Ana Sayfa Kritik Tolstoy: Büyük Deha Mitinin Gizlediği Mizojini

Tolstoy: Büyük Deha Mitinin Gizlediği Mizojini

Tolstoy: Büyük Deha Mitinin Gizlediği Mizojini

Tolstoy ile Sofia’nın ilişkisi iki yazarın başarısız ortak yapıtı gibi duruyor.

Elizabeth Taylor, Richard Burton, Zelda ve Scott Fitzgerald gibi çiftler, şöhrete susamışlık, spot ışıkları altında görünme ihtiyacı gibi renkli çikolata kâğıtlarına sarmalanmış yaldızlı bir yaşam sürme arzusu nedeniyle başarısız olmuşlardı.

Tolstoy’lara musallat olan iblis ise, büyük bir otelde tumturaklı rezaletleri kışkırtan bir iblis olmaktan ziyade daha ‘sağduyulu’ bir demondu.

Tolstoy ile Sofia’nın ilişkisi, daha ziyade, William Shakespeare’inkine benzer bir dramatik bir yapıyı andırıyordu. Çiftin mikro evreninde olup bitenler, karmaşık bir tiyatro bulutsusunu çağrıştırıyor.

Bu dramaturji, kendine dönüşü ertelemek için sürekli yolda olmayı seçen ile, son noktayı koyma zamanı geldiğinde, ustura sırtında yol almaktan ikiye bölündüğünü fark eden küçük bir ‘karınca’ arasında, şizofren tutumlar -burada ‘şizofren’ ifadesini, elbette Gilles Deleuze gibi olumlayarak kullanıyorum- sergileyen saplantılı bir nevrotik ile, “düz” bir eş olmayı seçmiş bir kadın arasında, bireysel özgürlük kahramanı, içgüdüler evreninin bir serüvencisi ile, sadece sadakat ve sevgi arayan biri arasında, bitimsiz bir boyun eğmeyle özdeş uzun bir ölümü daha henüz on sekizli yaşlarındayken karşılamaya hazır olan ile, hayatı, dizgin tanımayan imgelemlerden anarko-nihilist bir serüven olarak gören arasında, mutedil arzulara sahip biri ile libidosu tüm ahlaki sınırları yapı bozumuna uğratan biri arasında, aile denen korunaklı yuvaya inanan ile, aileyi iskambil kâğıtlarından yapılma bir bina gibi gören arasında bir yumağı andırıyordu.

Gerçekten de Tolstoy için “aile cezaevi”, baştan başa gürültü, tütün, pas, aldatı, seks, üreme, yalnızlık, ego savaşları, (verbal ve fizikî) şiddet ve feodalite ile tıka basa dolu bir yerdi.

Tolstoy çiftinin yaşadığı demiryolu hattına yakın, bu ormanlar ve göletlerle çevrili geniş mülk arazisi, bir Rus düğünü için eşsiz bir dekor sunadursun, ilişki cehenneminden çıkmak isteyene aynı zamanda birçok kaçış yolu da gösteriyordu. Yasnaya Polyana’daki çiftlik, giderek, Tolstoy’un at sırtında, izi sürülemez ormanın içinden kendine içsel ve fiziksel kaçış sığınakları bulduğu bir yer hâline gelmişti. Burası, ayrı yönlere ırayan trenlere binen insanların son istasyonu, bir krizin ardından kendini karanlık sulara bırakan Sofia’nın da kasvetli arazisiydi.

Ancak, Tolstoy, son ölümcül kaçışı önceleyen her gidişin ardından her defasında, topal bir salyangoz gibi sürünerek eve geri döndü.

Kendine yolculuk birçok eski felsefi söylenceden bu yana, değişik eğretilemelerle edebiyatta sık sık işlenmiş bir izlekti. Ancak, hangi yolculuk, hangi açmazdan ya da insandan kaçışı, giderek kurtuluşu sağlayabilirdi?

Tolstoy, son kaçışta, hafıza(sızlık) çapasını uzak bir şehre atmaya karar vermişti. Kendi evinden 500 kilometre uzaklıktaki bir evin samanlığında, zatürreden ölmek üzereyken bulunan bu yaşlı adamın hayatının içler acısı son sahnesine, Sofia yetişememişti.

Sanki her şeye yön veren bu son sözden ölmüş gibi, Tolstoy, son nefesten önce, oğlu Sergei’in kulağına, içinde trajik ânı kristalleştiren “hakikat” kelimesini fısıldamıştı. Hakikat sözcüğü, Tanrı’ya karşı son savunma hattını, dünyaya ve karısına karşı son mevzii ve zayıf, kırılgan doğasına karşı kendisine yönelttiği son silahı temsil ediyordu.

Resmi anlatıya göre Tolstoy ile Sofia’yı farklı dünyalar ayırmıştı; oysa bu, aynı küçük dünya içinde birbirlerinin üzerine basarak yürümeyi seçenlerin kaçınılmaz sonuydu.

Tolstoy libidosu yüksek, barutunu sürekli kuru tutan birinin habis enerjilerine sahipti. Kısacası, dış ve iç iblisleriyle hesaplaşmak istemeyen bir münzevinin tedirgin izini sürüyoruz.

Tolstoy, dişlilerinde kum ve çakıl birikmiş eski bir çimbiçerin homurtulu ilerleyişine benzer bir ritim ile hazcı yaşantılarını sürdüredursun, Sofia, “ahlaki incelik” idealinden en ufak bir sapmadan bile şikâyet eden bir eşti. Aslında, her ikisi de dine derinden kök salmış iki varoluştu; ikisi de Gogol’un, “Ölü Ruhlar” kitabının ikinci bölümünü yakmasına neden olan aynı gelenekten geliyordu. Gogol’ün kitabında anlattığı, üyelerinin, çileci bir ritüel boyunca, kusursuz bir maneviyatın kahramanca fikriyle bağlantılı büyük Rus kurtuluşunun, ancak tövbe etmekten ve seksin terk edilmesinden geçtiğine inananların [Skoptzy’in] gizli tarikatıydı.

Tolstoy, bir yandan bu Kimera’nın arkasından topallayarak yürüyedursun, diğer taraftan, ince çekiç darbeleriyle ilişkinin mezar taşına, bir gravür gibi, Mesihçi tonda bir sonsöz kazıdı: “ Haz ve zevk perhizi insan onurunun vazgeçilmez bir koşuludur.”

Ancak, içkici, kumarbaz, baştan çıkarıcı bir adamın, Stoacı gelenekten gelmiş olduğunu düşünmek bana pek inandırıcı gelmiyor. Tabiri caizse, açılan iki damardan adları ego ve haz olan iki ‘zehir’, evliliğin kan dolaşımına karışarak bir pıhtı durumu ortaya çıkarıyordu.

Hakikat, Açık sözlülük, şeffaflık, kendine yolculuk, büyük dehanın yalnızlığı, hedonist anarko-nihilist varoluş ve gizli mizojini gibi olgular, Tula şehri yakınlarındaki Yasnaya Polyana’da sergilenen aile tiyatrosunun giderek temel motifleri haline geldiler.

Leon Tolstoy, 18 yaşındaki Sofia’ya günlüğünü açmakla uzun ve çalkantılı bir ilişkinin ilk kıvılcımını çakmış oluyordu. Tolstoy, bu ifşayı, sözüm ona hakikat ve açık sözlülük adına yaptığını ileri sürüyordu.

Sofia, günlük aracılığıyla, baştan çıkarıcı bir kadın avcısının yeteneklerini ve seks düşkünlüğünü keşfederken, yaşayacakları uyumsuzlukların ilk ip uçlarına da ulaşmış oluyordu.

Tolstoy, haz iblisini zihninden ve vücudundan kovmaya yönelik birçok başarısız girişimin ardından çözümü, sonunda, cinsiyet ilişkilerinde durumu tersine çeviren bir “Kopernik’çi devrimde” bulmuş görünüyor.

Bu sava göre, asıl günahkâr kendisi değil de, ateşli ve kurnaz kadındır. Tolstoy, günlüğünde, kadın, “sarhoş edici” cazibesini kullanarak aşkı “mide bulandırıcı” ve “aşağılayıcı bir ilişkiye” dönüştürüyor, diye yazarken, kadını, erkeği ruhsal yaşam yolunda tökezleten bir taş olarak görüyordu. Günlük, yer yer, “Dün genç ve güzel bir Çingene beni kışkırttı, ama Tanrı beni günahtan korudu.”, gibi abartılı bir özgüven sakilliğiyle yazan, iflah olmaz mizojini bir narsisti ele veriyor.

Tolstoy, yine sözde açık sözlülük adına, Sofia’ya, komşularının eşleriyle, fahişelerle, Çingene kızları ve aile malikanesinin hizmetkarlarıyla yaşadığı seks serüvenlerini anlattı. Hatta içlerinden biri, Tolstoy’dan hamile kalmış ve oğluyla birlikte Tolstoy çiftinin kaldığı malikanede yaşayan evli bir kadındı. Sofia, ilişkilerinin bitmediğinden şüphelendiği, kocasından hamile bu kadınla göz göze, diz dize, yıllarca yaşamak zorunda kalırken, ruhuna eziyet eden yüksek dozda bir libertinaj (sefahat) dozuna maruz kalıyordu.

Sofia, yaralarını dağlanmış bir iğne ile dikmeye çalışadursun, evlilikte ona biçilen rolün ayırdına nihayet varmıştı: O, Tolstoy için, “seks zehrini vücuda akıtıp iltihap bulaştıran” onca kadının arasından sadece birisiydi.

Tolstoy, Sofia’ya tecavüz ettiği ânı, “bu muhteşem varlığın ve onun yüce ideallerinin, kendi marazi varlığımla temas halinde paramparça olduğu” bir dönüm noktası olarak tasvir etti. Tolstoy’un bu kötülüğü, aslında, en başından beri yapmayı planladığı, satır aralarından, anlaşılıyor.

İmparatorluk sarayına bağlı bir doktorun kızı olan Sofia, Kremlin’in kalbinde büyümüştü. Leon’un hakkında bildikleri, yazar olarak ününü “Sivastopol Hikayeleri”ne borçlu olan, savaştan bir kahraman olarak dönmüş 33 yaşında bir subay olduğuydu.

Leo Tolstoy, otuz yıl sonra, kısa öyküsü “Kreutzer Sonat”ını yazmaya başladığında, çekişmelerin etini sıyırıp, kemiklerini ortaya çıkardığı bir ayrılık balesinin koreografisi neredeyse tamamlanmak üzereydi.

Baştan çıkarma ve kıskançlığın bir evlilik dramına dokunduğu bu kısa öykü, Tolstoy’a, kadın, baştan çıkarma, ten ve günah gibi olgulara değinmesi için edebi fırsatlar sunuyordu. Sonat’ın metni, fetiş bir edebi mazo-narsizmin, nasıl da içsel bir olgunlaşmayla, gerçek bir edebiyata evrildiğini de gösteriyor. Metin, Sofya’nın, piyanist ve besteci Sergei Taneyev ile tanışmasının ardından kendini delice kaptırdığı piyano çalışmalarıyla birlikte, Tolstoy’un giderek artan sınırsız kıskançlığının yankılarını da taşıyor.

Tolstoy, “Kreutzer Sonat”ta edebiyatın “azarlanmış terbiyeli dilinde” yazarken bile, Rus şarkısı “Kara Gözler”deki dişil kışkırtıyı lokomotif olarak kullanan bir üslup geliştirdi. O gözler ki, yakıcı ateşlikte güzel olup, onlara Oğlu ve ​İyiliği feda eden bir Tanrı’ya saygıyı ve korkuyu ifade eden bir Onix gibi parlamaktaydılar.

“Kreutzer Sonatı”, protagonistini, Beethoven’in “lanetli sonatını” büyüleyici bir şekilde icra eden Mephistopheles’e yakışır bir virtüöz kemancıya dönüştüre dursun, kahraman, Sonatı “zina” ilan eden bir ahlakçı olarak betimleniyor. Tolstoy’da bu hüküm, ona komplo kuran kadının doğal müttefiki müzik de dahil olmak üzere, her türlü coşku, haz, arzu ve tutku için geçerli acımasız bir yargı olarak öne çıkıyor. Kısacası, “Kreutzer Sonatı”, kendi haklılığının tiyatrosu, yazarın kalp kırıklıklarının doruk noktası bir eser olarak dikkat çekiyor.

Sofia buna yanıt olarak, “Suçluluk Meselesi” adlı bir roman yazdı. Dünyaca ünlü bir deha olarak görülen bu yazarla birlikte yaşarken kendi metnini yazmak, Sofia için, bir onur ve var olmak gösterisi hâline gelmişti. “Suçluluk Meselesi”, ailesel bir kasırganın ortasında doğan bir yeteneği ortaya koyarken, aynı zamanda, içinde onun gerçek cehennemini anlatan bir mektubun olduğu, denizde yüzen, bir şişeyi çağrıştırıyor. Kitap, yaş farkı, dünyaya yabancılık ve kişilik çatışmasını anlatının merkezine alırken, evlilik evrenindeki onulmaz bunalım, neredeyse politik bir izlek haline geliyor.

İlişkilerindeki uyumsuz tınılar Pi sayısının küsuratları kadar çoğaladursun, kitap, çiftin mikro evrenini, kocasının deliliğiyle baharatlandırılmış bir kurgu topografyası değil de, rakipler boğuşmasının güreş meydanı olarak gösteriyor.

Sofia, mayınlı bir arazide yol alındığının bilinciyle, romanını, aslında, ölçülü bir ihtiyatlık ile yazdı. Ancak, uzun betimlemeler, zaten çok sayıda alıntıyla bezeli metnin, acı verici bir uzman raporu gibi görünmesini sağlıyor.

Roman, insan tabiatının otopsisini yaparak ilerlerken, kendimizi maruz bıraktığımız ‘kölelik’ çeşitlerine analojiler de içeriyor. Sofia, Tolstoy’u “düşkün ruhlar kulübü”ne üye kaydederken, onun şöhreti altında ezilen kadının duygusal tepkisini kristalleştiriyor. Roman bu yönüyle, aile cehenneminde tepinen fırtınayı tüm sırlarıyla birlikte kayda alan bir kara kutu niteliği taşıyor. Okuyucu, bu kara kutuda hangi seslerin kayda alındığını ve bilmem hangi yıkıcı güçlerin sahnelendiği bir tiyatroyu keşfetme olanağı buluyor. Örneğin, romanın protagonisti Anna Prosorska’nın, bir kıskançlık krizi sırasında çalıştığı matbaanın ağırlığı altında kalarak ölmesi, “çağının peygamberi” bir yazarın şöhretinin ağırlığı altında ezilen ‘cılız’ bir varoluşa gönderme niteliği taşıyor.

Yeni evlilerin malikaneye ulaşmak için yaptıkları araba yolculuğu ilk çatışmanın betimini içeriyordu.

Aile kurumunu yücelten Sofia, romanın kadın kahramanı Anna Prosorska’yı, paradoksal olarak, kendisine tapan zayıflamış eşini aldatıp, ‘zina’ adımını atmaya hazır bir figür olarak tasvir ediyordu. Kadın cinselliği tabusuna değinen bu paragraf, romanın Rusya’da, yazılmasından ancak yüz yıl sonra, gün ışığına çıkmasına sebep oldu.

Sofia (Anna), bir kocadan bir katile dönüşen bu adamın, belki bir gün, “onun giderek solan saf ve narin ruhunu sevmeyi öğreneceğini” umuyordu.

Kısacası roman, Sofia’nın “korkunç kaderini” ifşa ededursun, ataerkil boyunduruğundaki dul bir kadına sempati duyulmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Kitaptaki Tolstoy tablosu, parçalanmış bir benliğin karmaşık ve son derece çağcıl hatlarını ortaya koyadursun, Sofia’nın kocası hakkında çizdiği portre, Lacan’cı psikolojide Ayna evresinde kalmış ikiyüzlü bir mizojini açığa çıkarıyor.

Tolstoy, bir yandan hazzın narsist iblislerinin boyunduruk altına aldığı, diğer yandan, insancıl duyarlılığın mühürlediği bipolar bir karakter olarak karşımıza çıkıyor: Bir yandan, köylü çocuklarına okul açmakla yetinmeyip ders kitaplarını yazan, kötü hasattan etkilenen ailelere maddi yardımda bulunan ve eve saman taşıyan halkın dostu, serfliğin büyük hümanist düşmanı bir adam, diğer yandan kendi karısını bıçaklayan huysuz bir koca.

Kıskançlık nöbetleri, suçluluk modunda yaşanan saplantılı cinsellik, 13 çocuğuna karşı duygusal soğukluk, depresif durum, her şeye ve hiçbir şeye karşı huysuzluk, öfke ve inzivada artış, kendine saygıda azalma ve kayıtsızlık, duyarlı bir hümanistin temel karakteristikleriyle derin çelişkiler oluşturuyor.

İnsan ruhuna kayıtsız koşulsuz güven ile kalplerin devriminin bir karışımından oluşan ve ilkel Anarko-Hıristiyanlığın parmak izlerini içinde barındıran “Tolstoizm”, giderek Avrupa’da yayılmaya başlamıştı. Rüzgârda uçuşan gömleği, dize kadar uzun çizmeleri ve beyaz sakallıyla rustik görünümlü bu köylü kont, nerdeyse çağının peygamberi biri hâline gelmişti. Tolstoy da, “sudan şarap yapan İsa” olmak istediğini gizlemiyordu.

Tolstoizm, malikanelerin salonlarını büyük bir ihtişamla işgal ededursun, Sofia’nın hayatı, yeryüzü peygamberliğinin gölgesinde, arka merdivenlerin orada sergilenen önemsiz bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Sofia, elinde olmadan, dünyaca meşhur kocasının acımasız ‘sansürü’, “günlük patlamalarının” kâtibi haline gelmişti; onunkisi, aslında, bir Herkül görevi, bir Lichas hizmetiydi.

Sofia, nihayet, ipteki kukla olduğunun ayırdına varmıştı. O aydınlanma ânı, kocasının dahiyane patlamaları karşısında sağdan kıyı kıyı giden itidalli bir kadının katarsisine karşılık geliyordu.

Ancak, zamanının vicdanı olmak isteyen yazarın karanlık arka yüzünde, benzi solduran yaşlılığın gri tonları belirmeye başlamıştı. Tolstoyların ev hayatları giderek daha belirgin bir şekilde Çin’deki Yasak Şehri andıra dursun, abus bakışların içine hapsedilen iletişim(sizlik), her gün Sofya’yı çileden çıkarıyordu.

Tolstoy her tartışma sırasında, bir kilise faresi kadar sessiz kalıp, empatiden fakir ayna evresinde kalmış bir adam izlenimi veriyordu. Sofia’nın ilişkiyi onarmaya dair attığı her adım, her defasında daha çok irtifa kaybı anlamına geliyordu; Sofia’nınki, giderek bir Sisifos emeğini andırıyordu. Tolstoy, Sofia’nın meşakkatli enerjisini her defasında bir ‘yankesici’ edasıyla kapıp, soğuran, aile yuvasının atmosferini, bir çırpıda, zehirleyen birine dönüşmüştü.

Doktorlar, Sofia’ya histeri ve paranoya başlangıcı tanısı koymuşlardı. O, “kocam bir komplocu ve ormanda bir ağaç kütüğünün üzerinde oturup bana karşı habis şeyler planlıyor”, diye yazarken, çiftin trajedisini giderek daha fazla körükleyen başka bir “Ferisi doktrini”ni de açığa çıkarıyor.

Kısacası, onların ilişkisi, egonun derinliklerinde yedi mühürlü bir kitabı andırıyordu. Genel olarak konuşursak, Tolstoy’larda, ruhun, ideallerin ve maneviyatın alanına ilişkin her şey, Demokles’in kılıcını diğerinin üzerinde sallamaya ve diğerini sözde hakikate teşvik etmeye yönelik bir manipülasyonu ve sahnelemeyi açığa vuruyor.

Amerikalı şair ve edebiyat eleştirmeni Jay Parini’nin, “Leo Tolstoy’un Hayatında Bir Yıl” adlı kitabı, geçen yıllarda gösterime giren bir film için ideal bir senaryo malzemesi oluşturdu. Parini’nin kitabı, Tolstoy’u, saygı duyulması gereken bir idol olarak övedursun, Sofia’yı, bir Balzac romanına yakışır, entrikacı bir küçük burjuva kadını gibi gösterdi.

Sofia, son durakta, kocasını uzak bir tren istasyonunun civarında ölüm döşeğindeyken buldu. Son iç çekişten önce kocasının kulağına şefkatle, “Onlar beni içeri almadan önce sonsuza dek kapının eşiğinde bekledim Leon”, diye fısıldadı. Ancak, çoktan ölmüş olan bu adam, bu kelimeleri duyabilseydi muhtemelen büyük bir dehşete düşmeyecekti. Sofya, muhtemelen hayal gücünden de hız alarak, artık kimsenin Tolstoy’a ulaşamayacağı bir dünyadan, “İki derin iç çekişle beni yanıtladı,” diye yazdı.

Sofia ve Tolstoy birlikteliğinden geriye 13 çocuk, hayatın ince iplikçiklerine bağlı çalkantılı bir ilişki, kapının eşiğinde son bekleyişler ve iki derin iç çekiş kaldı.

Okur, bu son iki çekişle birlikte, kanattan kopan tüyün döne dolaşa vefakâr bir dulun penceresine konduğunu anlıyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl