybedecek? Kim bilir kaç tanesi belki canına kıyacak.

Oksana güzel şiirler yazardı. İlk bombardımanda yeni bilgisayarını kaybetti. Önce yeni bir bilgisayar ve bir diş fırçası alması gerekiyor. Kaçarken yanına sadece giydiği ceketini, bir kazak ve bir pantolon alabilmiş. Gündüzleri gönüllü olarak çalışıyor, geceleri, barınakta geçiriyor. Kuşatılmış Mariupol’da 23 gün sonra tekrar eski günlerdeki gibi şiir yazmaya devam edip etmeyeceğini hâlâ kimse bilmiyor.

« Dünün Dünyası », Stefan Zweig’in, 22 Şubat 1942’de karısıyla birlikte kendini öldürmeden önce taslağını yayıncısına gönderdiği son kitabıydı. Eser, 1943’e kadar yayımlanamadı. Kitap, barış için boş yere yıllarını harcamış Yahudi, pasifist, hümanist bir kültür adamının otobiyografisi niteliğindedir.

Zweig, bir Avusturyalı, bir Yahudi, bir yazar, bir pasifist ve hümanist olarak dünyanın yıkıcı kaosuna tanıklık eden ana karakteri, bir kendilik ikâmesi olarak, kitabının merkezine yerleştirdi.

Habsburgların ışıltılı Viyana’sında büyümüş, iki dünya savaşına, faşizm, nasyonal sosyalizm ve bolşevizm gibi 20. yüzyılın totaliterliklerine tanıklık etmiş biri olarak, ruhu manevi maddi şiddete maruz kaldı. Hayat onu zenginlik ve yoksullukla, saygın burjuva ve parya statüsüyle, büyük şehir vatandaşğı ve yersizyurtsuzlukla, kalma ve gitme ikilemiyle ve sürgünle sınadı.

Zweig, hikayeyi hızlandırmak için fazlalıkları ve uzunlukları köktenci bir şekilde budayan bir üsluba sahipti.

Bu yüzden belgesiz bir belge niteliğinde olan « Die Welt von Gestern » (Dünün Dünyası) adlı eseri, evden çok uzakta kotardığı, gereksiz ayrıntıları budanmış, yalın hatıralardan oluşuyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki vakitler, Avrupa için daha önce hiç olmadığı kadar refah, umut ve güzellik vadeden bir ışıltıya sahiptiler.

Geleneklerin ağırlığı azalırken bilim daha kolay ve daha tatlı bir hayat vaat ediyor, moda artık genç görünmeyi talep ediyor, cinsiyetler arasındaki fırtınalı ilişkiler yatışıyordu.

Viyana’da Birinci Dünya Savaşı öncesi dönem, güvenliğin altın çağı olarak tanımlanıyordu. Kırk yıllık barıştan sonra, savaşın canavarlığı kolektif hafızadan silinmişti.

Ancak Avrupa’nın göğünde ışıklar olduğu kadar gölgelere yol açan gri bulutlar da bulunuyordu.

Toplumları kasıp kavuran milliyetçi cinnet, şiddet için gerekli unsurların bir araya gelmesini sağlamıştı.

Bu güvenlik parantezi içinde, gelecek hiç olmadığı kadar vaatkar, imparatorluk ve kurumlar sarsılmaz görünüyordu. Teknik ilerleme kesintiye uğramamıştı. Kısacası, herkese refah vaat ediliyordu.

Kırk yıllık barışın meyvesi olan bu ışıltılı atmosfere rağmen, sosyal katmanların arkasına, egemenlik hırsları ve uluslararası gerilimler de yığınak yapmıştı.

Cephe gerisine yığınak yapan bu gerilimin yalnızca büyük ölçekli bir çatışmada dağılacağı aşikardı.

Nitekim askerlik süresi uzatıldı, bir savaş vergisi oluşturuldu, her yerde ittifaklar ve kutuplaşma daha belirgin hale gelmeye başladı.

Ancak, savaşın risklerine rağmen, 1914 baharı gerçekten çok güzeldi ve gelecek yaz, otuz iki yıllık iyimserliğinde kararlı olan Stefan Zweig’a taze başlangıçlar vaat ediyordu.

Stefan Zweig, Yahudi büyük burjuvazisine mensup bir aileden geliyordu. Babası rahat ama gösterişsiz bir hayat süren, böbürlenmekten iğrenen bir adamdı. Yahudi ticaret erbabının nerdeyse matematiksel bir mükemmellikle yürüttüğü müteşebbüs ruhuyla, hiç borçlanmadan, işlerini temkinli bir şekilde icra ediyordu.

İtalya’da doğan annesi, dünyanın neredeyse her yerinde iyi sosyal statülere sahip bir aileden geliyordu. Bu ailenin üyeleri, sosyal başarılara dair bir soyluluğa sahip olma hissiyle gönendiler. Bu aristokrat duyguyu Stefan Zweig ironik buluyordu, zira ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, bu Yahudi aileler birkaç on yıl içinde benzer gettolardan gelmişlerdi.

Bu insanlar statülerini korumak için yanlış ittifaklardan kaçınıp, dikkatli davrandılar.

Zweig, Yahudilere bu kadar ayıplanan sosyal başarı arzusunun, bir manevi yükselme idealini maskelediğini fark etmişti.

Zengin Yahudi ailelerin birçok torunu, babadan oğula yürütülen zanaatı ve girşimciliği, şiir, müzik, felsefe veya bilim domainlarına angaje olmak için, terk ettiler. Bu sanat tutkusu, Yahudilerin entelektüel mesleklerdeki orantısız varlıklarını açıklayan bir şeydi.

Habsburg imparatorluğu’nun geçmişteki gücünden ferağat etmesi, Avusturya milliyetçi ruhunu, hiçbir yerde Viyana’dan daha iyi ifade edilmeyen bir sanat sevgisine dönüştürmüştü. Avrupa’nın en büyük sanatçılarının buluşma yeri olarak, Viyana giderek hümanist bir dünya başkentine dönüşüyordu. Sanatçılar kentte misafirperver ve kozmopolit bir ruh yaratmayı başardılar. Herkes, geçmişi ne olursa olsun, tiyatro oyuncularını veya opera şarkıcılarını kahraman olarak görüyor, Beethoven, Liszt veya Brahms’ın sahne aldığı şehrin sahnelerine içten bir bağlılık ve entellektüel bir aidiyet hissediyordu.

19. yüzyılda, monarşi ve yüksek aristokrasi kültürü terk ettiğinde, Yahudi toplumu, kültürel hayata yeni bir parlaklık kazandırmak için Viyana ruhunu da tüm boyutlarıyla emerek, bayrak yarışını devraldı.

Stefan Zweig ve sınıf arkadaşları, edebiyat, opera, tiyatro ve resim için nerdeyse “bulimik bir tutkuya” kapılmışlardı.

En iyi yorumları okuyup, en iyi gösterilere katılıyor, en yeni kitapları izleyip, en modern sanatçıları keşfetmeye çalışıyorlardı.

19. yüzyılın son on yılında, barışçıl Avusturya’nın güven uyandıran atmosferi, sanayi gelişiminin etkileriyle bağlantılı gerilimler tarafından kesintiye uğramıştı. İşçiler birleşip Victor Adler’in önderliğinde, sosyalist bir parti kurdular. Proletaryanın toplumsal yükselişinden, fabrikalarda ve büyük mağazalardaki rekabetten oluşan çifte tehditle karşı karşıya kalan, zanaatkarlar ve küçük tüccarlardan oluşan küçük burjuvazi, Karl Lueger’in Hıristiyan Sosyal Partisi’nin bayrağı altında bir araya gelmişti.

Ardından, kendisine Bohem Yürüyüşleri’yle politik kimlik inşa eden ve özellikle üniversitelerdeki eylemlerinin şiddetiyle az sayıdaki taraftarını moblize eden, bizdeki MHP’nin muadili, Alman Ulusal Partisi ortaya çıktı. Parti anti-semitik olduğunu açıkça gösteriyordu.

Sanata dair yücelti ve tutku arasında salınan bir tutum takınmış olan Stefan Zweig ve arkadaşları bu olayların dışında kalıp olanları önemsemediler.

Stefan Zweig ergenlik çağına geldiğinde, Avusturya dahil, Batı burjuva toplumuna tensel arzu konusunda tamamen muhafazakar bir sessizlik hakimdi.

Cinsellik konusunda neredeyse günümüz taşra Anadolu’suna yakın muhafazakar tutumlar sergileyen zamanın Viyana aristokrasisi, konunun ne ailede, ne okulda ne de toplum içinde tartışılmasına izin vermiyordu.

Toplum, gençleri, evlilik çağına gelene kadar, tüm erotik düşüncelerden uzak tutmaya çalıştı.

Cinselliğin bastırılması, edebiyatta, tensel olanı önemsemeden yüce duyguları betimleyen ve çift ilişkilerini idealize eden bir eğilimin oluşmasına yol açtı. Bu edebi eğilim, kadınları, tutucu, standart bir silüet için dişil görünüşlerinden vazgeçmeye zorlayan ve kadınsı tüm anatomisini inkar eden rahatsız edici giysilere hapseden bir moda trendiyle at başı ilerliyordu.

Katı bir ahlakı savunan bu burjuva sahnesinin perde arkasında, fuhuş ve pornografi sektörü hız kesmeden büyümüştü. Gençler, gecelik bir cinsel deneyim yaşamanın ya da frengiye yakalanmanın ızdırabı ve gerilmi içinde yaşadılar ve birçoğu frengi tanısı konulduktan sonra ya utançtan ya da tedavinin zararlı etkilerinden korktukları için intihar ettiler.

Burjuva gençliğine talihsizlik gölgesi düşüren bu ikiyüzlü ahlakçılık, flörtün ve birlikte yaşamanın daha kolay kabul edildiği ve evlilik yaşının daha erken olduğu işçi sınıfı mahallesine pek uğramadı.

Paradoksal olarak, daha az eğitimli bir sınıf, cinsellik gibi bir alanda, burjuvaziye kıyasla, tabukırıcı liberal tutumlar sergliyordu.

1900 yılında Stefan Zweig üniversiteye girdi. Dersler zorunlu olmadığı için felsefeyi seçti.

Alman ve Avusturya’lı öğrenciler, cezai yaptırımı olmayan bir düelloya girebilmek gibi Orta Çağ‘dan miras kalan ayrıcalıklara sahiptiler.

Bizdeki orta Anadolu ülkücü derneklerinin muadili bu öğrenci dernekleri, neredeyse bir kast ruhu geliştirmişlerdi. Yeni üyelerden mutlak itaat, geleneklere kayıtsız saygı ve kılıç düellolarını kışkırtmak gibi eril vaatler talep ediyorlardı.

Bir kılıç ustası hayatı sürmek, öğrencilerin sağlam bir eğitim almalarına her ne kadar izin vermese de, düellolardan kalan yüzdeki yaralar ve bu tür bir derneğe üyelik, iş bulmak için mükemmel birer pasaport işlevi gördü.

İlk yazılarını Neue Freie Presse’ye gönderen Zweig orada Théodore Herzl ile tanıştı.

Herzl, Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında bir uzlaşıya kafa yorarken, Paris’e yaptığı bir gezi sırasında Kaptan Dreyfus’un kamuoyunda aşağılanmasına tanık oldu. Bu adaletsizlik, iki inanç arasındaki uzlaşıya dair rüyasına son verdi.

Herzl’in « Yahudilerin Devleti » adlı kitabı, Yahudilerin yaşam koşullarının özellikle sert olduğu Doğu Avrupa’da olumlu yankılar uyandırırken, diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip oldukları Avusturya’da yanlış anlaşıldı.

Herzl öldüğünde, tüm ülkelerden Yahudiler Viyana’da buşup ona tarihte eşi olmayan benzersiz bir bağlılık gösterdiler.

Zweig, daha sonra Viyana’nın aksine geçmişini ve geleneklerini yüceltmeyen bir şehir olan Berlin’de hem okumak hem de bohem bir yaşam deneyimlemek için Viyana’dan ayrıldı.

Bu ayrılış aynı zamanda burjuva geçmişinden ve gençlik dönemi edebi çizgisinden kopuş anlamına geliyordu. Berlin’deki yaşantıları sırasında Antroposofinin gelecekteki kurucusu Rudolf Steiner dahil olmak üzere her türden karakterle tanıştı ve onu asla terk etmeyecek olan “gölgede kalan ozanlar derneği”nin saygın üyeleri sayesinde entelektüel özgürlüğünü geliştirme olanağı buldu.

Ebedi gençliğin şehri Paris Stefan Zweig’e, hayata karşı kayıtsızlık ve hafiflik, özgürlük, neşe ve yabancılar için misafirperverlik, tüm sosyal sınıflardan vatandaşlara eşitlik ve kadın ve erkek arasında mutlu ve huzurlu ilişkiler olanağı gibi, başka hiçbir şehirde olmayanı sunuyordu.

Emile Verhaeren, Stefan Zweig’i Paris’in en yetenekli sanatçılarıyla tanıştırdı.

Paris’te yaşayan sanatçılar, devlet memuru ya da kütüphanecilik gibi meslekleri icra ederek, ailelerini mütevazı bir şekilde geçindirirken, diğer taraftan kendilerini sanatlarına adamak için zaman da buluyorlardı.

Rodin’le tanışma, dünyadan uzaklaşırcasına sanatı tarafından tamamen absorbe edilmiş olanın, tutku, gerilim ve hassasiyeti harmanlayan benzersiz çalışma biçimine tanıklık yapmasını sağlamıştı.

Çalışmalarına olduğu kadar ketumluğuna, her türlü hırçınlığı ve bayağılığı dışlayan sessiz pratiğine, Paris tutkusuna ve en fırtınalı konuları bile dindiren sohbetine büyük hayranlık duyduğu Reiner Maria Rilke ile de tanışma olanağı buldu.

Stefan Zweig’in Paris’teki ikâmeti, otel odasından bavulunun çalınması ve sanık hakkında şikayette bulunmayı reddetmesi üzerine erken sona erdi.

Ardından Londra’ya gitti. Ancak İngiliz başkentinde dostluk ve neşe eksikti. Zweig, spor, ulusal siyaset ve salon sohbetleri etrafında şekillenen bir sosyalliğin hakim olduğu İngiliz toplumuna nüfuz etmeyi başaramadı.

Dehanın yapıtta somutlaşmasının gizemini çözmek için en büyük sanatçıların büyük eserlerinin el yazmalarından parçalar, değerli nesneler, bazı çizimler, müzisyenlerin ve yazarların el yazmaları gibi şeyler topladı. Topladığı belgelerde, üstatın doğuşunu, karmaşık metinden çıkan dehanın kıvılcımını aradı.

Topladığı parçaları saklamak için Viyana’nın eteklerinde küçük bir yer kiraladı. Bu eşsiz koleksiyon ne yazık ki sürgün sırasında dağılacaktı.

En önemli parça Goethe tarafından yazılmış bir şiirdi.

Saygı duyduğu sanatçıların bıraktığı dünyevi yansımaların izlerini sürerken, o zamanlar seksenlerinde olan komşularından birinin, Goethe’nin doktorunun kızı olduğunu öğrendi. Goethe bu kadının vaftiz babasıydı.

Stefan Zweig romana girmeye cesaret edemediği için tiyatroyu seçti. Oyunlarının dramaturjisi olumlu yankı buldu.

Stefan Zweig daha sonra uzun yolculuklara çıktı. Hindistan’da beyaz adamın hizmetkarlarla çevrili, neredeyse ilahi dünyasını keşfederken, yerel nüfusa yönelik ırkçılığa şahit oldu.

Çinhindi’ne geri dönerek, Alman hükümeti tarafından Rus-Japon savaşını gözlemlemek için görevlendirilen kurmay subay Karl Haushofer ile arkadaş oldu.

Kültürü askeri bilimin ötesine geçen geniş ufuklu Haushofer, daha sonra “yaşam alanı” (Lebensraum) terimini kullanacak ve dünyaya hükmetme konusundaki acımasız dürtüsüne bilimsel bir cila koymak için içgörülerini kullanan Hitler’in arkadaşı olacaktı.

Zweig’ın Haushofer’in bu yorumuna ne ölçüde katıldığını şimdiye kadar kimse bilmiyor. Ancak yakın tarih, Yahudi hasediyle karışık Viyana muhafazakar şehir ruhunun yıkıcı politik yansımaları olduğunu ve bu ruhun felaketler ile lanetli adamlar doğurduğunu gözler önüne seriyor.

Gezilerini Amerika’da sürdüren Stefan Zweig, Panama Kanalı’nın şantiye sahasında, Atlantik ile Pasifik Okyanusu sularının, proleter emek sayesinde, birbirine karışmasından hemen önceki ana tanıklık ettiğinin ayırdına varacaktı.

Gerçi, büyük yapıtların arkasına saklı isimsiz kahramanları anmayan tarih, sadece kurdele kesen politikacıları ve diktatörleri hatırlamayı yeğliyordu.

Bir yandan savaşın propaganda makinası tüm hızıyla işliyordu. Üstelik, savaşçı mesajın muhafazakar taşrada bir alıcısı hep olageldi.

O zamanki entelektüeller, halkların vicdanına ve aklına bir çağrıda bulunmak yerine, aklın son anda galip geleceğine inanmak gibi yıkıcı bir iyimserliği yeğlediler. Sadece Paul Valéry savaşın tehlikeleri hakkında net bir tutum sergiledi.

Savaş ve barış zamanlarında entelektüelin rolü ve sorumlulukları aslında hep güncelliğini koruyan bir sorun olageldi.

Ukrayna savaşının bir nükleer savaşa evrilmesi tehlikesi karşısında burjuva aydını kötü bir sınav daha veriyor. Avrupa entelijansiyasının yıkıcı konformist tutumlarının yakın tarihte bir çok örneği bulunuyor.

Zweig, 28 Haziran 1914’te bir parkta kitap okurken, bir orkestradan gelen müzikal arka plan gürültüsü aniden kesilip, ajans, Arşidük Francis Ferdinand’ın suikastını duyurdu.

Ancak, kötü sürpriz geçtikten sonra, herkes, bir böceğe dönüşmesini sorgulamak yerine işe geç kalmayı dert edinen Gregor Samsa aymazlığıyla olağan işlerine devam etti. Arşidükün suikastı bir duygu seline yol açmamakla birlikte, cenaze töreni, fay hatlarında biriken gaza bir kıvılcım çakmıştı.

Ölümünün hemen arkasından cehennem makinesi hızla çalışmaya başladı. Seferberlik ilan edildi ve Avusturya-Macaristan diplomatları, Sırbistan’a, kabul edilemez bir ültimatom ile, savaş ilan ettiler.

Avusturya’da iklim coşkuluydu. Sıkıcı gündelik hayatlarından kopmak isteyen adamlar, ilk kez tarihi bir olaya iştirak etme, kahraman olma ve belki de kana susamış derin içgüdülerini serbest bırakma fırsatı buldular.

Pek çok aydın Almanya’nın davasını hararetle savundu. Hatta bazıları, şairin, evrensel olarak insani olanı korumak ve savunmak olan gerçek görevine ihanet edip, Alman davasının görkemine soneler yazacak kadar ileri gittiler.

Nefret, ateşli pasifistlere galip geldi. Stefan Zweig daha sonra “kendi savaşını sürdürmek” için Viyana’nın kırsal bir banliyösüne taşındı.

Stefan Zweig’ın elinde yazmak dışında başka bir enstruman kalmamıştı ancak. sansür basında şaşırtıcı derecede geniş kapsamlı ve boğucuydu.

Bu farkındalık, Stefan Zweig’i, savaşın genel coşkusuna yabancı olanın, ahlaki üstünlüğüyle yenilgiye direnenin hikayesi olan Jeremiah’ı yazmaya yöneltti. İncil’den ilham alan bir drama olan bu eser, durmadan tekrarlanan zulme rağmen yıkılmayan, direngen Yahudi halkının saygınlığının da somut ifadesi niteliğindeydi.

Jeremiah 1917 baharında en çok satanlar arasındaydı, hatta vatansever yazarlardan bile övgüler almayı başardı. Eser, liderlerine olan güvenleri üç yıllık savaş ıstırabı nedeniyle körelmiş bir nüfusun beklentilerine inandırıcı yanıtlar veriyordu.

Zweig çalkantılı zaman ummanında, on kişinin tek bir odada yaşadığı Yahudi gettolarında hüküm süren sefaletten, Rus tutsaklar ve onların Avusturyalı muhafızları arasındaki sempatiye, yaraları temizlemek için morfinden suya kadar her şeyin eksik olduğu yaralı trenlerinden yayılan dışkı ve iyot kokusuna kadar çok şeye tanık oldu.

Zweig, sonraları, Avusturya Cumhuriyeti’ne liderlik edecek olan ve Alman militarizmine karşı ateşli bir Katolik olarak boy göstermiş Heinrich Lammasch tarafından İsviçre’ye davet edildi.

Orada, düşünsel özerklik ve dürüstlüğü ile dönemin ahlaki vicdanı olarak kabul edilen, Romain Rolland ile karşılaştı.

İsviçre sınırı, yokluğun ve yoksunluğun hakim olduğu, kanlı ve barikatlarla çevrili bir şehri, yiyeceğin bol, hayatın kaygısız ve huzurlu olduğu başka bir şehirden birkaç on metre ayıran ve bu yönüyle savaşın tüm absürditesini yansıtan bir “yeşil hat” görünümündeydi

İsviçre ona, farklı dil ve kültürlere sahip toplulukları barış içinde bir araya getirmeyi başarmış bir model olarak göründü. Ülke, kanton yönetim modeli ile barışçıl refah devleti arasındaki diyalektiğin başarılı örneklerini sergileyen bir coğrafyaydı.

Zürih’te James Joyce gibi yazarlarla, Feruccio Busoni gibi müzisyenlerle ve bir kamp seçmek istemeyen, kökenleri veya kültürleri gereği hem Fransız hem de Alman hissedenlerle ve Avrupa duygusunu ulusal aidiyetten üstün tutanlarla tanıştı.

Stefan Zweig, daha sonra çalışmalarına devam etmek için, savaşın sonuna kadar, şehir dışına inzivaya çekildi.

Zweig’ın entellektüel münzeviliği ahlaki olarak sıkıntılı bir tavırdı. Yenilgi ve acı zamanlarında entellektüelin yerinin anavatanı olduğuna ikna olması epey zaman almıştır.

Dönüş yolunda, harap bir Avusturya trenine binmeden önce, Buchs istasyonunun peronunda, Habsburg hanedanının son varisi imparator Charles’ın sürgüne giden treninin geçişine tanık oldu. Gözlerinin önünde aslında tarihin bir sayfası çevrilmekteydi.

Savaş sonrası ilk kışta her şey eksikti. Stefan Zweig, havanın dayanılmaz derecede soğuk olduğu harap olmuş evinde, sık sık yatakta yazmak zorunda kalıyordu.

Ancak, karaborsa ve takas iyi işliyordu. İstifçiler ürünü köylülerden ucuza satın alıp kasaba ve şehir pazarlarında yüksek fiyatlara satmayı sürdürdüler. Sonra enflasyon patlak verdi. Fiyatlar saat başı arttı. Hiçbir şeyin sabit istikrarlı bir değeri kalmamıştı.

İnsanların hem ekonomik hem kültürel birikimi bir anda yok oluyordu. Ancak herkes bu kaosa uyum sağladı. İnsanlar hiçbir şey olmamaış gibi çalışmaya devam ettiler. Tüm zorluklara rağmen tiyatrolar doldu ve orkestralar şimdiye kadar görülmemiş bir yoğunlukta çalmayı sürdürdüler.

Sanatsal etkinlik alışkanlıklarının şehir burjuvazisinin hobileriyle sınırlı olduğu ülkemizde enflasyon kültürel hayatı da kötürüm ediyor.

Sözüm meclisten dışarı, ülkemizde bir sanat etkinliğine katılmak ya da sanat icra etmek, bazıları için her şeyden önce bir sosyal statü ve ego meselesidir.

Ülkemizde sanat icra etmek, çoğu kez, Batıyı taklit eden Cumhuriyet kadrolarından şehir burjuvazisine miras kalmış, içselleştirilmeyen bir faaliyetler kataloğu anlamına geliyor.

Bir felaketin ortasında liderlerinin kaçışından sonra halk kendini ihanete uğramış hissetti. Bunun üzerine genç nesil, tepkisel olarak, tüm eski değerleri, ahlakı ve estetiği reddedip her şeyi sorgulamaya başladı.

Halka zafer vaat edenler sadece askeri olarak değil, yücelttikleri milliyetçi-muhafazakar değerleriyle de birlikte bozguna uğradılar.

Sürekli değişim, sosyal teyakkuz, kübizmi ve gerçeküstücülüğü yüceltmek, açık dil ve melodiyi terk etmek, uyuşturucu kullanmak, eşcinsellik, militan aktivizm ve Marx’ı öğrenmek gibi olgular, gençlik arasında giderek yaygınlık kazandı

Zweig, 1922’de ilk yurtdışı seyahati için İtalya’yı seçti. Hasmane bir karşılama beklerken, otel personeli ona cana yakın davrandı ve eski arkadaşları ona beklenmedik bir sevgi göstersinde bulundular.

Ancak, Venedik’teki bu dostça ortama, ters rüzgarlar da esiyordu. Zweig, bir grup faşistin grevci işçileri kışkırtarak düzenlediği ve barışın bir aldatmaca olduğunu savlayan tehditkar geçit törenlerine tanık oldu.

İtalya’dan sonra, Almanya’da, arkadaşı Rathenau ile kısa bir süre ve son kez bir araya geldi. Rathenau, muzaffer güçlerin, Versailles Antlaşması’nın ilmiğini gevşeteceğine dair yanılsamalı beklentiler içindeydi.

Nitekim konferanstan kısa bir süre sonra suikasta uğradı ve ateşkesi imzalayan Erzberger ile aynı kaderi paylaştı.

Almanya işsizlik ve sefaletle değil, aynı zamanda ahlaki değerlerin bozulmasıyla da yüzleşmek zorunda kalıyordu.

Bolca alkol, uyuşturucu, maskeli seks partileri ve eş değiştirmeler; anlayacağınız, Berlin, adeta “hedonist-klitorik” bir dekadans şehri haline gelmişti. Şehrin bu sürüklenişi Weimar Cumhuriyeti için ölümcül sonuçlara yol açtı.

1928’de Tolstoy’un 100. doğum günü töreninde konuşması için aldığı davet, ona savaş başladığında planladığı Rusya gezisini gerçekleştirme fırsatı verdi. Moskova’ya giden trende Stefan Zweig, Polonya’nın yaralarını çoktan sardığını görüp şaşırdı.

Bütün ülkelerin işçileri birleşin sloganının ötesinde, saf ve dokunaklı bir sürüklenişin hüküm sürdüğü bir Sovyet Rusya karşıladı onu.

Devletin her şeyi organize etme çabalarına rağmen, kargaşa sokaklarda, dükkanlarda, tiyatrolarda; anlayacağınız, neredeyse her yerde hüküm sürüyordu.

Kültür politikası, kahir ekseriyeti taşralı olan halka yönelik müze ziyaretlerinin organizasyonunda Hegel’i 12 yaşında sözüm ona hatmetmiş çocuklar tarafından yürütülüyordu

Yüksek ideolojik dozlara maruz bırakılan halk, gidilen yolla, politik sistemiyle ve avangard olduğunu düşündüğü modası geçmiş çarlık teknolojisinin alaşağı edilmesiyle gurur duyuyordu.

Tolstoy’un mezarını ziyaret etmek duygulu bir andı. Öğrencilerle bir partiden dönerken cebinde, herkesin izlendiği ve ulu orta konuşmanın iyi bir şey olmadığı konusunda kendisini uyaran bir kağıt parçası buldu.

Hitler adı ilk olarak Münih’te organize edilen Yahudi aleyhtarı kavgalı toplantılarda belirdi. Daha sonra, giderek artan oranda, siyah çizmeler ve kahverengi gömlekler giymiş, iyi eğitimli, iyi donanımlı, sokaklarda yürüyen ve sosyal demokratlara karşı eylemler düzenleyen genç insan gruplarıyla ilişkilendirildi.

Hitler’in, hapisten çıktıktan sonra, kralcılara, küçük tüccarlara, sanayicilere ve orduya vaatlerde bulunarak geniş bir seçim tabanı elde ettiği söyleniyordu.

Hiç kimse, hatta Yahudiler bile, söylevlerinin şiddetli ırkçı tonu konusunda endişeli değildiler. Çünkü hukuka ve Alman uygarlığının mirasına olan inanç hâlâ yüksekti.

Hitler Ocak 1933’te iktidara geldikten kısa süre sonra Reichstag’ı yaktı. O zaman, solgun ve aç ilk mülteci kafilesi Salzburg’a ulaşmak üzereydi.

Stefan Zweig’in librettosunu yazdığı Richard Strauss’un operası « Sessiz Kadın », en üst düzeyde bir krize neden oldu.

Richard Strauss, sanatsal sınırlarının bilincinde, yaratıcı gücünün yıllar içinde zayıflamasını ve operasının bazı bölümlerinde iyi ya da kötü yargısını açık ve samimi bir şekilde paylaşan bir sanatçıydı. Nazi rejimine sempati duymamakla birlikte, rejime taviz vermeye hazır olan sanatçılar arasında bulunuyordu.

Başta bu tavizci tavrı nedeniyle, Hitler’in bizat kendisi, istisnai olarak eserlerinin icrasına izin verdi. Ancak iki akşam sonra, Stefan Zweig’e yazılan Richard Strauss’un rejim hakkındaki görüşlerini açıkça ifade ettiği bir mektup Gestapo tarafından ele geçrilip okundu. Bunun ardından Strauss’un tüm performansları Almanya’da kalıcı olarak yasaklanacaktır.

Hitler’in iktidara yükselişi Avusturya’nın bağımsızlığını tehdit ediyordu. Şansölye Dollfuss, bunun üzerine Mussolini’nin faşist İtalya’sının korumasını talep etti. Ancak Mussolini’nin dayattığı koşullar yenilir yutulur cinsten değildi. Duçe, demokrasiyi lağvedin, diye buyuruyordu.

Sosyal Demokratlar, Hitler’in bir Kızıl Devrimi ezme bahanesi altında, ülkeyi işgal etmeyi fırsat bileceğini düşünerek, planladıkları genel grevden ferağat ettiler. Ancak buna rağmen, Avusturya’da gerginlik elle tutulur hale geliyordu. Salzburg’daki evinin polis tarafından basılması, Zweig’in kesin olarak ülkeden ayrılmasına yol açtı. Daha sonra tekrar Londra’ya yerleşti.

Ülkesindeki felaketi önleyememişti işte, üstelik burada hangi sıfatla ne yapabilirdi? İngilizler, Avusturya’nın Hitler için çıkıştan önceki son düzlük olduğunu bir türlü anlayamadılar.

1936’da Amerika’ya giden gemisi Franco İspanya’sının Vigo kentinde mola verirken, rahipler tarafından belediye binasına götürülen köylülerin, pırıl pırıl üniformalar içinde, diğer gençleri öldürmeye hazır bir şekilde belediye binasından ayrıldıklarına tanık oldu.

Zweig’in aslında tanık olduğu şey, ruhban sınıfının feodal taşralı maraba ile olan ölümcül ittifakıydı. Ülkemizde de bu ittifakın yıkıcı eylemlerine sık sık rastlanıyor.

Stefan Zweig’in İtalya, Almanya ve İspanya’da gördüğü genç faşistlerin ve Nasyonal Sosyalistlerin teçhizatını kim ödüyordu? Ülkemizde de yıllardır operasyonel kalmayı başaran faşist katiller için de aynı soruyu sormak elzemdir.

Yolculuğuna devam ederken, Arjantin ve Brezilya’da, kıtasından uzaklara sürülen Avrupa uygarlığının kendini yeniden inşa edebileceği ve barış içinde kuluçkalanabileceği geniş coğrafyalar keşfetti.

3 Mart 1938’de kaçınılmaz olan şey gerçekleşti. Hitler, vahşeti, işkenceyi ve Yahudi karşıtlığını neredeyse yasa mertebesine yükselterek, kanlı hakimiyetini Avusturya’yada genişletme olanağı buldu.

Stefan Zweig’in annesi bu insanlık dışı rejime çok uzun süre katlanamadı ve birkaç ay sonra vefat etti. Avusturya’nın düşüşü Stefan Zweig’i sonsuza kadar vatansız bırakmıştı.

Birden vatansız kalmayı, pasaportunu boş bir kağıtla değiştirmek zorunda kalırken, oturma izni ya da iltica talebinde bulunurken, dilsiz, arkadaşsız, işsiz ve beş parasız, kısacası biyografisi silinmiş biri olarak “dımdızlak” orta yerde kalırken, acıyla deneyimleme fırsatı buldu. Elli sekiz yaşında bir adam için yersizyurtsuzluk hem maddi hem manevi bir felaket anlamına geliyordu.

Zweig’in vatansızlığı ile Türk aydınının 12 Eylül deneyimi arasında çarpıcı benzerlikler bulunuyor.

Kısacası, Zweig’in kozmopolitlik hayali sona ermişti. 1938’de, İngiltere’de ve Avrupa’daki gerilim, Hitler’in hırslarının ağırlığı altında hacimli bir ivme kazanmış, savaş kaçınılmaz hale gelmişti.

Münih anlaşmaları, halka üç gün boyunca yoğun ve samimi bir rahatlama ve sevinç yaşatadursun, Chamberlain tarafından imzalanan metnin aslında bir kapitülasyon olduğu çok geçmeden anlaşıldı.

Aynı yıl, Stefan Zweig Londra’da Sigmund Freud’la karşılaştı. Yahudi olmak, her iki adama da çok eziyet etmişti.

Orta Çağ‘daki ataları gibi kendilerini toplum içinde neredeyse görünmez kılıp düşük profille yaşayan, 20. yüzyıl Yahudilerine karşı bu acımasızlık nereden kaynaklanıyordu? Bu sorunun olası yanıtlarını kimse hâlâ tam olarak bilmiyor.

Bu insanlar neden Almanya veya Avusturya’daki her şeyi bırakıp yabancı bir “bled” aramak zorunda kaldılar?

1939’da, doğanın ve havanın 1914 yılının Temmuz ayındaki pastoral güzelliği anımsattığı bir vakitte, bir düzine muktedir faşist, milyonlarca insanın günlük ve kişisel yaşamları hakkında keyfi kararlar vermekle meşguldular.

Stefan Zweig ikinci karısıyla evlenmeye hazırlanırken, nikah töreni yarıda kesildi: Almanya Polonya’yı işgal etmişti. Ertesi Pazar İngiltere Almanya’ya savaş ilan etti.

Zweig, işte o an, sefalet ve umutsuzluk dehşetinin geri döndüğünü ve Avrupa’yı bir daha asla göremeyeceğini hissetti . Bu tür acı deneyimler ve hayat kesitleri, hep, “gerçekten yaşayanların” payına düşen kaçınılmaz olaylar silsilesi olageldiler.

Sonlara doğru keskin zekası hastalıktan zayıflamış bir bedende yaşıyordu ve konuşması peltekleşmişti.

Kavga çok eşitsiz hale geldiğinde, doktorlarından acılarına son vermelerini istedi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl