Ana Sayfa Manşet Vahap Coşkun: Liberalizm “kurtuluşçu” bir ideoloji değildir

Vahap Coşkun: Liberalizm “kurtuluşçu” bir ideoloji değildir

Vahap Coşkun: Liberalizm “kurtuluşçu” bir ideoloji değildir

Röportaj: Metin Aydın

Dünyayla hemhal bir birey, “kurtuluşçu” ideolojilerin ve “iktidar sahiplerinin” oldum olası hazzetmediği bir dünyaya (Liberalizm) iman etmiş bir liberal düşünür; akademisyen kimliği hasebiyle de “Demokratik ve barışçıl bir toplumsal yapıyı savunan herkese düşen, dilleri kısıtlamaya maruz kalan her kesimle dayanışma göstermek, onların haklarının müdafiliğini yapmaktır.” diskuruna bağlı, bu doğrultuda insan hakları hukuku, siyaset teorisi, Türkiye modernleşmesi, Kürt meselesi ve çatışma çözümü konularında akademik makale, köşe yazısı, rapor, kitap, vb. çalışmaları olan Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Vahap Coşkun ile zevkli bir söyleşi yaptık.

-Kendini nasıl tanımlıyorsun? Kimdir Vahap Coşkun?

İnsanın cevaplaması en zor sorulardan biridir “Kendini nasıl tanımlıyorsun?” sorusu, çünkü vereceğin her cevap başına iş açabilir. Herhalde en iyisi, somut verilerden bahsetmek! Diyarbakırlıyım. Hukuk tedrisatından geçtim. Hayalini kurduğu işi yapan şanslı kullardan biriyim. Kitaplara ve futbol topuna sevdalıyım. Ve çok şükür; Trabzonspor ve Real Madrid taraftarıyım.

-Yayınlanmış eserlerinden bahsedebilir misin? Özel olarak üzerinde çalıştığın konular nelerdir?

İnsan hakları hukuku, siyaset teorisi, Türkiye modernleşmesi, Kürt meselesi ve çatışma çözümü konularında çalışıyorum. “İnsan Hakları: Liberal Açıdan Bir Tahlil”, “Ulus-Devlet ve Meşruluk Sorunu”, “Kürt Meselesinin Anayasal Boyutu” ve “Kitabın Ortasından”, yayınlanmış olan çalışmalarımdan bazıları. Elimden geldiğince birçok mecrada, çalıştığım alanlarla ilgili görüşlerimi farklı formatlarda (akademik makale, köşe yazısı, rapor, kitap, vb.) kamuoyu ile paylaşmaya gayret ediyorum.

-“Akademi” ve “akademisyen” kavramlarının literatürdeki karşılığını ülkemizdeki yansımaları üzerinden anlatabilir misin?

Akademi ve akademisyenin kendilerinden bekleneni yerine getirmeleri, ifade ve düşünce özgürlüğü ile yakından bağlantılıdır. Akademi ve üniversite, en aykırı fikirlerin dahi dile getirebildiği, tartışılabildiği ve kimsenin fikri yüzünden bir cezalandırma endişesi yaşamadığı yerlerdir, öyle olmalıdır. Çünkü ancak özgür düşünce sayesinde, bir toplumdaki arızalar belirlenebilir, alternatif çözümler bulunur, toplumu ve dünyayı değiştirecek fikirler üretilir. Bilgi, gerçekten güçtür ve özgür tartışma zemininin olmadığı bir yerde bu güce erişilemez. Türkiye, maalesef, ifadeyi her devirde baskılayan bir tarihe sahip; Türkiye’nin tarihi bir nevi akademinin tasfiye tarihi olarak da okunabilir. Netameli konular vardır; bu konularda resmi tezlerin hududunda kalanların önü açılır, ama hududu aşanlar ya sistem dışına itilir ya da türlü zorluklarla karşılaşır. Gerek fen, gerek tıp ve gerek sosyal bilimlerde mühim eserlere imza atan Türkiyelilerin, genelde Batı üniversitelerinde yetişmeleri ve çalışmaları boşuna değildir. Keza Türkiye’nin toplumsal sorunları aşamaması da, akademinin durumundan bağımsız düşünülmemelidir.

-STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları) üzerine çalışmaların var… Sivil Toplum Kuruluşlarının dünden bugüne bir fotoğrafını çekmen mümkün mü? Ve “sivil olmak” sözünden ne anlamak gerekiyor?

Sivil olmak”, en genel manasıyla “devletin dışında olmak” manasını verir. “Sivil toplum” kavramı da, doğrudan devletin denetimi altındaki alanların haricinde ve görece olarak ekonomik ilişkilerin baskısından uzak, gönüllü ve rızaya dayalı ilişkilerle oluşturulan kurumları ve faaliyet alanlarını anlatır. Özgürlük, özerklik, çoğulculuk, yasalık, gönüllü örgütlenme, esneklik, şeffaflık, devletten bağımsızlık ve kâr amacının güdülmemesi gibi unsurlar, sivil toplumun alamet-i farikalarıdır. Batı’da uzun bir tarihsel arka plana sahip olan sivil toplumun Türkiye’deki gelişmesi 1990’lı yılların sonrasına rastlar. Zira Soğuk Savaş’ın bitmesi ve dünyada özgürlük rüzgârlarının esmesiyle paralele olarak Türkiye’de de bu dönemde resmi ideolojinin kabuğunun kırılmaya ve farklı kimlik mensuplarının itirazları kamusal alana daha fazla yansımaya başlar. Aradan geçen süre zarfında, bir miktar yol alındığı tartışma götürmez. Yaşanan sorunları tespit eden ve çözümler üreten, hak temelli, demokratik değerleri savunan ve topluma faydası dokunan çok değerli sivil toplum örgütleri oluştu. Ancak daha kat edilmesi gereken çok mesafenin de olduğunu belirtmek gerekir. Sivil toplumun teknik (finansman ve uzman eksikliği) ve ideolojik (bir siyasi parti ya da harekete aşırı angaje olma) ciddi zaafları var. Dolayısıyla Türkiye’de bu sahanın güçlenmesi için siyasi, iktisadi ve kültürel düzeyde yapılması gereken daha çok iş var.

-Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde uzun yıllardır hukuk üzerine dersler veriyorsun… Toplum olarak birbirimizin hukukuna gerektiği gibi riayet etmeyişimizin bilimsel karşılığı var mı? Bu “hukuk bilmezliği” salt hukuk bilmiyor olmakla açıklamak ne kadar doğru?

Hukuk bilmezliğin temelinde, teknik manada hukuka vakıf olmamak yattığı söylenemez. Çünkü hiçbir toplum, hukukun teknik inceliklerine bütünüyle hâkim olmaz, hukuki süreçler daha ziyade hukuk profesyonelleri arasında işler. Soruna mutlak bir cevabım olmasa da şunu söyleyebilirim sanırım: Burada asıl sorun, daha gerçek anlamda bir “toplum” olamamamız da düğümleniyor. Bir hukuk bilincine sahip olmak, hakkını-hukukunu bilmek ve diğerinin de hakkına-hukukuna saygı göstermek, toplum olmakla çok yakından ilgili. Cemaatler halinde yaşıyoruz, bize lazım olduğunda hukuka başvuruyor, ama hukukla işimizin bittiğini düşündüğümüzde onu paranteze alıyoruz. Siyasette de görülüyor bu: Muhalefette iken hukuki ve demokratik değerlerin yılmaz savunucusu kesiliyoruz. Lakin iktidar olduğumuzda, hukuku bir ayak bağı olarak görüyor, onu bertaraf etmenin ve dolanmanın yollarını arıyoruz. Hülasa, sorun derin; sağlam bir vatandaşlık ve hukuk bilinci geliştirmek mecburiyetindeyiz; aksi takdirde bize hayatı dar eden problemlerden kurtulamayız. Hukukun işlemediği, insanların hukuka güvenmediği bir yerde sağlıklı bir toplum olmaz.

-Kürtçe ve Türkçeye hâkim bir akademisyen olarak, gerek sorun katına çıkarılan Kürtçe anadil meselesini gerekse de çok dilli olmanın sendeki karşılığını anlatabilir misin?

Annem de babam da Türkçe bilmezlerdi; rahmetli babam ve Allah uzun ömürler versin annem bütün hayatlarını Kürtçe yaşadılar. Anadilimi çok doğal bir ortamda, evde, Türkçeyi ise sokakta ve okulda öğrendim. Çocukluktan itibaren iki dille yetiştim ve bunu kendi adıma büyük bir talih sayarım. Maalesef, bugün çocuklarımızın büyük bir kısmı Kürtçeden yoksun yetişiyorlar; bu çok büyük bir fakirlik. Devletin, anadili desteklemesi gerekirken, önüne sürekli bariyerle koyması ise, hem hak ihlali hem de toplumsal barışı torpilleyen büyük bir yanlış.

-Siyasetin olmazsa olmaz bir şekilde terennüm ettiği Diyarbakır’ı baz alarak sormak istiyorum: Bu siyasetle yatılıp siyasetle kalkılan ortamlarda bir akademisyen, aydın veya sanatçı ne yapmalı?

Anadilin üzerinde herhangi bir kısıtlama olması, bugünün dünyasında kabul edilebilir bir durum değil. Çok uzun bir müddet öncesinde halledilmesi ve garanti altına alınması gereken bu hakkın, halen bir sorun olarak kodlanması büyük bir ayıba tekabül ediyor. Demokratik ve barışçıl bir toplumsal yapıyı savunan herkese düşen, dilleri kısıtlamaya maruz kalan her kesimle dayanışma göstermek, onların haklarının müdafiliğini yapmaktır.

-Akademisyen Cuma Çiçek ile birlikte “Barış Vakfı” adına bir rapor (“Dolmabahçe’den Günümüze Çözüm Süreci: Başarısızlığı Anlamak ve Yeni Bir Yol Bulmak”)  kaleme aldınız… Çatışmaların neredeyse durduğu; toplumun her anlamda rahatladığı Çözüm Süreci’nde “akil adamlar” arasında yer alan, sahayı ve aktörleri yakından izleyen/bilen bir aydın ve akademisyen olarak, “yeni bir yol bulmanın” mümkün olduğunu düşünüyor musun? Ve bu nasıl olacak?

Yeni bir yol bulmak her zaman mümkündür. Dünyada çatışma çözümü tecrübelerinden edinilecek belki de ilk ders, aramaktan vazgeçmemektir. Bir çözüm hamlesi, ilk seferinde başarılı olmayabilir. Yapılması gereken artık bu defteri kapatmak değil, eksiklikleri ve hataları gidererek, tekrar denemektir. Türkiye’de de 2013-2015 yılları arasında yaşanan Çözüm Süreci, çok kıymetliydi. Önemli kazanımlar sağladı; ancak gerek içi ve gerek sebeplerden ötürü, maalesef beklenen barışı getiremedi. Siyasetin vazifesi, evvela bu deneyimin kazanımlarını sahiplenmektir, ardından da yeni dinamikleri göz önünde bulundurarak tekrar bir süreç inşa etmektir. Bunun için Suriye’de Kürtlerle bir asgari mutabakata varmak, ilk adım olabilir.

-“Liberalizm” fikrine ve özellikle “liberal” titri olanlara öcü gibi bakılan, handiyse şeytanlaştırılan coğrafyaların özgürlükçü (“liberter”) düşünceye ekmek su kadar ihtiyaç duyduğu da muhakkak… Bu özgürlükçü düşüncelerin teorik ve pratik manada bilinmesini, özümsemesini mümkün kılacak entelektüel birikim ve şartların kalıcı şekilde maya tutmamasını nasıl okumak gerekiyor?

Liberal demokrat olmayan bir görüş açısı, ancak görüşü olmayan bir açıdır” der ünlü İtalyan siyaset bilimci Giovanni Sartori. Gerçekten de liberal ilkelerin kökleşmediği toplumlarda, özgürlük ve demokrasiyi tanzim ve tahkim etmek çok zor oluyor. Bu coğrafyada liberal fikriyatın, senin deyiminle “maya tutmaması” hakkında birçok neden ileri sürülebilir. Ben iki tanesine değineyim: Birincisi, liberalizm “kurtuluşçu” bir ideoloji değildir. Misal sosyalizm gibi, yeryüzünü bir cennete dönüştürme vaadi içermez. Her derdin derman bulduğu bir toplum tasavvuru sunmaz. Aksine sorumlu bir bireye vurgu yapar. Bireyciliğin pek matah bulunmadığı ve hatta kimilerince bir küfür olarak kullanıldığı bir vasatta, liberal değerleri kök salması güçtür. İkincisi, bu topraklardaki güçlü ve otoriter devlet geleneğidir. Liberalizm, bireye dayanır, amaç bireydir, devlet ise bir araçtır. Liberallerin devleti sınırlı bir devlettir; meşruiyeti hukuki ve demokratik ilkelere bağlı davranmasından geçer. İktidar sahipleri, bu nedenle liberalizmden hazzetmezler. Tek parti döneminin güçlü aktörlerinden Recep Peker’in “liberalizm, vatan hainliğidir” demesi, bu bağlamda, çok şey anlatır.

-Akademik konular dışında sporla (özellikle futbolla) ilgili güncel yazılar yazıyorsun… Bu ayrı gibi duran iki disiplinle seni buluşturan şey nedir?

Aslında birbirinden çok ayrı durduklarını düşünmüyorum. Futbol, hayatın bir aynası, benim için hayatı anlamlandıran en güzel faaliyetlerden biri. Çocukluğumdan beri futbol ile çok yakından alakadar oldum; futbola dair her etkinliği, futbol hakkında konuşmayı yazmayı, futbol oynamayı ve seyretmeyi çok severim. Futbola ilişkin derinlemesine bir düşünce, size bir toplum hakkında çok şey öğretebilir; mesela bir Galatasaraylılık kavramının izinin sürülmesi, Türkiye’nin modernleşme tarihinin bir tablosunun çıkarılmasını sağlayabilir. Klişeler bazen bir gerçeği bütünüyle ortaya koyarlar; bu meyanda Simon Kuper’in klişesi halen değerini koruyor: “Futbol, asla sadece futbol değildir.”

-Dünyayı allak bullak eden pandemi sürecini nasıl değerlendiriyorsun? Bu netameli süreci nasıl geçirdin?

Yarattığı devasa sağlık sorunlarını bir tarafa koyduğumuzda, siyasi açıdan Covid 19 pandemisinin siyasi olarak iki mühim netice doğurduğu kanısındayım: Biri, insanlığın zannettiğinden daha global bir dünyada yaşadığıdır. Nitekim Çin’in daha öncesinde muhtemelen dünya nüfusunun çok büyük bir kısmının adını dahi duymadığı bir kentindeki bir hastalık, çok kısa bir sürede bütün dünyayı etkisi altına aldı. Dolayısıyla ne yaparsanız yapın, herhangi bir coğrafyadaki gelişmelerden kendinizi izole edemezsiniz. Diğeri ise, ulus-devletin güçlenmesidir. İnsanlar böyle bir felaketle karşı karşıya kaldıklarında, ilkin kendi devletlerinden kendilerine el uzatmasını, tedbirler almasını, sınırlarını kapatmasını, vb. taleplerde bulundular. Bu talepleri karşılayan devletlerin, kendi vatandaşları nezdinde itibarları arttı. Keza, bu süreç, devletlerin hangi noktalarda “güçlü” olması gerektiği konusunda çok öğretici oldu. Sosyal devletin ne denli önem taşıdığı bir kez daha tecrübe edildi. Ben, bu süreci mümkün mertebe okuyarak ve yazarak geçirdim. Dersleri de uzatan vermek zorunda kaldım. Eğitim-öğretimin uzaktan yapılmasından hiç hazzetmediğimi belirtmek isterim; çünkü benim için bu, karşılıklılık içeren bir süreç, öğrencilerimle derslerde konuşur, tartışır, onlardan çok şey öğrenirim. Birebir, yüz yüze temas olmadan verimli bir eğitim-öğretim imkânsız; o nedenle umarım bir daha mekteplerimizin kapatılmak zorunda kaldığı bir duruma düşmeyiz.

-İleriye dönük projelerin nelerdir?

Biri Kürt siyaseti, diğeri de hukuk ve siyaset teorisi ile alakalı iki kitap projem var; bunlar için bir yıl yurt dışında akademik bir çalışma yürütmeyi planlıyorum. Onun haricinde, yazı-çizi işleri devam edecek herhalde.

-Son olarak ne söylemek istersin? Teşekkürler Vahap hoca.

Seninle konuşmak her zaman çok zevkli, ben teşekkür ederim.

Vahap Coşkun

Lisans ve yüksek lisansını Dicle Üniversitesi’nde tamamlamış, doktorasını ise Ankara Üniversitesi’nde yapmıştır. Çeşitli gazete ve dergilerde insan hakları ve demokrasi sorunları, Türkiye siyaseti ve Kürt meselesi hakkında çok sayıda makalesi yayınlanan Coşkun, akademik çalışmalarını Dicle Üniversite Hukuk Fakültesi’nde sürdürmektedir.

Coşkun’un yayınlanan bazı kitapları şunlardır: “İnsan Hakları – Liberal Açıdan Bir Tahlil” (Liberte Yayınları, 2007), Ulus-Devletin Dönüşümü ve Meşruluk Sorunu” (Liberte Yayınları, 2009), Toplumsal Barışın İnşası: Sivil Bir Anayasa Arayışı” (Heinrich Böll Stiftung Derneği ve Diyarbakır Barosu Yayını, 2009. Coşkun, bu kitabın editörlüğünü yapmıştır.), Eğitimde Anadilinin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimi (DİSA Yayınları, 2010; Şerif Derince ve Nesrin Uçarlar ile birlikte), İnsan Hakları ve Demokratikleşme Süreci (Anadolu Üniversitesi Yayını, 2012, Komisyon), Kürt Meselesinin Anayasal Boyutu (Orion Yayınları, 2013), Avrupa’da Yaşayan Türkiye Kökenli Gençler: Kimlik Aidiyet, Sosyal Hayat, Siyaset (PODEM Yayınları, 2017), Kitabın Ortasından (Peywend Yayınları, 2021)

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl