Ana Sayfa Litera YÜRÜMEK ve DÜŞÜNMEK

YÜRÜMEK ve DÜŞÜNMEK

YÜRÜMEK ve DÜŞÜNMEK

Üniversitedeyken sık sık parasızlıktan ama bazen de çok sevdiğim için, yanıma kattığım birkaç arkadaşla fakülteden Kızılay’a yürür, Sakarya Caddesi’ne varmadan aldığımız o zamanların nefis Ankara simidini, her zaman oturduğumuz İstiklal Çay Ocağı’nda dişlerken bir taraftan çaylarımızı içer, bir taraftan da hiç bitmeyen öğrenci gevezelikleri eşliğinde yorgunluğumuzu giderirdik. Bu yürüyüşler yıllarca benim ana ulaşım aracım olduysa sadece parasızlık bunun temel nedeni değildi; çünkü birkaç yönden bunun faydasını somut olarak yaşadığımı fark etmiştim. Zihnim adımlarıma eşlik ederken bazen kederimi bazen de gençliğimin verdiği taşkın sevinçlerimi de adımlarımla birlikte taşıyordu. Yürümenin, bunları geride bırakmadığını, özellikle sorunlarımın buharlaşıp kaybolmadığını anlamış olsam da aynı duygu ve düşünceleri bir yerde çakılıp kalarak yaşamaktan çok daha farklıydı yürürken yaşamak. Zihnim yürüyüşüme uyan hikâyeler uyduruyor, bazen bir rüya âlemi yaratarak beni içinde uçtuğum bir boşluğa taşıyordu. Hikâyelerin ve rüyaların yaşamımızı nasıl da büyülü bir yaratıcılıkla beslediğini söylememe gerek yok sanırım ve o anlarda yürümek de bu üretkenliğin bir parçasına dönüşüyor ya da onu başlatan etken oluyordu. Bütün bunlara rağmen şehirde yürümenin doğada yürümeye hiç benzemediğini de eklemeliyim. Yürümeyi zorlaştıran bir sürü şey, rüyalarınızı bölen ani dürtmelere benziyor ve yürüyüşümüzün tadını bozuyordu.

Şair ve gezgin André Velter “ Yürürken vücudumun konuştuğu izlenimine kapılıyorum.” der. Tam da bütün dünyanın Covid19 nedeniyle içinde bulundukları mekânlara hapsolmaları, aylarca açık bir havada yürümekten yoksun kalmaları, yürümeyi bir nostaljiye dönüştürmek üzereyken bu sözler çok daha anlamlı hale geliyor. Özellikle de Dünya denen gezegende yaşıyor olmanın derin duyumunu, hissedişin somut halini yürümekten daha iyi bir yol ile fark edemeyenler için böyle olmalı. Yürürken hem bedeninizin hem de zihninizin ağırlığını taşıyan ayaklarınızın yavaş yavaş adımladığı Dünya ile ilişkinizin daha yakın, daha samimi, daha yavaş, daha derin ve katı bir gerçeklik boyutunda yaşandığını hissedersiniz. Dünya bir yere çakılıp kaldığınız donmuş bir mekân veya bir aracın içinde hızla giderken gözünüzün önünden kayıp giden silik görüntüler değildir, yürüyüş sırasında. Her adımınızda vücudunuzun, düşüncelerinizin ve hayallerinizin ağırlığını kendine çeken, kendini hissettiren ve bu arada kendinizi hissetmenizi de sağlayan bir hareket halidir yürümek. Yürümek yavaşlıktır, yavaşlık da üstünde yürüdüğününüz toprağa, önünüzde uzayan manzaraya usulca giriverme, ona dâhil olma; onunla bir uzlaşı, hoşgörü ve şefkat ilişkisi geliştirmektir. Yürüyerek insana dönüşmenin çok eskilere dayananan derin çağrışımları, yürürken yaşanan zengin bir tefekkürle sürüp gidiyor gibidir.

Yürümek, bir zamanlar daha çok ayak takımının, yoksulların, serserilerin, başıboş gezginlerin işi sayıldı ve küçümsendi. Pahalı, özel doğa yürüyüşlerinin organize edildiği bu zamanlara göre oldukça zayıf bir konumdaydı. Ancak modern hayatın hızla motorize olması; hıza performansa ve verimliliğe duyulan yüksek ihtiyaç, yavaş ve yorucu yürümeyi anakronizm durumuna düşürdü. Çünkü Covid19’lu mahpusluk günlerimiz ile bir oksimoron oluştursa da zamanımız hız çağı olarak adlandırılıyor. Her yere ve her şeye hızla yetişmemiz gereken zamanlardayız. Fakat belki de bütün zamanlar içinde en az yürüdüğümüz çağ da bu çağ olsa gerek. Ulaşım araçlarının sağladığı imkânlar bir yana, asıl etken dijital devrimin sağladığı olanaklardır, buna sebep. Bürolarımızdan, evimizden ve hatta yataktan bile kalkmadan yatak odalarımızdan çalışma imkânı veren dijital çağ, dışarı çıkıp gerçek insanlara ve gerçek bir mekâna katılmamıza izin vermiyor gibidir. Ancak bütün bunlara rağmen yürümeye geri dönüşün gerçekleşmesi için postmodern zamanların sıkıcı, bunaltıcı son yüzyılının yaşanması yeterli oldu. Ayaklarımızı yürümekten alıkoyan bu dehşetli zamanlardan sonra, özellikle günümüzde yürümek, yeniden gerçek bir sosyal fenomene dönüşüyor. Bir ayağımızı diğerinin önüne koyarak gerçekleştirdiğimiz yürüyüşlerimiz artık sosyal medya platformlarından naklen yayımlanan çekici, kıskandırıcı etkinliklere dönüşüyor. Hem de tam bir çılgınlık halinde. Fakat odalarımıza kapanmış olsak da planlı, haritalandırılmış, kozmetik gezilerde yürüyor olsak da yine de hem yürüyor hem de düşünüyoruz, düşünmek zorundayız. Çünkü bedenin ağır işlerden kurtulup, sadece parmakları daha çok çalıştırdığı bir çağın insanlarıyız ve çoğu şeyi düşünerek üretiyoruz, artık. Fakat yürümenin, düşünmek üzerinde çok eskilere dayanan bir yaratıcı eylem olduğunu gösteren veriler de var. Birçok filozofun yürümeyi ve yürürken düşünmeyi sevdiğini ve hatta yürümek ile düşünmek arasında ilişki kurduğu da söylenir. Bu ilişkiyi, ilk filozof kabul edilen Thales’in, yürürken derin düşüncelere dalıp bir kuyuya düşüşüne dair bir hikâyeyi anımsatarak, ardından bir hizmetçinin bu düşüşe bir kahkaha ile tepki vermesinden dolayı da “felsefe bir kahkaha patlaması ve yanlış bir adımla başladı.” diyerek kuranlar da var. Sanırım, dünyaya ilişkin onca ağır ve derin düşünce içinde kıvranan filozoflar, bunun sadece zihin gücüyle yapılabilen bir şey olmadığını, fazladan bir çabaya, örneğin bedenin ve psişik enerjinin de katkısına da ihtiyaç duyulduğunu düşünmüş olmalılar. Başka türlü, onca filozofun yürümekten zevk almasını açıklamak zor olsa gerek.

Yürümeyi seven her birimiz, bu eylemi farklı gerekçelerle tercih ediyor olsak da filozofların çoğunun faal bir yürüyüşçü olarak veya en azından düşünce pratiği olarak yürümeyi gerekli gördüklerini, önemsediklerini söyleyebiliriz. Örneğin Kant’ın her gün aynı saatte Königsberg’de aynı yolda yürüyüşe çıkması, düşüncelerini sıkı ve derin bir disiplin altında gerçekleştirmesine benzetilir. Anlaşılıyor ki yürüyüşleri de düşünceleri gibi ince ve ayrıntılı planlamalarla gerçekleşiyordu. Fakat Fransız filozof Christophe Lamoure bir söyleşisinde, filozofların yürümek ve düşünmekle ilişkisini, Kant’tan çok öncelere taşıyarak “Platon’un yazdığı Sokrates diyalogları, Atina’da ya da Ilissos nehri boyunca yürüyüşler sırasında yapılan bir alışverişin meyvesidir. Aristoteles aynı zamanda yürürken de öğretti; bu nedenle okuluna peripatetizm (Yunanca peripateîn’den, “yürümek”) adı verildi.” der. Nietzsche’nin de yürüyüş alışkanlıklarına sıkı bağlı olduğunu ancak tıpkı Zerdüşt’ü gibi dağlarda yürümeyi sevdiğini ve hatta belki bu nedenle “açık havada doğmayan hiçbir düşünceye” inanmamayı tavsiye ettiğini biliriz. Sanırım şehirde yürümek Nietzsche gibi aykırı ve taşkın bir düşünce insanına uygun değildi. Nietzsche’nin felsefi düşüncesinin, kadim felsefe geleneği ile arasında yarattığı sert ve derin uçurumlar, keskin virajlar ve yüksek gerilim bir yönüyle yürüyüş yaptığı dağların doğasıyla da uyum gösterir.

Yürümek ile düşünmek arasında fiziksel bir benzerlik de vardır. Bir ayaktan diğerine geçerek, birini mekanik şekilde diğerinin önüne koyarak gerçekleştirildiğimiz yürüme eylemi, bir fikrin diğerine eklenerek ilerleyişi yönüyle düşünmeye benzer. Çünkü bir fikri düşünmeden diğerine geçemeyiz, tıpkı bir ayağı atmadan diğerine geçemeyeceğimiz gibi. Yürüyüşün mutlak bir denge gerektirmesi ama bu denge içinde düşmelerin, yalpalamaların, aksamaların kontrol edilmesi ihtiyacı,  düşünmek için de geçerlidir. Düşünmenin gergin, çapraşık, huzursuz ve istikrarsız ilerleyişi ama sonunda mutlaka tutarlı bir düşünceye dönüşmek için kontrol altına alınmış olması yönüyle yürümeye benzer. Beden hareketleri arasındaki uyumsuzluk nasıl yürümeyi engelliyorsa, düşünce akışındaki aksaklık da düşünmeyi engeller. Belki de bu yüzden düşünürken bir yerden bir yere ileri geri hareket etmek şeklinde bir ritüel dahi doğmuş diyebiliriz. Ki bu ritüelin, düşünmek ile yürümek arasındaki harmonie’in önemini ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Duyguların, bedenin düşüncesi olduğunu söyleyen Spinozist söyleme göre bir ifade düzenlersek, vücudun yürürken daha iyi, olumlu ve üretken düşünebildiğini de ekleyebiliriz bu söyleme.

Sokrates, Platon, Aristoteles, Kant, Kierkegaard, Nietzsche, Schopenhauer veya Rousseau’nun yürümek ve düşünmek ile ilgili kurdukları olumlu ilişki, kimi filozoflarda olumsuz bir metafor olarak da olsa bir ilişki biçimi olarak yer alır. Örneğin Descartes, düşünmenin girift doğasını karanlık ve karmaşık bir ormanda kaybolmaya benzetir. Heidegger ise düşünceden “hiçbir yere götürmeyen yollar” olarak bahseder. Yani ona göre yürümek bir yerden bir yere gitmek demekse de düşünmenin yolculuğu bir yerde bitmez, bir yerden başka bir yere varılmaz. Sonu olmayan bir yürümektir, düşünmek. Peki, buna rağmen düşünmekten vazgeçer mi? Karmaşık ve zor anlaşılır felsefi düşünce sistemine bakarsak Heidegger’in hiçbir yere varmayan yürümeleri çok sevdiğini, hatta bundan sadistçe zevk aldığını dahi söyleyebiliriz. Çünkü o, yürürken bir yeri hedeflememiş, bizzat yürümenin kendisini hedeflemiş görünmektedir. Zira bir yere varıldığında artık felsefe yapmanın imkânları da ortadan kalkmış olacaktır. Yürümenin kesintisizliğinin, düşüncenin dinamiğiyle ilişkisini ve yürüme pratiğinin anlamını La philosophie de la marche (Yürümenin Felsefesi) kitabının yazarı Fransız filozof Frédéric Gros şöyle tarif eder: “Kendine, dünyaya – belki başkalarına – ve hatta ötesine, kendini mevcut hissetmek, kendini mevcudiyetin kendisi için ulaşılabilir kılmakla ilgilidir. Bu uzun süreli “mevcudiyet katında” kalmanın ürettiği “yoğunlaştırıcı etkileri” çağrıştırır. Ve bu, Deleuzyen kavramı açıklar: “Felsefede kıvrım fikri, klasik özne / nesne karşıtlığının ötesine geçmeyi amaçlar. Yürümek, bu geçişin somut deneyimini oluşturur ”çünkü“ yürüyüşçüyü manzaranın en derin boşluğuna yerleştirir.”

David Le Breton, 1953 doğumlu bir Fransız; antropolog ve sosyolog. Beden ve riskli tavırlar üzerinde uzmanlaşmayı seçmiş; daha önceki çalışmalarından birinde “Yürüyüşçünün kırılganlığı fetih ya da küçümsemeden çok temkinli olmaya ya da ötekine açılmaya iter. Kesin olan şu ki yürüyen insan genellikle otomobil kullanan ya da trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz. Yürümek benmerkezcilikten uzaklaştırır ve insanı kırılganlığına ve gücüne götüren sınırlar içinde dünyayı yeniler. Olağanüstü bir antropolojik etkinliktir çünkü insanda sürekli anlama, dünyanın yapısı içinde yerini bulma, başkalarıyla olan bağını sorgulama kaygısı uyandırır” diyen Breton, Ten ve İz’de yürüyüşe övgüsünü ‘insanın kendini yaralaması üzerine’ kurguluyor.

Bir de içsel yürüyüşler var, belki bizi fiziksel yürümelerden daha da fazla yoran. Yürüyerek başlamış arayışlar, dışa doğru açılan algılar…Bazen de katılaşmayla uzlaşmamış bilgiyi aramanın yolu olmuş yürümek. Yerleşik huzurumuza, iç mekânlarımıza tecavüz eden ‘yeniyle’ karşılaşma biçimi de denebilir yürümeye. Bazen de sonu gelmez döngülere saplanmanın yolu oluyor yürümek; bir iç yolculuk, kendi merkezine sürgün edilme hali. Hiç bilemeyiz, aslında hiçbir şeyin başlamadığı ve bitmediği bir döngü de olabilir bu. Bir düzlük… Belki de bir düzlükteyiz ve aslında yürümüyoruz, yürümek bir yanılsama. Evet, bu sonuncusu daha güçlü bir ihtimal. Yürüdüğümüzü sandıkça hissizleşiyoruz. Özlem, tutku, heyecan, uçarılık, nedensizlik, açık yüreklilik, kahkahalarla gülmek hepsini bir bir kaybediyoruz. Tamamen ‘kitsch’ bir hayat algısına bağlı kaldığımız bir zamanı yaşıyoruz. Bu zaman içre yürümek, hepimizi büyüleyen bir yanılsamaya dönüşmüş durumda. Üstümüzdeki, başımızdaki her şeyi atarak yürüyoruz. Hiç durmadan yürü ve ‘yenile’ diyor modernist, post-modernist hayat! Fakat bütünüyle kitsch bir dünyada neyi yenileyeceğiz? Yenile yerine, eskit demeliydi halbuki. Her şeyi sonuna kadar eskit…Eskitmekte bir yürümeme hali mi var, hayır, tam tersi!  İnsanın az da olsa yakaladığı iç huzuru, istikrarı koruma; yüksek rasyonaliteye karşı benliğini savunma; her şeyi ve herkesi idare et, düzenle, yönet mekaniğinden çıkma hali var eskitmekte. Yürümedeki safiyet, bozulmamışlık, doğalık buradaydı aslında…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl