Ana Sayfa Kritik BALABAN’IN “ŞAİR BUBASI”YLA İLGİLİ YANLIŞ HATIRLADIKLARI…

BALABAN’IN “ŞAİR BUBASI”YLA İLGİLİ YANLIŞ HATIRLADIKLARI…

BALABAN’IN “ŞAİR  BUBASI”YLA İLGİLİ YANLIŞ HATIRLADIKLARI…

Balaban’ın geçenlerde ”Nâzım Hikmet” konulu bir kitabı daha yayımlandı:

İbrahim Balaban, Nâzım Hikmet ve Biz, Milliyet Yayınları, Mayıs 1998, 278 sayfa

Balaban’ın 1968 yılında çıkan “Şair Baba ve Damdakiler”inden az çok tanıdığımız insanların, zamanların, mekânların, atmosferin daha bir ayrıntılandırılıp açıldığı kitabı şöyle sunuyor yazarı:

Taşı taş üstüne koyup, duvar duvar içinde dam yapanların, demiri halka halka büküp zincir edenlerin, jandarma donuna girip sırta binenlerin, polis kılığına bürünüp kötek atanların, yargıçların, savcıların hem de avukatların tümünün kulakları çınlaya, çünkü onlar yazdırdı bana bu kitabı.”

İbrahim Balaban, Nâzım Hikmet ve Biz kitabına Üstat’ın Bursa cezaevinde görünmesini anlatarak giriyor. Nâzım Hikmet’e, 250 kuruş boya parasını vererek resmini yaptırışını, o nedenle karşılaşmalarını şöyle anlatıyor:

Yüzü yüzüme benzeyen tıpkı ben-i adem. Gözleri gözlerimize benzeyen ama, mavi akan iki su gibi parlak. Saçları, dumanla karışık alev. Burnu benim burnuma benziyor, hayret! Alnı, deve tabanı, tıpkı benimkisi. Elleri aynı bizimkiler gibi ama, vücuduna göre biraz küçük. Ya elleri küçük, ya da kalemi büyük” (S.25)

Bundan sonra Nâzım Hikmet’in jandarma nezaretinde kaplıcalara gidiş-gelişini, bir diğer öğrencisi Orhan Kemal’i, Nâzım Hikmet’in dokumacılığını, kendisinin İmralı yarıaçık cezaevine gönderilişini, oradan Edirne’deki Yanıkkışla’nın boya işinde çalıştırılmasını, casuslukla suçlanması nedeniyle İmralı’ya geri gönderilişini, iki jandarma arasında karakoldan karakola teslim edilerek sevk edilirken, daha Kırklareli’ne yaklaşırken jandarmaların sırtına binişini, sırtındaki jandarmayla birlikte yuvarlanınca ayağının çıkışını vb. vb. okuyoruz.

Balaban o tatlı üslubuyla bundan sonra İmralı’da başından geçenleri, infazının yakılarak tekrar Bursa cezaevine gönderilişini, 1950 affına kadar geçen yıllarını, “özgürlük”ten sonraki günlerini, askerliğini, bu kez siyasi olarak uğradığı takibatları, sergisiyle il il dolaştığı Anadolu’da; Ankara’da, Çorum’da, Amasya’da, Konya’da, Denizli’de “Nâzım Hikmet”le ilgili, halktan insanlarla konuşmalarını anlatıyor.

Bitmez tükenmez bir konu olan Nâzım Hikmet hakkındaki Balaban’ın bu son kitabında gördüğümüz çok ağır maddî hatalar da var.

Şimdi onlara değinmek istiyorum.

Balaban, kitabının “Nâzım Hikmet’in Dramı” başlıklı bölümüne; “Ustam Nâzım Hikmet’le altı buçuk yıl beraberliğimiz oldu” diye başlıyor. Bu süre zarfında anlattıklarını günlükler halinde yazan Balaban, kitabı yazarken o zamanki notlarından yararlanarak; “Ona, nasıl gereksiz gerekçelerle suç atılıp cezalara çarptırıldığını, bu bölümde hikâye ediyorum” diyor.

Balaban kendisine anlattıklarından Nâzım Hikmet’in 1938 yılının başlarında gözaltına alınışını, bir gece Sansaryan’da tutuluşunu, ertesi gün trenle Ankara’ya gönderilişini, polislerle arasında geçen konuşmaları… Sonunda Kara Harp Okulu öğrencileriyle yargılandığı bu davadan çarptırıldığı 15 yıl hapis cezasının temyizce onanması üzerine 13 Haziran 1938’de askeri cezaevinden sivil Ankara Cezaevi’ne sevk edilişine kadar hikâye ediyor.

İşte bundan sonra “hatırımda kaldığına göre” diyerek anlatmaya başladığı, İstanbul’daki Donanma Davası’yla ilgili yazdıklarında her şeyin “hatırında yanlış kaldığı” anlaşılıyor.

Şöyle ki: “Nâzım Hikmet iki yüz günden fazla geminin başaltında tutularak, 1939 yılının ilk aylarında, Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi tarafından da 20 yıl cezaya çarptırıldı…” (S.55)

Nâzım Hikmet’in “iki yüz günden fazla geminin başaltında” tutulduğu doğru değil. Donanma Davasıyla ilgili tutuklamalar İstanbul’da 13 Haziran 1938’de yapılıyor. Tutuklular önce Yavuz zırhlısının sintinesine kapatılıyor. Daha sonra Donanma Komutanlığı’nın amiral gemisi “Erkin”e naklediliyor.

Nâzım Hikmet de, gemiden karısına gönderdiği mektubun zarfı üzerindeki 18 Temmuz 1938’e göre; 13 Haziran’la 18 Temmuz arasında herhangi bir gün Ankara’dan getirilerek “Erkin”in başaltına kapatılıyor.

Eşine 7 Ağustos 1938 tarihli mektubunda “Bizim mahkeme ayın onunda başlıyor” diyor. Hızlı bir yargılama sonunda Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi 29 Ağustos 1938’de kararını açıklıyor.

Balaban’ın yazdığı gibi 1938 Temmuz’unun ilk haftasında Erkin gemisine kapatılmış olsa, Nâzım Hikmet 29 Ağustos 1938’e kadar toplam 50 gün başaltında kalmış olur. Yani geminin başaltındaki tutukluluğun “İki yüz günden fazla” olmadığı açık.

20 yıllık hapis cezasına çarptırılması da “1939 yılının ilk ayları”nda değil.

Aynı davanın sanıklarından Kemal Tahir’in söyledikleri, tarihleri yerli yerine oturtuyor:

29 Ağustos öğleden sonrası, tatile rağmen mahkeme devam etti. Mahkûmiyet kararı okundu. İki kadın ve 16 erkek çeşitli cezalara çarptırıldı. Merkez Komutanlığı Hapishanesi’ne gönderildi. O gün tatil olmak dolayısıyla biz sivilleri bayramın sonuna kadar Askeri Hapishanede tuttular. 1 Eylül 1938’de Nâzım, ben, Doktor Hikmet Kıvılcım ve iki kadın İstanbul Tevkifhanesi’ne gönderildi.” (Vâ-Nû/Bu Dünyadan Nâzım Geçti, s.366)

Balaban’ın “Nâzım Hikmet’in iki yüz günden fazla geminin başaltında tutulduğu” iddiasını doğrudan Nâzım Hikmet’in kendisine yalanlatmak varmış!.. Ama bunda kimsenin bir kusuru yok. Olay tümüyle benim dalgınlığımdan kaynaklanmış.

Bakın nasıl:

1993 yazında bir gün, bizde hep son zamanlarda “devlet terörü”nden söz edilir ya, bunun ilk örneği olan 1938’de Türkiyeli komünistlere uygulanan “Donanma Davası”nı ele alan bir dizi yazı hazırlamıştım, Cumhuriyet gazetesi için. Ben günü gününe kararın verildiği 29 Ağustos’a denk düşmesini istiyordum yayınlanmasını ama olmadı, Eylül ayı ortalarında “Sintinenin Dibinde (1938 Donanma Davası)” adlı araştırmam 7 gün boyunca yayımlandı.

Olay 1938’de, kuruluşundan 15 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin, kendi solundaki potansiyel muhalif gücü tasfiyesinin tipik bir örneğiydi. Donanma Davası, olaya çok çok yüzeyinden bakanlar tarafından üstelik kendisinden 6 ay önce Ankara’da görülen Kara Harp Okulu davası ile de sık sık karıştırılarak, ikisi bir ve tek dava olarak kabul ediliyordu. Titizlikle hazırladığım bu araştırmayla, tarihsel bir olguyu yerli yerine oturtmuştum.

Geçen gün dosyalarımı karıştırırken fark ettim, dizinin üçüncü gününde Nâzım Hikmet’in Donanma Davası’ndaki rolünü anlatan “Bahriyeli Cesur Olur, Gözü Pektir” başlığı altındaki bölümü bağlarken şöyle yazmışım:

Yıllar sonra Bursa Cezaevi’nde yazdığı “Dokuzuncu Yıldönümü” şiirinde Nâzım Hikmet macerasını şöyle özetleyecekti:

Diz boyu karlı bir gece,

sofradan kaldırılıp,

polis otomobiline bindirilip,

bir trenle gönderilerek

bir odaya kapatılmakla başladı maceram.

Dokuzuncu yılı üç gün oluyor

(…)

ilki yetmiş altı gün:

sessiz düşmanlığında üstüme kapanan kapının;

sonra, saç bir geminin başaltında yedi hafta

lakin yenilmedik,

kafam:

ikinci bir insandı yanımda.

Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün,

Yalnız, çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan,

halbuki kaç kere karşımda oturup dizildiler.

Bir tek kaygıları vardı, hakkımda hüküm okunurken:

heybetli olmak.

D e ğ i l d i l e r.

İnsandan çok eşyaya benziyorlardı:

duvar saatleri gibi ahmak,

kibirli,

ve kelepçe, zincir, filan gibi hazin ve rezildiler.”

Meğer Nâzım Hikmet’in kendisi, Balaban’ın iddia ettiği gibi “iki yüz günden fazla geminin başaltında tutulmadığını” 1947’deki şiirinde belirtmiş:

Sonra saç bir geminin başaltında yedi hafta”

Biz kabaca 50 gün olarak hesaplamıştık, Nâzım Hikmet’in şiirindeki “yedi hafta” hesabıyla aslında 49 gün ediyor.

Hakikat ortadayken, böylesi efsanelere ne gerek var a İbrahim Balaban…

NOT: Bu yazı Haziran 1998’de Radikal’de yayımlanmıştı.

BALABAN’DAN BİR NÂZIM KİTABI DAHA…

Nâzım Hikmet” Türkiyeli yazarlar için bitmez- tükenmez bir hazine. Gün geçmiyor ki “Nâzım Hikmet” konulu, “Nâzım Hikmet’e “ dair bir kitap vitrinlerde boy göstermesin.

Ben dün iki tanesine birden kavuştum.

Berfin Yayınları Öner Yağcı’dan “Nâzım Hikmet Aydınlığı”, İbrahim Balaban’dan Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl”ı yayımlamış.

Dün öğleden sonra Cağaloğlu’ndan dönerken yolda okumaya başladığım Balaban’ın kitabını gece geç saatlerde bitirdim. (İbrahim Balaban, Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl, Berfin Yayınları, Haziran 2003, 320 sayfa)

Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl”, Balaban’ın yıllar önce çıkan “Şair Baba ve Damdakiler” ile “Nâzım Hikmet ve Biz”de anlatılanlardan farklı bir şeyden söz etmiyor. Yalnız bazı konularda, bilinmeyen ayrıntılara girmeye çalışıyor, böyle yaptıkça da asılsız ve gerçek dışı şeyleri koyuyor önümüze.

Dün gece bitirdiğim “Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl”ın bir yerinde de müthiş bir yanlışını yakaladım Balaban’ın…

15 Temmuz 1950’deki afla kendisi de “şair babası” da hapisten çıkıp özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Balaban bir süre köyünde dinlenirken, “şair babası” mektup yazıp İstanbul’a çağırır. O da resimlerini yüklenip kalkar gelir, “şair babası”nın Kadıköy’deki ana evine yerleşir. Evde yaşadıklarını, çevresinde gözlemlediklerini anlatıyor okura kitabında Balaban…

Nâzım Hikmet Kurtuluş Savaşı Destanı ya da Kuvayı Milliye Destanı üzerinde çalışmaktaymış. Eve sık sık gelen ziyaretçilerden birisi de, avukatı İrfan Emin Bey’miş. Nâzım Hikmet İrfan Emin Bey’e destanı okumuş. Destanı dinleyen İrfan Emin Bey büyük bir eksikliği fark etmiş, o da Atatürk’müş. İrfan Emin Bey’e göre: “…bu esere mutlak, Atatürk’ün de girmesi gerekirdi!..”

Bakın sonra ne olmuş:

Nâzım Hikmet, avukatın isteği karşısında, önce irkildi:

-Bu bahsi, birkaç gün düşüneyim! dedi.

Şair Baba düşündü: Avukatı haklıydı…

O gece yatıp sabah kalkınca, Atatürk’e yakışan şiirini yazdı.

Avukat İrfan Emin’in Nâzım Hikmet’e ‘Kuvayı Milliye Destanı’nda Atatürk için de bir şiir yazmasını teklif ettikten sonra, tekrar Nâzım’ın evine gelmesi uzun sürmedi.

Avukat eve gelir gelmez, şiir üstüne hemen bir söz etmek istemedi… Havadan sudan konuşmaları uzun sürmedi. Nâzım Hikmet ayağa kalktı:

-İstemiş olduğun şiiri yazdım. Okuyayım mı? dedi.

Avukat da ayağa kalktı…

Nâzım Hikmet yazmış olduğu şiiri okudu.” (S.254)

Nâzım Hikmet’in okuduğu; hani şu hepimizin bildiği Mustafa Kemal Atatürk’ü “sarışın bir kurda” benzettiği dizeler…

Balaban’ın anlattığı zaman, 1950’nin güz başlangıcı.

Peki ben şimdi size; Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nın “Kocatepe, Şayak Kalpaklı Nöbetçi Ve… ‘O’ “ başlıklı bölümündeki dizelerinin 1945’de devrimci bir dergide yayınlandığını gösterirsem ne yapacaksınız?

Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun çıkardığı “Gün” dergisinin ikinci sayısı 10 Kasım 1945 tarihini taşıyordu. O gün Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 7’nci yıldönümüydü. İşte bu “Gün” dergisinin birinci sayfasında; tek sütuna, çerçeveli, “İstiklâl Savaşı Destanı’ndan” üst başlığıyla, “Atatürk” adıyla Bursa Cezaevi’nde hapis yatmakta olan komünist şair Nâzım Hikmet’in şu şiiri bulunuyordu ve imzası da “Nâzım Hikmet”ti:

Kocatepe,

Şayak kalpaklı nöbetçi

Gözetleme yerinde

Duruyordu

Birdenbire onu gördü

Paşalar onun arkasındaydılar

O saati sordu

Paşalar üç dediler

Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı

Sanki bıraksalar

Yürüdü uçurumun başına kadar

Eğilip durdu

Uzun, ince bacakları üzerinde yaylanarak

Geceden kayan bir yıldız gibi akarak

Kocatepe’den

Afyon ovasına atlayacaktı.”

Görüldüğü gibi ; bu dizeler 1950 güzünde avukat İrfan Emin Bey’in Nâzım Hikmet’e ricasıyla yazılıp, destana sokulmuş değil.

Hiçbir editoryal denetimden geçirmeden, sırf “Balaban” imzasının getirisine güvenerek “Nâzım Hikmet” konulu kitap basıp satmak doğru bir şey mi acaba?

NOT: Bu yazı da 2003 yılı yazında “Bizim Gazete”de yayımlanmıştı.

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl