Zeus, öteki kötülüklerden de fazlasıyla eziyet çeken insanın, yaşamı kestirip atmamasını, hep yeni eziyetler çekmeye devam etmesini istemişti. Bunun için insanlara umudu verdi —kötülüklerin en kötüsüdür umut…”

Friedrich Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca, #71

Kulturpessimismus [Kültürel karamsarlık] Nietzsche’yle müsemma —ama bu aslında ona Schopenhauer’dan bulaşmış. Hatta Nietzsche aslında sadece taşıyıcı. Suçu, van den Bruck, Spengler, Lagarde gibi ‘muhafazakâr devrim’ci, III. Reichcılara Anglosakson Batının çöktüğünü düşündürmek olmuş. Gerçi düşününce; Tönnies, Weber, Freud, Schmitt, Heidegger gibi akademik zihinlere, Thomas Mann, Junger gibi popüler yazarlara da bulaşmış bu illet. Öyleyse sırf muhafazakâr bir tepki denemez. Katolisizmden beslenip antisemit görünse de, kültürel karamsarlık Alman Yahudilerde de var. Alman Yahudilerin karamsarlığı da Zweig gibi yazarları, Frankfurt Okulundan Adorno ve Benjamin’i hatırlayınca pek küçük değil! Muhafazakâr devrimciler, Sosyalist devrimcilerle kültürel karamsarlıkta mutabık gibi. Arendt ne güzel istisna. Helal olsun ‘her insan yeni bir umut’ deyişine.”

Böyle demişim, 20 Eylül 2020 gecesi tuttuğum notlarda. Aylar sonra ortaya çıkan bu yazı, taslak halinde kalan söz konusu notların coğrafi ve entelektüel bakımdan genişletilmesiyle birlikte Avrupa’nın düşünce tarihini başka bir patikadan dolaşmayı amaçlıyor.

***

Kültürel karamsarlık, kültürel kötümserlik ya da kültür kötümserliği (Alm. Kulturpessimismus; İng. cultural pessimism), isminden de anlaşılacağı üzere, en geniş manasıyla bir kültürdeki güncel yönelimlere ve geleceğe ilişkin kötümserliği, karamsarlığı ifade eden bir kavramdır. Uzak geçmişte kökleri bulunabilse de, kültürel karamsarlık modern zamanlarda sanayileşmenin, şehirleşmenin, sekülerleşmenin ve bunların sonuçlarından biri olan yabancılaşmanın ortaya çıkardığı bir krize karşı bireyi alarme etmekten entelektüel bir görev devşiren sanatçı ve düşünürlerce dile getirilmiştir. Bu yaklaşım Yahudi ve Hıristiyan teolojisinde Mesihçi bir beklentinin teodise anlayışından beslendiği gibi, Aydınlanma felsefesinin temel tezlerinden biri olan toplumsal ilerleme, beşeri mükemmelleşme gibi fikirlerin sorgulanması ve eleştirel bir gözle yeniden yorumlanması neticesinde ortaya çıkan bir yeryüzü kıyameti (apokaliptik bir politik olay) teziyle de ilişki içinde gelişmiştir. Dolayısıyla kültürel karamsarlık –tıpkı kültürel iyimserlik gibi– determinist düşünce okullarınca sahiplenilmiştir. Bu yaklaşımın önemli temsilcilerinden Karl Marx ve Friedrich Engels’in 1848’de yayınladığı Komünist Manifesto’daki sözleri bu kötümserliğin içinde, yeryüzü cennetini tesis etme iyimserliğinin çekirdeğini de gösteren bir kıyamet haberciliği olarak okunabilir. İşlerin kontrolden çıkışına dair şöyle der Marx ve Engels:

Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor (…) Modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirmiş olan bu toplum, yeraltı güçlerini kontrol edemez bir büyücüye benziyor.”1

Bu bağlamda kavramın tarihini biraz açmakta fayda var. Kültür kötümserleri gözledikleri gelişmeleri veya belirli işaretleri, izleri, olguları –ölçeğine bağlı olarak, adına “kültür” ya da “medeniyet” dedikleri– belirli bir toplumsal düzenin birden fazla alanda gerilemesinin, düşüşünün, hatta çöküşünün işaretleri olarak yorumlamış ve bu konuları eleştirmiştir. Modern zamanlarda toplumsal sözleşme kuramları etrafında düşünmeye alışan insanlık için bu tutum politik, ekonomik, toplumsal, kurumsal, sanatsal ve felsefi iptidaileşmeyle, yozlaşmayla ilişkilidir. Kültürel kötümserlik, toplumsal sözleşmenin bozulduğu zamanlarda ve yerlerde sesini daha sık ve kolayca duyurur.

Böylesi durumlarda, en azından Avrupa entelektüel tarihine bakıldığında, Hesiodos ya da Anaksimandros’un kötümserliği antik zamanlardan beri ilgi ve destek görmüştür. Uzun Roma çağlarında güçlenen bu geleneğe göre, yapılan, bakılan, büyütülen ve terbiye edilen bir şey olarak kültür (ekme-biçme faaliyetlerinden türemiştir: agri-cultura, tarım demektir) pekâlâ vakti geldiğinde daha verimli bir hasılat için yakılıp yıkılabilir, zeminin vahşileşmesine rağmen, tazelenmesi için nadasa bırakılabilir. Nitekim klasik çağların düşünce birikimiyle yoğun bir etkileşime giren modern Alman düşüncesinde felaketin, kıyametin ya da ölümün dehşetini övüp onu adeta arzulayan Novalis, Schlegel, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger gibi isimlere bakıldığında, böylesi bir yıkım ve yeniden yaratım beklentisini görmek mümkündür.

***

İnsanın insanın kurdu olabildiğini gören İngiliz İç Savaşının büyük yorumcusu Thomas Hobbes ve insanın her yerde zincire vurulduğunu görüp Parisyen filozofların evrensel bir medeniyet yaratma projesine karşı çıkan, buna karşın Doğaya ve “soylu vahşi”ye dostça yaklaşan Jean-Jacques Rousseau gibi filozofların bazı düşünceleri kültürel kötümserlik olarak yorumlanmıştır. Rousseau’nun bilhassa İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, Emilé ve İtiraflar’ına dağılmış haldeki tezleri, insanların olumsuz kültürel etkiler nedeniyle patolojik bir biçimde eğitildiğini ortaya koyarken, kültürel kötümserliğin yanı sıra ‘doğaya dönüş’ çağrısını ve ‘negatif pedagoji’ antropolojisini de formüle etmiştir.2

18. yüzyılda Giambattista Vico kültürel gerileme süreçlerini tanımlamak için yaşlanma ve ölüm gibi organik metaforlar kullanırken, Montesquieu’nun ve Edward Gibbon’ın Roma İmparatorluğu üzerine kapsamlı çalışmaları, gerileme ve çöküş üzerine epeyce düşünülmüş ama genel olarak Aristoteles’i hatırlatan sözler söylüyordu. Bu konuda Alman Justus Möser ve İrlandalı Edmund Burke gibi muhafazakâr tınıları dikkat çeken diğer kültür kuramcılarını da hatıra getirebiliriz –ve tabii çok kısa süre sonra muhafazakâr ikaza karşı, nihilist bir dalganın ve Schopenhauer etkisinin3 ortaya çıktığını da! Ancak tüm karşıt seslere, itirazlara rağmen, 1750’lerden itibaren onyıllar boyunca Aydınlanmadaki hâkim tonlama, birey ve toplum konusunda –Voltaire’in Candide’inin Leibniz’in ‘mümkün dünyaların en iyisi’ anlatısını hicvettiği üzere– alabildiğine iyimserdi ve özgürlüğün/insanlığın ilerlemesine dönük liberal bir perspektife sahipti.

Aydınlanmanın hegemonik söylemi, ideolojilerin doğuşuyla birlikte sarsılmaya başladı. İlerleme fikri, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimiyle birlikte yavaş yavaş yerini sadece muhafazakârların liberallere itirazlarına değil, otantik milliyetçilerin soyut evrenselcilere dönük eleştirilerine, radikallerin de burjuva düzenine dönük isyanlarına bıraktı. Zira Yedi Yıl Savaşlarının ardından gelen yirmi beş yıl zarfında, eski “toplumsal sözleşme” çökmüştü ve yerine yenisinin konması konusunda farklı beklentiler vardı. Bu ideolojik yönelimler yüz yıl kadar tam manasıyla ayrışamadı ve eskiyle yeni iç içe yaşamaya devam etti. Öyle ki, Marx ve Engels’in Manifesto’da söylediklerine otuz yıl sonra, Nietzsche, “Umutsuz bir ilerlemenin avuntu sözü” diyordu;

“–Çağımız bir geçici-durum izlenimi uyandırıyor; eski dünya görüşleri, eski kültürler kısmen hâlâ mevcutlar, yenileri ise henüz kesinleşmediler ve alışkanlık haline gelmediler ve bu yüzden bütünlük ve tutarlılık kazanmadılar. Sanki her şey bir kaosa dönüşecekmiş, eski ortadan yitecek, yeni hiçbir işe yaramayacak ve çözülecekmiş gibi görünüyor.”4

Muhafazakârlar 1789’un ardından yıkılan ya da uzunca bir süredir yıkılmakta olan Eski Rejimin (nizam-ı kadimin) yüzlerce yıl varlığını koruduğu bilgeliğe ve Hıristiyan-insanın günahkârlığına, kusurluluğuna, mükemmelleşemezliğine atıf yaparken, milliyetçiler kitle iletişiminin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan bir “hayalî cemaat” olarak milleti tüm ayrık otlarından temizlemek ve homojenleştirmek gerektiğini söylüyordu. Ancak modernliğin yeni tanrısı olan millete kul olamayacak kimi günahkârlar, sapkınlar, köksüzler vardı: Almanca-dilli milletler ve Katolik ülkeler için Yahudiler bunlardan biriydi.5 19. yüzyılın ortalarına dek ister ütopik, ister bilimsel diye nitelensin, sosyalist hareketin teorisyenleri de yaşanan büyük travmatik gelişmelere karşı isyankâr sesleri antikçağ düşüncesi, Yahudi teolojisi ve modern Mesihçi beklentileri sentezleyerek yükselterek “seküler bir kıyamet”in –proleter devrimin– mevcut sefaleti sona erdirmesini öngörüyordu.

Özellikle Alman birliğinin sağlanmasıyla karakteri iyiden iyiye ortaya çıkan Prusya tipi modernite, haklardan önce sorumlulukları vurgulayan bir agresif uluslaşma örneği olması hasebiyle, folk kültürü, Batı Avrupa’nın evrensel ölçekte hegemonik kültürüne karşı kıskançlıkla ve hınçla sahiplenmiştir.6 Gücünü giderek etnikleşen kültürüyle birlikte kötümserliğin Schelling, Schopenhauer, Hartmann gibi temsilcilerinin yanı sıra, hızlı askeri sanayileşmenin var ettiği Çelik Romantizminden de alan bu sert Aydınlanma-karşıtlığına, Francofobiaya (Fransız-karşıtlığıya) ve Anglofobiaya (İngiliz-karşıtlığına) toplumsal bağlamda içe dönük bir hınç nesnesi olarak antisemitizm ve antikomünizm de eklenmiştir.

Almanların Fransa’yı ağır bir yenilgiye uğrattığı Sedan Zaferi (1870) sonrasında, Gobineau ve Darwin’in ırk tezlerinin toplumsal-siyasal mücadelelere taşınıp konu edilmesi ve Wilhelm Marr gibi ajitatörlerin faaliyetleri, kültürel karamsarlıkla etnik ırkçılığı birleştirmiştir. Irkçı fikirler paranoyalardan besleniyordu ve bu zihniyete göre, sözde Yahudi materyalizmi ile enternasyonalizm yeni birleşen Almanya’yı dinamitleyen tezleri kamuoyuna servis ediyordu. Almanya’ya karşı olan bütün “kötü adamlar” hep Yahudiydi ve bu, artık geri döndürülemez bir kültürel söylem üstünlüğüne dönüşmekteydi. Marr çok-satan antisemitizm kitabı Der Weg zum Siege des Germanenthums über das Judenthum’da (1880), “Batının ve özellikle Cermenizmin kültürel-tarihsel iflası tüm acımasızlığıyla görünüyor” diyordu. Bu arada antisemitizm gibi, anti-Christ ve Hıristiyanlık-karşıtı bir duygu da yükselişteydi ve Arthur Schopenhauer ve Richard Wagner’in arayışlarının takipçilerinden olan Friedrich Nietzsche, “Kutsal olan her şey dünyevileşiyor” diyen Marx’ı bir kez daha teyit edercesine “Tanrı’nın ölümünü” ilan ediyordu.

Bu büyük bir anlam erozyonunun ifadesiydi. Bütün değerler değersizleşmekteydi. Bilim arttıkça, bilgi çoğaldıkça Kilise önemsizleşiyor, Tanrı ölüyor, dünyanın büyüsü bozuluyordu. Nihilizm her yerde hızla karşılık gördü. Sınıfsal, ırksal ve ulusal nefretler enerjilerini hızla bir “öteki” bulup işlevselleştirdi. Ancak mesele Afrikalıların, Çinlilerin ya da Yahudilerin ‘insan-altı’laştırılmasından ya da Kilise-karşıtlığından, Tanrı-karşıtlığından ya da kapitalizm-karşıtlığından daha fazlasıydı. Giderek agresifleşen toplumsal fikir ve faaliyetlere dair Nietzsche 1878’de, İnsanca, Pek İnsanca’da şöyle yazıyordu:

Duyguların, bilgilerin, deneyimlerin toplamı, yani kültürün tüm yükü öyle arttı ki, sinir ve düşünme güçlerinin aşırı uyarılması genel bir tehlikedir. Avrupa ülkelerinin kültürlü sınıfları istisnasız nevrotiklerden oluşuyor ve en büyük ailelerin hemen hemen her birinin bir üyesi deliliğin eşiğinde duruyor.”7

Emperyal Çağ, gücün yozlaştırıcı etkisi altındaki imparatorluk merkezlerinin (Avrupa medeniyetinin) hem başkasını, hem kendisini çıldırtmasıydı. Sadece Edvard Munch’un 1893 tarihli Çığlık’ında değil, John Ruskin’in, Van Gogh’un ve Nietzsche’nin de yaşam öyküsünde özetini gördüğümüz üzere, onu yaşamsal gücünden edip ölüme sürükleyen bir lanetti bu.8

***

Bu noktada durup modernitenin krizi üzerine düşününce, kabaca yüz yılda müthiş bir hızla bireyselleşmiş, şehirlileşmiş, kapitalizmin hâkim olduğu Batı kültürünün yarattığı bütünleşik uygarlığın –yani “Batı medeniyetinin”– sonunun yaklaşmakta olduğu yönündeki değerlendirmeler pekâlâ sosyoloji ve psikolojinin birer bilim dalı olarak ortaya çıkışıyla da beraber okunabilir. Modern sanayi toplumunun biri toplumu (sosyoloji), biri bireyi (psikoloji) çözümlemeyi ve boğulmaktan korumayı amaçlayan bu iki bilim dalının da, Yüksek Emperyalizm, İkinci Sanayi Devrimi ve Uzun Depresyon (1873-1896) sırasında ortaya çıkmış olması tesadüfi değildi. Ferdinand Tönnies’in insanlığın kırdan kente yoğunlaşmasını sorguladığı Cemaat ve Cemiyet’i, Emile Durkheim’ın intihar, anomi, çöküş, normsuzlaşma, mekanik ve organik toplum konuları üzerine tezleri, Max Weber’in “dünyanın büyüsünün bozulduğu” ve insanın “aklın demir kafesi” içine sıkışmış olduğu yönündeki incelikli ama ziyadesiyle kültürel kötümserlik içeren değerlendirmeleri hep bu dönemin analizleridir. Georg Simmel’in “para felsefesi” dediği kentsel zihniyet incelemesi, kent yaşamındaki büyük boşluk hissi üzerine tahlilleri yüzyıl dönümünün âdeta fotoğrafını çekerken, Werner Sombart’ın (Marx’ın Yahudi Sorunu’nda söylediklerine nazaran daha rafine bir hal almış olsa da birtakım antisemit görüşlerle) burjuva kapitalizmiyle Yahudi enternasyonalizmini özdeşleştirmesi de Almanya’daki sağcılaşmayı açığa çıkarır.

Fransa’da Gustave Le Bon şehirlerde kaynayan, huzursuz kitlelerin (avam takımının) psikolojisinin yönetilip yönlendirilmesi gereği üzerine proto-faşist tezlerle uğraşırken, Sigmund Freud kültürel karamsarlığını hiç gizlemediği 1908 tarihli bir psikolojik tahlilinde kültürel temelli bir cinsel tabunun bireylerin sağlığını nasıl olumsuz etkilediğini, bunun da “toplumsal bozulma”ya nasıl yol açtığının yazmaktaydı. (‘Kültürel’ Cinsel Ahlak ve Modern Nevrotiklik). Freud, Büyük Savaşın korkunç tahribatından yıllar sonra, aynı zamanda bir başka büyük krizin (Büyük Buhranın) gölgesinde yayınladığı Kültürün Huzursuzluğu adlı eserinde de (1930), modern kültürün ihtiyaçlarının, insanın ölüm içgüdüsünün karşısında konumlandığını hatırlatacaktı. Modernitedeki sonsuz bir ‘şimdi’ye karşı, mutlak bir ‘ölüm’ teması insanı ister istemez kaygılandırıyordu.

***

Sosyoloji ve psikolojiye edebiyatın perspektifini katmamak hikâyeyi eksik bırakacaktır. Kraliçe Victoria’nın Britanya’sında şehir yaşamının yarattığı toplumsal altüst oluşu ve ahlaki yozlaşmayı vurgulayan uçsuz bucaksız bir edebi kanonun ortaya çıkması kabaca yetmiş yıllık (1848-1914) bir dönemde gerçekleşmiştir. Tefrika romanlar aracılığıyla Charles Dickens’ın, Wilkie Collins’in kaleminden çıkıp geniş kitlelere ulaşan toplumsal eleştiri, George Eliot’ın ve John Ruskin’in “geriye doğru ilerleme” çağrısıyla katmerlenmiş, 1869’da Matthew Arnold’ın “filistenler”den, “barbarlar”dan bahsettiği ve Victoria Çağının ikircikli kültürel karamsarlığını, huzursuzluğunu ortaya koyan Kültür ve Anarşi’yi yayınlamasıyla anahtar kavramlarına kavuşmuştur.9

Mesele burada kalmayacak ve 1870’ten itibaren Londra’da underground culture diye bir şey çıkacaktır. Bu underground, başkentin metro ağının kurulmasıyla ilgiliydi, hiç şüphesiz. Metro, inşa edilirken, genç ve karamsar insanları yeraltına, ışıksızlığa, karanlığa ve nihayet ölüm ve mezar fikrine yöneltti. Zira o yıllarda Britanya kırsalının ve ona bağlı olarak tarımın çökmesiyle birlikte şehirlerde kıtlığa ve çöküşe dair panik ve karamsarlık hâkimdi. Britanya, hem perişan işçilerinin insafına hem de ırksallaştırıp aşağıladığı sömürgelerine daha bağımlı hale geldi. 1890’lara gelirken bu ortam değerlerin daha da hızla değersizleşmesine ve nihilizmin yaygınlaşmasına yol açtı. Thomas Hardy’nin “mümkün dünyaların en kötüsü”nü resmeden romanları işte bu atmosferde yazıldı ve karamsarlığıyla, Tanrı-karşıtı tarzıyla adeta Schopenhauer’in pessimismusunu İngiliz edebiyatına taşıdı.

Bu çalkantılı dönemde “bir entertainment olarak cinayet” 1887’den itibaren Sherlock Holmes’ün yaratıcısı Arthur Conan Doyle gibi usta anlatıcılara kavuşurken, 1888’de ortaya çıkan Karındeşen Jack gibi seri katillerle de kentteki gündelik hayat gündemini şiddet belirlemiştir. Thomas Hardy’nin 1890’larda yayınlanan Çılgın Kalabalıktan Uzak ve Adsız Sansız Bir Jude gibi yıldırıcı, ürkütücü, sarsıcı toplumsal tasvirleriyle bir bakıma yozlaşmış kentten taşraya, yozlaşmış taşra kanunlarından da yalnızlığa kaçış fikri gelişirken, H. G. Wells’in güneşin sönmesini “müjdeleyen” Zaman Makinesi (1895) gibi eserleriyle de bugünden geleceğe kaçış söz konusu olmuştur. Bir diğer ifadeyle, edebiyat medeniyetin üzerinde biriken kara bulutlardan payına düşeni almıştır. Buna, pekâlâ, George Gissing’in The Nether World (Yeraltı Dünyası) adlı romanından ulus-aşırı anarşist şiddet eylemlerine karışan yoksul gençlerin aktif nihilizmine dek daha birçok şey eklenebilir… Bütün bunlara ve daha fazlasına arka plan olan şeyin İkinci Sanayi Devriminin teknolojikleşme ve makinalaşma dalgasıyla beraber 1873-1896 arasındaki ilk Büyük Depresyon “the Long Depression” olduğu ve geniş sömürgeleri nedeniyle Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğun aslında o kadar da huzurlu bir yer olmadığını bir kez daha hatırlatmak isterim.

Tekrar kıtasal Avrupa’ya dönersek; Almanca-dilli coğrafyada söz konusu kasvetli toplumsal-ekonomik atmosfer Alman edebiyatında “kara modernist” diyebileceğimiz bir çizgiyi belirginleştirmiştir. Thomas Mann ve Franz Kafka gibi hemen akla gelen isimler 1900 civarından itibaren yazdıklarıyla gergin, karartılı, çöküş temalarıyla edebiyata bunaltıcı bir hava katmıştır. Mann’ın Buddenbrooklar: Bir Ailenin Çöküşü adlı burjuva eleştirisi romanı Reşat Nurivâri bir Yaprak Dökümü hikâyesiyken, Kafka’nın hukuk, bürokrasi, irrasyonalite üzerine Dönüşüm ve Dava gibi eserleri bireysel ve toplumsal anominin nitelikli anlatımlarıdır. Grotesk, çarpık-çurpuk, huzursuz temalarıyla Birinci Dünya Savaşının eşiğinde doruk noktasına ulaşan Alman Ekspresyonizmi de, modern hayatın kaos ve ıstırabına Georg Trakl, Gottfried Benn ve Georg Heym gibi patolojik şairlerle karşılık vermiştir.

Fransa’da ise fin de siècle genel olarak yozlaşma ve çöküş anlatılarıyla şekillenmiş ve nihai felâkete coşkuyla ilerlendiği hissini sanata taşımıştır. Fin de siècle’ın “ruhu” Baudelaire’in eserlerinin izdüşümlerini görebileceğimiz üzere, genellikle can sıkıntısı, sinizm, karamsarlık ve medeniyetin çöküşüne dair kültürel temalara ve inançlara atıf yapıyordu. Nitekim Arthur Rimbaud’nun “çağın hastalığı” dediği bir şey söz konusuydu. 1880’lerden 1900’lere uzanan fin de siècle kuşağı irrasyonalizmi, sezgiciliği, dirimselciliği ve elitizmi desteklerken, çağın hâkim zihniyeti medeniyeti kitlesel ve topyekûn bir çözüm gerektiren büyük bir krizde görüyordu.10 Zira İngiltere bahsinde belirttiğimiz üzere, Yüksek Emperyal Çağ, İkinci Sanayi Devrimindeki teknolojizm ve ekonomideki Uzun Depresyon –Dreyfus Davasında gördüğümüz üzere– ülkedeki sinirleri iyice sertleştirmişti. Max Nordau’nun Dejenerasyon’unun çevirisinin (1897) ya da André Gide’in Ahlaksız’ının (1902) yayınlandığı gün binlerce kopya sattığı bu dönemde, felâket tellallığı yapan çok tema birbirini tekrar edip duruyordu ve bütün temaların özetini Paul Valéry’nin “La crise de l’esprit” başlıklı denemesinde görmek mümkündü.

Yeri gelmişken belirtelim: Kültürel kötümserlik genel olarak muhafazakârlıkla ilişkili görülmekle birlikte, Georges Sorel gibi Marksist geleneğe mensup yazarlar da sıklıkla kültürel kötümser bakışı benimsemiştir ve “Tüm gelenekler tükendi, tüm inançlar yıprandı (…). İyi insanı ıssız kılmak için her şey birleşmiş gibi (…) Çöküşün sonunu göremiyorum ve bu bir veya iki kuşak içinde ortadan kalkacak gibi değil. Kaçınılmaz sonumuz bu!” diyordu.11

***

Bu kadercilik ve astrolojik tarih okuması bir yerde entelektüel falcılığa dönüşmüştür. Nitekim Oswald Spengler, 1918 ve 1922’de iki cilt halinde yayınladığı Batının Çöküşü adlı eseriyle muazzam bir başarı yakalamış; ardından yazdığı İnsan ve Teknik’te ise insanın sanayi toplumundaki gayrıinsanileşme sürecini ele almıştır. Bu topyekûn değer yitimi, özgürlük kaybı ve kültürel erozyon, önceki sanatçılar tarafından decadence tipleri olarak edebiyat ve resim-heykele (hatta 1927’de Fritz Lang’ın Metropolis filmiyle sinemaya) nüfuz ederken, çok yakında Batı medeniyetinin mutlak bir çöküş yaşayacağı fikri, Birinci Dünya Savaşının gölgesinde büyük bir korku yaratmıştır. Spengler, biyolojiye benzer şekilde doğum, gençlik, yetişkinlik, olgunluk ve ölüm aşamalarına tâbi olan kapalı, döngüsel kültürel birimlerden oluşan bir model tasarlar. Burada, medeniyeti nihai bir aşama ve önceki kültüre keskin bir tezat olarak görür. Teknik dehâyı; sistem bireyi; medeniyet kültürü ortadan kaldırır. Spengler bu geçişi antikçağ için 4. yüzyıla ve Batı kültürü için 19. yüzyıla yerleştirir: Donup taşlaşmış, yaşam enerjisini yitirmiş bir medeniyet, olgun ürünler vermeyi başaran her kültürün kaçınılmaz kaderidir.

Spengler’in ve Rusya’dan İtalya’ya her yerde çıkan benzerlerinin tezleriyle Valéry’nin Batı dünyasını bir bütün olarak okuma isteğini birleştiren İngiliz Arnold Toynbee Tarih Üzerine Bir Çalışma adlı 12 ciltlik görkemli eserini ve onun özetini sunduğu Medeniyet Yargılanıyor gibi çalışmalarını medeniyetlerin doğuşu, gelişimi ve daha çok da ölümü üzerine yapmıştır. Bilhassa Soğuk Savaşta dirilen pan-İslamist siyasal söylemde Spengler ve Toynbee, Batı medeniyetini nihayet “tek dişi kalmış canavar” olarak görmüş ve Cemil Meriç’ten Sezai Karakoç’a, İsmet Özel’den Ahmet Davutoğlu’na dek kitleleri hazır ve kolay kazanılacak bir büyük zafer beklentisine sokan “Türk Toynbeeciliği”ni yaratmıştır.

***

Tahmin edileceği üzere, 1918’in sonrasında post-apokaliptik bir dünyada yaşamaya çalışan Weimar Cumhuriyetinin kamuoyunda, kulturkritik ve kulturpessimismus halkın daha fazla dikkatini çekti. Özellikle Paul de Lagarde, Julius Langbehn, Arthur Moeller van den Bruck gibi Nasyonal Sosyalizmin öncüleri bu aralıkta yıldızlaştı. Weimar Almanya’sında parlamenter demokrasinin ve sendikaların işlevsizleştirilmesiyle birlikte Katolik karamsarlığı kendini gizleme gereği duymayacağı yeni ve büyük bir alan buldu. Varlık ve Zaman’ı (1927) yayınlayarak insanın dünyaya sıkışmışlığına dair büyük bir eser ortaya koyan Martin Heidegger ile birlikte hukuk felsefecisi Carl Schmitt bu dönemin ruhunu anlamak adına önemli bir diğer isimdir. Onun Parlamenter Demokrasinin Krizi (1927), Siyasal Kavramı (1932) gibi kısa metinleri bile insanlığın liberal Aydınlanma projesinin fetret devrine dair çokça şey söyler.

Diğer yandan, önceki dönemlerin “kültür taşıyıcı seçkinler”iyle karşılaştırıldığında kitlelerin artan önemi nedeniyle, kısmen Nietzsche’ye dayanan “kültürün lümpenleşmesi” tezi rağbet görmüştür. Kitlelerin İsyanı adlı eseriyle tanınan Katolik-Alman-formasyonlu-İspanyol filozof Ortega y Gasset görgüsüz, kural tanımaz bir güruhun toplumsal düzen fikrinden giderek uzaklaştığını ve anarşiye meylettiğini gözlemiştir. Daha farklı bir kaynaktan, ama yine de bu çizgiye paralel olarak İtalya’da da –yine Alman Katolik düşüncesine akraba isimler– Pareto, Michels ve Mosca’nın çalışmalarıyla “siyasal elitler” kuramı ortaya atılmıştır. 1920’lerin ve 30’ların Fransa’sında da –André Gide gibi pek çok düşünür ve sanatçı için– kitlelerin önem kazanması “kültürün gerilemesi” (ve bunun sonucunda eğitimli orta sınıfın yok oluşu) anlamına gelmiştir.

Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanmanın Diyalektiği adlı ortak çalışması, Aydınlanmanın mitlere yenilmesiyle sonuçlandığı şeklinde yorumlanacak yeni bir tartışma başlatmıştır. Aydınlanma Avrupa’sı Nazizmle beraber artık kesin olarak çökmüştür! Gasset’ten Cioran’a dek uzanan ve Katolik karamsarlığını temsil eden zihinsel hattın “kültürel çürüme” dediği şey, Walter Benjamin’in kaçış felsefesinden Stefan Zweig’ın metinlerine, Elias Canetti’nin Körleşme’sinden Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ının kuytularına dek sinen Yahudi karamsarlığında da kendini göstermektedir. Üstelik daha önce Werther ve Bovary gibi kurgusal karakterlerle intiharı gündemine alan Avrupalı entelektüeller, Jack London, Mayakovski, Virginia Woolf, Benjamin ve Zweig’ın intiharlarıyla nasıl bir çöküş ve yıkımla yüz yüze olduklarını da tüm sarsıcılığıyla görmüştür.

***

Bu aralıkta Nietzsche’nin “Dionysosçu karamsarlık” dediği şeyin izini sürmek bir hayli öğretici olacaktır.12 Öte yandan, Fransa’da Albert Camus, Jean-Paul Sartre’ın öncülüğünü yaptığı estetik varoluşçuluktan saparak hayatın saçmalığına verilen ortak tepkilerin genellikle şunlar olduğunu belirtmiştir: İntihar, inanç sıçraması veya isyan. Bilindiği üzere, Camus, son seçenek dışındaki tüm seçenekleri kabul edilemez görüp reddetmiştir. İntihar fikrine dek gidemeyen başkaları ise distopyalarla karamsarlıklarını dile getirmiştir. İngiltere’de Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı (1932) ve George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) artık bu türün en bilindik örnekleridir ve insanın Rousseau’nun özgür doğan insanın “her yerde zincire vurulması” temasını özgür-lük-süz-leşmeyle, teknolojik aygıtlarla donatılmış bir totalitarizm fikrine bağlar.

Sonraki yıllarda da Camus’nün ve Dostoyevski’nin karamsarlığından beslenerek Bitik Adam, Sarsıntı, Beton gibi iç karartıcı eserler yazan Avusturyalı Thomas Bernhard gibi romancılar 1970’lerden itibaren yeni bir bunalım edebiyatı tesis etmiştir. Yozlaşma, iptidaileşme, çürüme ve çöküş fikirlerine dair Schopenhauer ve Nietzsche’den devralınan baştan çıkarıcı miras, aforizma formunda –dolayısıyla kısa, kışkırtıcı, rahatsız edici felsefi parçacıklarla– Adorno, Benjamin ve benzerlerinin elinden geçerek Çürümenin Kitabı (1949), Zamana Düşüş (1964) gibi kitapların yazarı Emil Cioran’a ve benzeri mizantrop nihilistlere gelen yolu uzatmıştır.

***

Peki bütün bunlar, Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” sözünü bez çantalara desenli tasarımlarla yerleştirdiğimiz bir çağda ne anlama geliyor? Hiç şüphesiz, Auschwitz Hiroşima, Çernobil, Afrika kıtlığı, çevresel felaketler ve küresel salgın hastalıklar gibi çok farklı nitelikteki ölümcül gelişmeler sonrasında distopyalar popüler kültürün bir parçası oldu. Artık çizgi-romanlar, anime ve mangalar, televizyon dizileri, siyasi nutuklar bu fikrî çerçevede geziniyor ve felaketler, tıpkı 11 Eylül ve benzeri terör saldırılarında gördüğümüz üzere, bir TV yapımıymışçasına entertainment olarak izlenip konuşuluyor.

Mevcut tartışmalarda da kültürel karamsarlık kavramı, artan teknoloji düşmanlığı eleştirisi ve abartılı küreselleşme korkusu gibi çeşitli bağlamlarda karşımıza çıkıyor. Post-apokaliptik görsel eğlenceler, yukarıda saydığımız soykırım, atom bombası, nükleer facialar ya da açlık ve savaşı doğrudan yaşamamış geniş kitlelerde keyif verici bir story-telling meselesi olarak revaçta. Yani günümüzde dile gelen kıyamet senaryoları, “fantastik” olarak görülüp heyecanla, coşkuyla karşılanıyor. Tıpkı 1914’ün arefesinde olduğu gibi… Bu sinik, duyarsız, pasif nihilist yığınların arasında, bir yandan bilimin altın çağını yaşarken, bir yandan da bilim-karşıtlığının, daha iyi bir dünyaya doğru ilerleme umuduyla kıyamet arzusunun iç içe olduğu bir sınır noktasında duruyoruz. Yerle gök, karayla deniz arasında bir yerde durup bize seslenen Matthew Arnold gibi:

Ah, aşkım, birbirimize karşı dürüst olalım!

Önümüzde bir düşler diyarı gibi uzanmış görünen dünya için,

Çok çeşitli, çok güzel, çok yeni,

Gerçekteyse ne neşe, ne sevgi, ne ışık,

Ne bir netlik, ne huzur ne de bir acıya çare var;

Ve biz buradayız: Karanlık bir ovada olduğu gibi…

1 Karl Marx, Friedrich Engels, The Communist Manifesto. Modern Edition. Eric Hobsbawm’ın sunuşuyla, Londra, New York: Verso, 1998, s. 35 ve 37.

2 Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’de (çev. Sabahattin Eyuboğlu, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 9. basım, 2019) “Bozulma gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız bozulmuştur” der (s. 11) ve sonrasında tarihten verdiği örneklerden güç alarak modern Batı medeniyetinin de bozulmasının bir çöküşle sonuçlanacağını anlatır.

3 Özellikle Arthur Schopenhauer’ın akıl değil, istenç vurgusuyla başlayan felsefesi insanın yaşam arzusunun önemli bir parçası olan tahmin hissinin nadiren sürdüğünü, insanların hayatının bir iradenin tecelli gayretinden başka bir şey olmadığını söylüyordu. Bu yaklaşıma göre, tatmin anları bile, sıkça tekrarlandığında, yalnızca can sıkıntısı, hissizleşme ve varoluş sancısına yol açar. İnsan acı ve can sıkıntısı arasında gidip gelir ve bu ironik döngü sonunda varoluşun gerçeğindeki (nichtigkeit) kibri görmemizi ve varoluşumuzun amacının mutlu olmak olmadığını anlamamızı sağlar. Frederick Beiser, Eduard von Hartman’ın 1869’daki Philosophie des Unbewussten (Bilinçdışının Felsefesi) adlı çalışmasıyla, Schopenhauer’ın felsefesinin Schelling’in son dönemine sıkı sıkıya angaje olduğunu hatırlatır ve Schelling’i Alman karamsarlığının asli bir üyesi sayar. Ne var ki, günün sonunda Schelling Mutlakı ve Tanrı’nın varlığını teyit ederken, Schopenhauer bu iki varlığı da reddeder. “Romanticism and Pessimism”, The Palgrave Handbook of German Romantic Philosophy, der. Elizabeth Millán Brusslan, New York: Palgrave, 2020, s. 574-583. Aynı yazarın “Dünya-ağrısı” kavramı etrafında Alman karamsarlığını ele alan kitabı için bkz. Frederick C. Beiser, Weltschmerz: Pessimism in German Philosophy, 1860-1900, Oxford: Oxford University Press, 2016.

4 Friedrich Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca-1, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 7.basım, 2019,( #248), s. 178.

5 Bu konuda Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları-1, Antisemitizm, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s. 19-75’e ve Zygmunt Bauman, Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, İstanbul: Versus Kitap, 2008 iki çok öğretici kitaptır.

6 Bu konuda hâlâ en öğretici katkıyı Liah Greenfeld ortaya koymuştur. Bkz. Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol’un (çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Alfa Yayınları, 2017) “Almanya” bölümü, s. 415-594.

7 Friedrich Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca-1, ( #244), s. 176.

8 Terry Eagleton, “19. yüzyılda sanayi işçi sınıfı giderek Avrupa’nın ortasındaki karanlık bir kıta gibi görülmeye başladı; uygarlığın ürettiği ama onu hiçbir iz bırakmadan yok edebilecek, isyan etme potansiyeli taşıyan bir güç. Sömürgeciler ile sömürge toplumları arasındaki çekişme uzaklardaki sömürgelerden metropol merkezlerine taşınmıştı” der. Terry Eagleton, Kültür, çev. Berrak Göçer, İstanbul: Can Yayınları, 2019, s. 106.

9 Nietzsche de, 1870’lerin başlarında, henüz Arnold’dan habersiz, defterine “Huzur eksikliğinden dolayı uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru gidiyor” yazmıştı. İnsanca, Pek İnsanca-1, #285, s. 204. Matthew Arnold, Kültür ve Anarşi, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: VakıfBank Kültür Yayınları, 2020.

10 Zeev Sternhell, “Crisis of Fin-de-siècle Thought”, International Fascism: Theories, Causes and the New Consensus (içinde), der. Roger Griffin, Londra, New York, Arnold, Oxford University Press, 1998, s. 169-175. Glyn Hambrook, “Baudelaire, Degeneration Theory, and Literary Criticism”, The Modern Language Review, Vol. 101, No. 4, 2006, s. 1005-1024.

11 Kurt Lenk, Das Problem der Dekadenz seit Georges Sorel”Völkische Bande. Dekadenz und Wiedergeburt – Analysen rechter Ideologie  (içinde), der. Heiko Kauffmann, Helmut Kellershohn, Jobst Paul, Unrast-Verlag, Münster, 2005, s.54’ten alıntı. https://de.wikipedia.org/wiki/Kulturpessimismus (çevrimiçi), 21 Haziran 2021.

12 Joshua Foa Dienstag, “Nietzsche’s Dionysian Pessimism”, American Political Science Review, Vol.95, No.4, 2001, s. 923-937.