Ana Sayfa Kritik Kötülüğün teolojik kökenleri

Kötülüğün teolojik kökenleri

Kötülüğün teolojik kökenleri

“Bu dünyada zafer yoktur, sınav vardır ve kötülük her zaman kazanır”: tek tanrılı dinlerin tebligatı, umudu dışlamayan böylesine karamsar bir inanç üzerine inşa edile geldi.

Onların iletisinde, imtihan kavramı arkasına ustaca gizlenmiş bir mahcubiyet gözlenir. Bu, insanlık tarihinin en ince kıvrımlarını dolaşarak geçen uzun bir yenilginin mahcubiyetidir.

Bu karamsar bakış açılarının mutlaka farklı kökenleri vardır. İnsan, savaşın ve kanlı siperlerin dehşetini yaşadı. Savaşlar boyunca arkadaşlarının ve yoldaşlarının ölümüyle çok yaralandı. İşte bu kayıplara kötülük adını verdi.

Yakınlarının ve yoldaşlarının ölümüyle yaralanan için kayıp, kötülüğün somutluk kazanmış haliydi. Bu sadece cephede süren savaşla tescil edilen bir yenilgi değildi, söz konusu olan şey, fi tarihinden beri cephenin gerisine yığınak yapan varoluşsal nihilist bunaltının zamana yayılmış uzun yenilgisiydi.

Dünya’nın kurgusal tarihinde olduğu kadar, yaradılış hikayesinde de ipuçları görülen, kötülüğe karşı “uzun ve kahir bir yenilgi” fikri bütün kutsal kitaplarda tekrarlana geldi. Bu yenilgi teolojisi, imtihan, sabır ve kurtuluş gibi erdemler manzumesi arkasına gizlendi.

Kötülüğe karşı yenilginin kaçınılmazlığını gizleyen bu kuramsal çerçeve, kötülüğün zafer tablosunu hayat serüveninin alnına yumuşak fırça darbeleriyle nakşetti ve hâlâ nakşediyor.

Oysa gerçek iyilik, amacı erdem olmayan bir şeydir. Çünkü tek tanrılı teolojilerin arkasında, iyiliği pazarlıklı bir alışverişe indirgeyen çok tartışmalı ve kutuplaştırıcı bir bakışın kültürel izlerini fark etmek mümkündür.

“Bizi kötülüğün ayartmalarından kurtar tanrım, bizi bununla sınama.” Bütün kutsal kitaplarda en zor ve en az okunan dua işte budur. Çünkü bu dua, bir yenilgi hükmüyle önceden tescillenmiştir.

Hristiyan bir ailede büyümüş biri olarak, ben de, tarihin uzun bir yenilgiden başka bir şey olmasını beklemiyorum. Ama, kime ya da neye karşı yenilgi?

İncil’deki temel tebliğe demirlemiş gizli teolojiye göndermede bulunarak diyorum ki, elbette zaferler, arınmalar, soluklanmalar vardır, ama kötülük güçlüdür, insanlık, kötülüğe karşı olan savaşları kaybediyor.

Meleği oynamak isteyen canavarı oynar. Tarih, melek ile canavar arasındaki sert geçişkenliğin saysız örnekleriyle dolu. Tarih, birbirinin varlık nedeni olanlar arasında gözlemlenen bu bildik diyalektiğin ötesinde, iyiliği isteyip kötülük yapanlara karşı çok dikkatli olunmasını da öğretiyor.

Büyük imtihanlar tarafından test edilen insan, ne kadar çok “melek” olmak istediyse, o kadar çok canavarlaşmaya yaklaştı. İyiliğin derin benliğinde, ondan kaçtıkça ona yakalanılan, kötülükten bir çelik çekirdek olduğunu gördü. Önceden kaybedilen bir mücadeleden üstün bir iyiyi çıkarma ümidiyle çabaladıkça, derinlerde dönüp duran bu çekirdeğin girdabına yakalandı.

Bir yandan gücün şiddetle yozlaşmasına nasıl direnileceğini bildi, ama diğer yandan, güç zehirlenmesi yaşadı.

Başka bir deyişle, süregiden bu iyilik kırımının arkasında, iyi niyetler ve erdemlerle donatılmış bir kurtuluş teolojisi ile mutlak hakimiyet arzusu barındıran totaliter bir protagonist bulunuyor.

Bu protagonist, “her şeye kadir” Hristiyan tanrısının ta kendisidir. Bu bağlamda, tek tanrılı dinlerin epistemolojisini, özgür insanların varlığını hiçe sayarak hayata geçirmeye çalışan, kraldan çok kralcı yarı tanrıları anmadan geçmemek gerekiyor.

Tanrı kötülüğü önceledi, çünkü onun tüm draması, tüm acizliği, bir yaratıcı olmasından kaynaklanıyordu. Tanrı, sırf “her şeye kâdir” bir yaratıcı olduğu için kötüdür.

Nietzsche, kilisenin, mümkün olan devletlerin en yalancısı olduğunu söylerken vurgu yapmak istediği şey aslında, Hristiyan tanrısının da güç mücadeleleriyle hemhal olmuş bir protagonist olduğu gerçeğiydi.

Yine de sadece Hristiyan teolojisiyle düşünürsek, bu akıl yürütmenin içinde var olan güç dinamiklerini ıskalayacağımızı düşünüyorum.

İnsanın güzel sanatlar ve edebiyat dediği şey, acıları yüceltmenin, kan kokusunun, sası suyun vebasının, insansız toprakların dehşetinin yerine imgeleri koymanın bir yoluydu, bir çeşit ikameydi.

Sanat, böylelikle, kaçınılmaz talihsizliğin trajedisini, daha şiirsel bir şekilde uzaktan, umutsuzluğun neden olduğu doğrudan baskıya mesafe alarak daha uzaktan görmeyi mümkün kılıyordu.

Tarih, yer yer iyiliğin başarılarına da tanıklık yapıyor, ancak bu başarılar sürdürülebilir değildiler ve sadece kısa soluklanma anları sundular. Çünkü insanlar, kendilerini gerçek iyilik seviyesinde uzun süre tutamazlar. Kısa sürede gururları ve kocaman benleri yeniden ortaya çıkar. Çünkü güç istenci ile iyi niyet asla bir arada barınamaz. Çünkü canavarlar ortadan kaybolmazlar.

Dünyadaki kötülüğün gücüne, ne kadar ‘iyi’ olurlarsa olsunlar, enkarne yaratıklar nihai olarak direnemezler. Çünkü kötülüğün yükselen gücüne nihai olarak karşı konulamazdı. Çünkü barış sıkıcıdır ve hiçbir savaş kesin olarak kazanılamaz.

İnsan, gerçekten de, kendisini kemiren, şeytan olan güce karşı belki varoluş serüveni boyunca yeterince ve sonuna kadar direnmedi. Kader yarığının kenarında yumuşayıp, gücün çekim alanına girdi. Dünyaya yapmamak için geldiği şeyi, şimdi yapmaktan hoşlanmaya başladı.

Belki de bir yerde bir kırılma oldu. İnsanın iradesi kırıldı; artık karar vermekte özgür olmadığını gördü. O, kader ile özgür irade arasındaki onulmaz çelişkiyi fark edip,imtihanın samimiyetini sorgulamaya başladı.

Sonunda absürt olana yenilip, nihilist nöbetler geçirmeye başladı.

Zira, kötülük, en köktenci biçiminde, gücü kendi iyiliği için arayan nihilist bir güç istenciydi. Kötülük, kendisine tapmayı kabul ederse, yeryüzüne mutlak anlamda hükmedeceğini vaat eden şeytanın çölde Mesih’e sunduğu ayartmaydı.

Bu egemenlik istenci içkinlik düzeninde kaldı ve hiçbir zaman Tanrı’nın aşkınlığına ulaşmadı. Tanrı sonunda, “Önümden çekil Şeytan!” dedi. Çünkü şöyle yazılmıştı: “Tanrınız Rab’be tapınacak ve yalnızca O’na kulluk edeceksiniz. (Matta İncili 4:10).

Ancak, tanrının bu mutlak hakimiyet arzusu, a priori olarak diğer varlıkların köleleştirilmesini gerektiriyordu. Çünkü mutlak zamansal güç, yalnızca tek başına var olabilirdi. Çünkü gücün paylaşılması, diğer özgür varlıkların mevcudiyetini gerekli kılıyordu ve diğer özgür varlıklar, düşmüş meleğe, ondan daha az güçlü, yine de bir yaratık olarak aynı ontolojik saygınlığa sahip diğer varlıklardan yalnızca biri olduğunu anımsatıyordu.

Kötülük, nihayet, diğer iradeleri ele geçirmek, onları kuklalara dönüştürmek istiyordu. Kötülüğün nihai rüyası, her şeyi kontrol eden tek bir gücün rüyasıydı. Dünyayı yerle bir etmek ve diğer iradeleri zorlamak, kötülüğün mutlak zaferi için, giderek mümkün tek seçenek haline geldi.

Bu tahakküm, İncil’deki şu olumlamayı taklit ediyor: “Eğer yaşarsam, artık yaşayan ben değil, bende yaşayan Mesih olacaktır” (Galatyalılara Mektuplar 2:20).

İyilik yapma arzusunun arkasında, kendi irademizi başkalarınınkine empoze etmek motivasyonu yatıyor. Yaradılışı kendi suretinde yeniden tasarlayıp, her şeyi kendi yargısına göre düzenleme arzusu dediğimiz şey, kendi iradesini başkalarınınkine dayatan kötücül bir ereğe işaret ediyor.

Bedeli ne olursa olsun başkaları için iyilik yapmaya yönelik paternalist iradede gerçekten de bu motivasyon vardır.

İyiden yana olmanın güvencesiyle, kendi sözüm ona adil tasarımlarını başkalarına dayatıp, başkalarının geleceğine karar verme isteği, zorbalığa ve barbarlığa giden yolu açıyor.

Görünüşte “iyi bir kaynaktan” gelen bu korkunç kötülük yüzünden dünya bu halde bulunuyor. Doğru ve haklı sebeplerle yola çıkılsa bile, yolculuğun bir yerinde, ortak olması gereken ahlaki taahhütlerden sapma olasılığı bulunuyor.

İyilik, insanın, normalin çok ötesinde acı çekmesini, tahammül etmesini ve sahip olmadığı bir beden ve zihin gücünü gerektiriyordu. İnsan, bu çetin sınavda, ayartmalara ve kendi iradesine karşı baskılara maruz kaldı. Sonunda bu baskılanmalar nedeniyle çatladı ve başarısızlığa mahkûm oldu.

Bu açıdan bakıldığında, insanın bu başarısızlığı bir “ahlaki başarısızlık” olarak görülemez. Çünkü, insan, bedeninin ve ruhunun kalıcı gücü üzerinde mutlak sınırlamalara sahip, sonlu bir varlıktır. Bana öyle geliyor ki, insan, kötülüğe karşı, yalnızca, fiziki ve ruhi sınırlarının çok altında bir çaba ve direnç gösterirse, ancak o zaman, bir ahlaki başarısızlıktan söz edilebilir.

Tarih, insanın, elinden gelen her şeyi yaptığını, iyilik yoluna kendini adadığını, ancak buna rağmen, görevin felaketle sonuçlandığını yazıyor.

Parmağını kötülüğün arı kovanına sokan herkes, ne kadar direnmeye istekli olursa olsun, bir eşikten sonra ona teslim olur. Bence gerçek direniş, o kovana parmağını hiç sokmamak olacaktır.

Önce bir fikir geçer aklınızdan, ondan hoşlanırsınız, sonra onu kabul edip, harekete geçersiniz, sonra bir karakter haline geldiği noktaya kadar, kurtulmaktan ümidinizi kestiğiniz (kötü) bir alışkanlık haline gelir.

Bir şey tarafından sanki bir sifonla aşağı çekilirsiniz. Dürtülerin viteslerine takılıp cazibenin girdabına yakalanırsınız, sonunda bağımlılık hayvani ve aciz olanı açığa çıkarır.

Vurgu yapmak istediğim şey, cep telefonuyla başlayıp ekran bağımlılığı ile devam eden adını anımsamadığım bir sürü kötücül alışkanlıklar manzumesidir. “Usus” (ölçülü kullanım) ile “Abusus” (ifrat, aşırılık) arasında, dürtü ve cazibe arasında salınan içsel kasırgadır.

Çok fazla abartmayalım, çünkü bu nihayet bir insan doğası sorunsalıdır.

Başarısız olmasının beklendiği anda, öngörülemeyen tersine bir dönüşle, arınmaya dair bu arayış ve çaba başarılı olur. Ancak bu tersine çevirmenin, sadece biblik (İncil’e dair) bir bağışlanma sayesinde mümkün olduğu insana ezberletilmiştir. Tanrısal bir döngüye girmeyi mümkün kılan şey, işte bu acımadır. Bu merhamet sayesindedir ki,Kabil, cennette kendine bir “kredi”açmayı umarak, Habil’i öldürmekten son anda vazgeçmiştir.

İnsan, çektiği acılar nedeniyle, haklı olarak, en yüksek onurlarla ödüllendirildi ve gösterdiği sabır ve merhametona tanrısal merhamet olarak geri döndü. Tarihsel başarısızlık beklenmedik tanrısal bir lütufla düzeltildi. Çünkü, kurdun sürüye dair emellerinden sadece çoban sorumluydu.

Hıristiyan terminolojisiyle söylersek, Tanrı’nın yolları anlaşılmayacak kadar gizemliydi.

Görüldüğü gibi, tanrının eli, iyiliğe ve kötülüğe aynı anda dokunan bir eldi.  Çünkü, Yehuda öpücüğüyle, aslında kendine ihanet ederek, niyet etmediği bir iyilik yaptı.

Çünkü Tanrı, kötülüğün var olmasına izin vermemektense, kötülükten iyiliği çıkarmayı tercih etti. Çünkü tanrı kötülükten iyiliği çıkaracak kadar güçlü ve iyi olmasaydı, yaratılarına ve icraatlarına, hiçbir şekilde, kötülüğün girmesine izin vermezdi.

Thomas Aquinas, “Evreni oluşturan her şeyden takdire şayan bir güzellik doğar ve bu bütünde, iyi düzenlenmiş ve yerine konmuş kötü dediğiniz şey, sadece iyinin parlaklığını açığa çıkarmakla mükelleftir.” der.

Kötülük bence resmin içindeki gölge gibidir, yakından bakınca sadece bir leke görüyorum; ama bakış açımı değiştirebilseydim, bu lekenin bütünün ihtişamını arttıran bir şey olduğunu görürdüm.

Kısacası, kötülük sorunu, aslında kötülüğün kökeniyle ilgili bir sorun değil, onun nihai sonuyla ilgili bir sorundur.

Birçok insan, dünyayı, eşit güçlerde, Işık ve Karanlık arasındaki bir boğuşma olarak düşünüyor. Oysa insanlığın varoluş serüveninde iyilik ve kötülük iki eşdeğer ilke hiç olmadılar. İyinin hep bir önceliği vardı. Kötülük her zaman ikincildi. Çünkü, başlangıçta hiçbir şey kötü değildi.

İnsan, sürekli olarak, yaşam ve hakikat veren gizli ateşi, o ebedi alevi arayıp durdu. Ama bulamadı. Gerçi onu bulsa bile, özümseyemezdi. Bu, sürekli kendisini aşan şeyi aşmak istedikçe daha yüksek (içsel ve dışsal) duvarlara toslayan insanın sonluluğunun işaretiydi.

Bana kalırsa, kötülükte, her zaman bize dayatılan sınırları aşma iradesi bulunuyor. İnsan, kötülüğü, ölümsüzlüğünü arzulayarak, kendini sonluluktan kurtarma istenciyle yapıyor.

İnsan, ölümlülüğünü genellikle bir yoksunluk, bir mülksüzleştirme süreci olarak yaşıyor. Oysa ölümsüz tanrılar, dünya var olduğu sürece, onu, ye ye bitmez bir “hediye” olarak algıladılar.

Tek tanrılı dinlerin teolojisine yedirilmiş kurtuluş olasılığı, mülksüzleştirmeyi tersine çevirmeyi, daha yüksek bir zaman düzleminde devam etme olanağını ve ölümü yenmeye dairbir perspektifi içinde barındırıyor.

Her insanın kalbinin arzu ettiği, gerçekliğin işte bu sonsuz boyutu, ebedi hayatta kalmanın bu zamansız yönü, sadece ölüm gerçeği sayesinde diri kalabiliyor.

Oysa ölüm, yaşama son verirken, herkesin teslim olmasını ve her çeşit mülkiyetten feragat edilmesini talep ediyor. Fakat aynı zamanda onun sayesinde, dünyasal ilişkilerimizde, sevgi, sadakat ve neşe gibi şeylerin değerini daha iyi anlamaya başlıyoruz.

Ebedilik metafizik evrende belirsiz bir umut olarak salınıyor ve her şeyi kaybetme korkusuyla karşılaştırıldığında, çoğu insan için pek değersiz bir şeydir. Sonunda sınırı ihlâl etme arzusu hâkim oluyor.

Varoluş serüveni boyunca bu sınır aslında sürekli kaydı ve tekrar tekrar geri çekildi.

Kısacası, Kötülük, Güç ve İhlal arasında bir diyalektik bulunuyor. İnsan ıstırap ve kötülüğü kışkırtarak tüm yaratılışın içine sızmaya çalıştı. Sonunda, yaratılışın içine tamamen nüfuz edip, tüm zemini işgal ederek kendini sonsuzluğa eşitlemek istedi.

Bu, boğulmamak için dalganın içine saklanmak, ölmemek için canavarın teninde olmak gibi bir şeydi.

Çünkü, insan, kendisini ahlaki tabulardan ve soyut sınırlardan kurtarıp, Tanrı’nın yaratıcı gücünü fethetmek istedi. Çünkü alt-yaratıcı, kendi kişisel yaratımının efendisi ve tanrısı olmak isterken, mertebe atlayıp üst-yaratıcı olmaya çalışıyordu.

Sunulu gerçekliği reddetmenin ve ihlâlin kökleri, elimizdekiyle yetinmemek ve elimizde olandan daha fazlasını başarmak arzusunda yatıyor.

Bu, bir şeyin tadını aldığımızda hep daha fazlasını istemek gibi bir şeydir. ‘Hep daha fazlası’ giderek bir yozlaşmaya yol açtı. Çünkü saltanat yüzüğünün baştan çıkarıcı özelliği parıltısında değil, barındırdığı varsayılan (sonsuz) zamana iz bırakma gücünde yatıyordu.

Bu açıdan bakıldığında, kötülüğün, bir rüzgâr gülü kadar uçucu, derinden bir boşunalık barındıran, hayaletimsi bir varlığa indirgediğimi fark ediyorum. “Kötülük hiçbir şeydir, hiçbir özü yoktur.” çıkarımını yaparak, onu, ebedi bir metafizik evrene gömdüğümün bilincindeyim.

Kötülük ancak bozabilir, yıkabilir, yok edebilir, deforme edip zarar verebilir. Augustin’cı sava bu açıdan katılıyorum: “Kötülük, yalnızca iyinin yoksunluğudur, nihai niyetleri hiçlik olan bir yoksunluktur.”

Biri ya da diğeri ne kadar zeki olursa olsun, hiç kimse her şeyi öngöremez, her şeyi hesaplayamaz. Dikkat ederseniz, olayların küresel vizyonu bizden kaçıyor.

Çünkü hiçbirimiz dünya tarihini yöneten tüm giriş ve çıkışları, labirentleri, sebepleri ve sonuçları bilmiyoruz. Sınırlı bakış açımdan gördüğüm şey, ne pahasına olursa olsun iyilik yapmaya çalıştıkça, kötülük yapmağa o kadar yakın durduğum gerçeğidir.

Dünyanın kum saati boşalıp yüzyılın tüm gürültüleri sustuğunda sonsuzluk, köleyi ve efendiyi, mutluyu ve mutsuzu, ölümlüyü ve ölümsüzü belki aynı katarsis ile aydınlatacak.

Ancak yaşam, bir korku gizi gibi, sadece umutsuzluğu taşıyorsa ne zaferlerin ne de yenilgilerin artık bir hükmünün olmadığı, gerisinin bir öneminin olmadığı gerçeği işte o anda insana bağışlanacak.

Eğer böyleyse, yani hayatın sadece umutsuzluğu taşıyorsa, sonsuzluk seni içine almayacak, seni tanımamıştır çünkü, çünkü kendini ona hiç açmadın.

Yeryüzünde özgürlükten daha önemli bir amaç olabilir mi? Dikkat ederseniz, özgürleştirme demiyorum, çünkü her özgürleştirme biçiminin arkasında, bir baskı altında tutma amacının yattığını düşünüyorum. Foucault’çu sav da, özgürleşen her gücün iktidar sarmalına eklenen yeni bir halka olduğunu ileri sürüyordu.

Kötülük ezici bir güçle ve sürekli bir başarı ile çalışıyor. Ancak, bana kalırsa, bu boşuna bir çabadır, çünkü o, her zaman sadece beklenmedik bir iyiliğin orada kuluçkalanıp büyümesi için zemin hazırlamaktadır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl