Rahmetli şair Refik Durbaş’ı severim. Refik Durbaş şiirini de severim. Son yıllarında “Birgün” gazetesinde yazmaya başladığı haftalık yazılarını da, severek, olabildiğince takip ettim. Zaman zaman facebook sayfalarına aktarıldığında da okumamazlık etmedim. Cumhuriyet dönemi şair, yazar ve edebiyat insanlarımızdan anılar, anektotlar aktarıyordu yazılarında.

Bu yazılar “Şiirin Gizli Tarihi” adıyla kitap oldu.(Doğan Kitap, Kasım 2016, 334 sayfa)

2015 sonbaharında bir gün “Seyfi Baba” başlıklı yazını okuyunca (Şiirin Gizli Tarihi kitabında 128’nci sayfada), iki yerinde gördüğüm maddî hatayı, düzeltmesi için e-mail gönderdim. O da bana bir sonraki yazısında, benim düzeltmeme yer vereceğini belirten cevabî e-mail gönderdi.

Ertesi haftaki yazısının altına koydu da, şimdi baktım da kitapta da yer vermiş benim açıklamalarıma… Ancak kitapta açıklamalarıma yaptığı yorum, benim, yanlışlığını iddia ettiğim iki konuda söylediklerimi kuşkulu durumda bırakıyordu. O nedenden, konuyu başından sonuna belgelendirerek sizlere de aktarmalıyım.

Seyfi Baba”…

12 Mart 1971 hapisliğimden çıktığım 1974 yazında, Bostancı-Küçükyalı-Maltepe semtlerinden eski devrimci büyüklerden; Şair-Yazar Ömer Nida, Esnaf Havlucu İsmail vb. gibi kimselerin çevresinde “Seyfi Baba” denilen (Aslı “Seyfi Tekdilek”) bir kişiyle tanıştım.

1938 Donanma Davası mahkûmlarından birisiydi. 10 yıla mahkûm olmuş, Sinop Cezaevi’nde 1939’dan 1948’e kadar yatmıştı. Kimsesiz, gariban, içeride öğrendiği mobilya cilacılığı işiyle oyalanan, bazen otellerde, bazen eş-dost evlerinde barınan, vakt-i kerahetleri de pek geçirmeyen bir adamcağızdı. Şiir de yazardı, bazı dost meclislerinde, ısrar üzerine, bir orta mektep çocuğu mahcubiyeti içinde, ayağa kalkar, ceketinin önünü ilikler, “Gömleğim” şiirini okurdu.

Refik’in de sözünü ettiği gibi; şiirleri, eşinin dostunun yardımıyla, 1977’de May Yayınları’ndan “Gemide Denize Hasret” adıyla kitap olarak bastırıldı.

O yıllarda bir ara evimde 15-20 gün konuk ettiğimi, 1938 Donanma Davası’nda başından geçenleri, gördüklerini, yaşadıklarını yazması konusunda ısrar ettiğimi, 1979 yazında bir gün Bostancı’nın kıyı kahvelerinden birinde karşılaştığımda, barınacağı ve yardım göreceği bir kapı daha açmak için, ısrarla Kınalı Ada’daki dostlarıma götürdüğümü, ayağını oralara alıştırdıktan sonra, 1981 Temmuzunda rahatsızlanıp Kınalı Adalı dostlarının yardımıyla Heybeli Ada Sanatoryumu’na yatırıldığını, orada 13 Temmuz 1981 pazartesi günü vefat ettiğini anımsadım Refik’in yazısını okurken…

Refik Durbaş’ın yazısının başlarındaki şu paragrafı okuyunca duraksadım:

Olayın özeti ise şu idi: Romancı Kerim Korcan’ın kardeşi Nuri Korcan da deniz astsubayıdır ve o da Nâzım Hikmet hayranıdır. Doğal olarak mektuplaşırlarken araya Nâzım Hikmet’ten şiirler de sıkıştıracaklardır.”

Öncelikle belirteyim ki; Kerim Korcan’ın kardeşi Nuri Korcan değildir. Yavuz’da askerliğini bahriye eri olarak yapmakta olan Haydar Korcan’dır Donanma Davasında; aslında adı “Nuri” olan bir üstçavuş vardır, ancak soyadı Korcan değil, “Tahir”dir, Yani o da Kemal Tahir’in kardeşidir.

Donanma Davası, Yavuz gemisinde dümenci üstçavuş Seyfi Tekdilek’in ( Yani konumuzdaki “Seyfi Baba”) emrindeki er Haydar Korcan vasıtasıyla, gıyaben tanıştığı kardeşi Kerim Korcan’a “Sevgili Kafadarım” hitabıyla başlayan bir mektup yazıp göndermesiyle, bu mektubun da 30 Nisan 1938 günü gözaltına alınan Kerim Korcan’ın kitaplarının arasında polis tarafından bulunmasıyla başlar.

Diğer isimlerin birbirleriyle mektuplaşmalarına gerek yoktur, çünkü gerek Yavuz’da gerekse filonun eklentisi gemilerde başçavuş ve üstçavuşlar bir arada, her zaman yüz yüzedirler. O nedenden dava konusu olan mektup, Yavuz’da görevli üstçavuş Seyfi Tekdilek tarafından, karada, İstanbul’un Küçükpazar semtinde, babasının saat tamirciliği yaptığı dükkânda bulunan Kerim Korcan’a gönderilir. Kerim Korcan gözaltına alınırken, kitaplarının arasından çıkan, elden gönderilen mektubun adresi: “Küçükpazar Caddesi, 28 Nolu saatçi dükkânında Murat oğlu Kerim”dir.

Bütün bunları nereden mi biliyorum? Kitabını yazdım da ondan!

Seyfi Baba”nın ölüm tarihine gelince…

Refik Durbaş’ın yazısındaki noktaya itirazım bundandı. Durbaş’ın yazısının sonlarındaki öteki paragraf ise şu şekildeydi:

13 Temmuz 1978’de kendi yalnızlığında yaşayarak, kendi yalnızlığında göçtü gitti bu dünyadan…”

Oysa ki “Seyfi Baba”nın ölüm tarihi 13 Temmuz 1981 idi.

Kendisine e-mail’le gönderdiğim bu düzeltmelerden sonra Refik Durbaş, ertesi hafta köşesinde; önce, “Bütün bunlar doğru olabilir” dedi, daha sonra da şunları yazdı:

13 Temmuz 1978” tarihini Abdullah Özkan ile hazırladığımız Cumhuriyet’ten Günümüze Türk Şiiri Ansiklopedisi’nden aldım. Özkan uzun yıllar ansiklopedi alanında çalışmış, güvenilir bir araştırmacı. Özkan’ın verdiği tarihin doğru olduğunu düşünüyorum.”

Bunun üzerine, benim verdiğim bilgilere rağmen, doğrulukları konusunda kuşku duyan (ve bu kuşkusunu da yazılı olarak yayan) Refik Durbaş’a, önce sizlerin de sayfada gördüğünüz iki kupürü faksladım. Biri, 15 Temmuz 1981 tarihli Cumhuriyet gazetesinin; “Şaır ‘Seyfi Baba’ Öldü” başlıklı haberi, diğeri de aynı tarihli gazetedeki, “Ölüm” başlıklı, çift sütuna, çerçeveli ilandı. Ölüm ilânının metninde açıkça; “Seyfi Baba… 13 Temmuz 1981 pazartesi günü Heybeliada Sanatoryumu’nda vefat etmiştir.” İfadesi görünmekteydi.

Ama nedense Refik Durbaş; “güvenilir bir araştırmacı Abdullah Özkan”ın ileri sürüdüğü “13 Temmuz 1978”den vazgeçmiyordu.

Ardında da benim, ilk baskısı Aralık 2000’de yapılan; konusu tümüyle 1938 Donanma Davası’nın hikâyesi olan “Sintinenin Dibinde” kitabımın 3’ncü baskısını da kargo ile konut adresine gönderdim.

Kasım 2016’da “Şiirin Gizli Tarihi” adıyla kitaplaşan yazılardan, “Seyfi Baba” isimlisinin halen gazetede yayımlandığı gibi durmasına ben şaşırmaktan başka bir şey yapamıyorum, siz ne dersiniz bilmem…

Belki de, orada görüşmüşlerse, “Seyfi Baba” şunları söylemiş olabilir:

Refik beni dinle; Kerim’in Nuri adında bir kardeşi yoktu, Haydar’dı onun adı. Haydar’dan kim olduğun öğrendiğim ağabeyi Kerim’e “Sevgili Kafadarım” hitabıyla bir pusula-mektup gönderdim çarşı iznine İstanbul’a inen Muhteşem Çavuş vasıtasıyla, elden… Kerim gözaltına alınınca kitaplarının arasından bu benim pusula-mektup çıkmış. Öyle başladı bizim Yavuz’daki er ve erbaşların Donanma Davası tahkikatı…

Ayrıca Emin’in ısrarla üzerinde durduğu tarih doğru; ben 13 Temmuz 1978’de değil, 13 Temmuz 1981’de Heybeliada Sanatoryumu’nda öldüm. Sen askerde imişsin haberin olmadı.”