Ana Sayfa Kritik Tuhaf Rüyalar Görmek Covid-19 Belirtisi Olabilir mi?

Tuhaf Rüyalar Görmek Covid-19 Belirtisi Olabilir mi?

Tuhaf Rüyalar Görmek Covid-19 Belirtisi Olabilir mi?
Bir yazı sonradan polemik değeri kazanıyorsa gerek yazarı gerek okuru için keyif verici bir nitelik taşır. Fakat en baştan polemik yaratacağı biliniyor dahası polemik yaratmak maksadıyla yazılıyorsa verimi düşer. Zira polemik yazılarının eskizleri filmlerde sık karşılaştığımız üzre başarısız bulunan aşk mektupları gibi yırtılıp bir kenara atılmaz. Başarısız polemik yazılarının eskizleri selüloz dağı meydana getirmez, bu tür yazıların üretim sürecinde, beyinde çakan şimşekler yalnızca doğa fotoğrafçıların ilgisini çekebilir. Bir polemik yazısının en nahoş yanı nasıl başlanacağının, nasıl devam ettirileceğinin kestirilemeyişidir. Yazar dolmuştur ve tek arzusu bir an önce heybesinde ne varsa döküp saçmaktır ki bu noktada heybedeki yükün ehemmiyetini dahi göz ardı edebilir. Gözü dönmüş, safrası acımış, canı sıkılmıştır.
*
Bol ahkam kesilmiş, süslenmiş bir girişin ardı sıra sene başında Çin Wuhan’da başlayıp yayılan ve aylardır tüm dünyanın sağlığını ve düzenini tehdit eden koronavirüs salgınına dair yazmak niyetindeyim. Salgına ve salgının yönetiliş biçimine tepkimi aktaracağım bu yazıda sürç-i lisan edersem peşinen affola.
*
Çıkarımlarımı paylaşmadan sürecin özetini geçeyim. Resmi açıklamaya göre geçtiğimiz aralık-ocak aylarında soğuk algınlığına yol açan koronavirüs ailesinden yeni bir virüs (Sars Cov 2) Çin’in Hubaei eyaletine bağlı Wuhan kentinde yayıldı ve ölümcül sonuçlar doğurdu. “Çin haber vermedi, örtbas etmeye çalıştı” derken hastalık komşu ülkelerde, ABD’de ve bazı Avrupa ülkelerinde görüldü. Şubat ayı Çin’in sıkı karantina uygulamaları ile geçerken İtalya ve İran’da dikkat çekici bir vaka artışı gözlendi. Şubatın sonuna gelindiğinde İtalya’da sağlık sistemi çökme noktasına varırken İspanya ve İngiltere de kayıplar verdi. Mart ortasına doğru DSÖ pandemi ilan etti ve ülkemiz ilk vakayı açıkladı. Aslında bir bakıma dünya geneli ve Türkiye özelinde işlerin çığırından çıktığı tarih olarak martın ikinci yarısını işaretleyebiliriz. Bu tarihten itibaren salgının kendisi kadar salgın propagandistleri de toplum ruh sağlığına zarar verdi-veriyor.
“Salgın propagandisti” ifadesi yanlış anlaşılmaya müsait, o yüzden neyi kastettiğimden evvel neyi kastetmediğimi yazayım. Bu yazıda yer yer eleştireceğim bilim insanlarını ve tıpçıları asla kötü niyetli birer şakşakçı görmüyor aksine onların da kurbana dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Peki öyleyse kimdir bu propagandistler? En başta medyacılar geliyor. Sosyal medyasından, televizyona, yazılı basına hemen her araçta hastalığın giderek kötüleştiği, daha ölümcül olduğu “daha da ölümcül olmasının beklendiği” yazılıp çizildi. Böyle oldu mu? Tartışılır. İkinci olarak bu araçlardan etkilenen ve çoğunluğu sosyal medya kullanıcısı olan geniş yığınlar umutsuzluk söylemi geliştirmeye koyuldu. “Dünyanın sonu” geliyordu, 2020 zaten bereketsiz bir yıldı, uzun lafın kısası, bu engeli geçemeyecektik. Evet, şaka yapmıyorum, böyle bir kesim gerçekten mevcut ve ciddi de yazsa şakayla karışık da yazsa dünyanın sonunun geldiğine inanıyor. Bunların haricinde iki odaktan daha söz edebiliriz. Geleceğini garanti altına almak ve süreci en az kayıpla atlatmak isteyen küresel sermaye ve ülke yöneticileri. Her iki odak da krizi fırsata çevirerek kriz yönetmek noktasında mutabık olunca sürekli pohpohlanan bir salgın söylemi büyük emek hırsızlıklarına şemsiye, “küçük hesaplar”a dayanak edildi. İşten çıkarmalar ve evden çalışma gibi esnek sömürü koşulları yaygınlaşırken yarı diktatörlükle yönetilen ülkeler her türlü hak arayışını bastırıp sessizlikten faydalanma yoluna gittiler. Elbette salgın genel anlamda sermayenin ve siyasetçilerin işine gelmedi diyebiliriz. Ne zaman biteceği kestirilemeyen bu sürecin nereye evrileceği de tam bir muamma. Üstelik krizler her daim egemenlerin lehine çözümlenmez ve tüm bu komplo teorileri, aşı adayları, senaryolar bir kenara bırakıldığında “dünya bir daha eskiye dönmeyecek” iddiası sahiplenilebilir. Aksi takdirde dünya eskiye değil ama yeni bir cehenneme dönebilir bunun işaretlerini de yaratılan korku atmosferinden okuyabiliyoruz.
 

Ölümün yeniden keşfi olarak koronavirüs

Pandemi hakkında yazmak bıçak sırtı bir durum… Genel havaya katılmadığınız takdirde her an “bilim karşıtı” ilan edilebilir yahut gerici, cahil yaftalarından yafta beğenebilirsiniz. Elbette “uzman” sorunu da var. Çağımız herkesin uzman kesildiği bir çağ, eline telefon alan kitlelere ulaşabiliyor, yanlış yönlendirebiliyor. Bu sürecin başında da Oytun Erbaş, Yavuz Dizdar ve Canan Karatay gibi hekimler popülist demeçler verdiklerinden aforoz edildiler. Oysa zamanla bu aforoz hali uzman fetişizminin ardılı biçiminde tüm eleştirel bakış sahiplerine yöneldi ve aforoz edenler beklendiği üzere popülizm çizgisine yerleştiler. Bu çizgi ise karamsarlık, umutsuzluk idi. İlk çıkarımı şöyle yapmak istiyorum. Kendini uzman, ehil kişi olarak tanıtıp bizden son umut kırıntılarını isteyenlere aldandık ve derhal beyaz bayrak salladık. Koronavirüs öldürüyor, ağır geçiyordu. Doğru söze ne hacet! Aklı başında biri “her yıl gripten de bu kadar insan ölüyordu…” diye başlayan cümleleri zaten ciddiye almaz ancak ölümün Covid-19’la yeniden keşfedilmesi kantarın topuzunu kaçırmıyor mu? İnsanlık ilk defa mı bir salgınla karşı karşıya kalıyor yahut insanı bu hastalık dışında hiçbir şey yıkamıyor mu? İnsanlığın aşil topuğu mudur Covid-19? Bu karamsarlığa daha ilk günlerden kendimce isyan etmiş ve “herkes gibi ben de yaşamanın uzmanıyım…” diye başlayan bir tweet atmıştım. Hâlâ öyleyim, uzmanlık alanım yaşamak… Hayattayım, şu ana dek kendimi ve sevdiklerimi korudum Covid-19’dan fakat kendimi “ölüme kalkan olmuş” falan hissetmiyorum, kendimi “biyolojik silah” olarak da hissetmiyorum. Her koyun kendi bacağından asılır demeyeceğim ama her insan kendi yaşamının uzmanı… Bu salgın da geride belki milyonlarca ölüm (devletlere istatistik, ekranlara piksel, yakınlara acı) bırakarak geri çekilecek ve dünya eskisi gibi olacak! Ölümlü… Nazım Hikmet’in güzel dizelerini eğretilersek “gündüzlerinde sömürülen ve gecelerinde aç yatılan…” Bu benimkisi de bir çeşit umutsuzluk ama sıtmaya razı bir yaşamın kutsanmasını değil birtakım “dayatılmış gerçekleri” başlangıç alıyor. Kötünün iyisi belki!

Luppo alan abi, Moda’da halay çekenler, gençliğine güvenenler

Korona meselesinde maskeye karşı çıkan herkesi cahil ilan etmek kolay. Ben karşı çıkmıyor, kamusal alanlarda maske takılması gerektiğini savunuyorum oysa “gelişmiş” Avrupa ülkelerinde dahi binlerce kişi çeşitli sebeplerden ötürü “sıkıldık” eylemleri düzenliyor. Dolayısıyla “maske takmak eşittir medeni olmak” anlamına gelmiyor. Üstelik maske takmayanı cehalet ile suçlayanlar aslında deodorant sürmemeyi de insanlık dışı bir davranış sayıyorlar. Görülüyor ki maske salgın tedbirinden ziyade bir ötekileştirme aygıtı biçiminde kullanılıyor. Salgın olmasa deodorant, salgın çıktığına göre maske! İşin daha gülünç bir boyutu var. Maske takmayanı cehaletle suçlayanlar kalabalıkları da eleştiriyorlar. Ayrıca bu kişiler “aylardır sokağa çıkmadıklarını” belirtiyorlar. Aylardır sokağa çıkmadan yaşıyorlarsa neden bu kadar endişe duyuyorlar? Bir o kadar daha yaşayabilirler. Hem aşı da bulunur o vakte kadar! Aslında burada da ötekileştirme seziyoruz. İnsanları sokağa çıktıkları için suçlayanlar kendileri rahatça çıkamadıklarına üzülüyorlar. Açıkçası çoğunun çıktığını düşünüyorum. Tek dertleri rahatça çıkamamak. Bir anlamda halk sokaklara akın etti, vatandaş özgürce gezemedi!
 

Sosyal medya cengaverlerini biraz daha açacağım. Ülkedeki kutuplaşmadan nasibini ve esinini alarak ikiye bölünmüş haldeler. Bir kısım Umre’ye, camiye gidenleri, izdihamlı Ayasofya açılışını topa tutarken bir kısım tatile çıkanlara, konsere katılanlara, parklarda gezenlere saldırıyor. Depresif laik-yerli ve imanlı karşıtlığında bir noktanın altını çizmekte yarar var. Taraflar 28 Şubat’ta nasıllarsa öyle değiller. Yaşar Nuri Öztürk hayranları, permalı teyzeler geri çekildi; ateist, beyaz yakalı ve genç bir kitle doldurdu bu alandaki boşluğu. Diğer yandan ise Şeriat taraftarları yerini ticaretle çok daha haşır neşir olmuş, kirlenmiş, gemisini yürütmüş bir kesime bıraktı. Bu durum, karşıtlığı çözümsüzlüğe sürüklüyor zira tartışanlar sermaye karşıtlığı çizgisine basmıyor. Bunu da Luppo ve Moda halayı vakalarından hareketle öne sürebiliriz. Luppo alan abiye “Luppo almazsan ölür müydün” dendi. İki saat kala ilan edilen sokağa çıkma yasağı gölgede kalırken fatura market alışverişi yapanlara kesildi. Moda halayı da buna benzer şekilde hedef alındı. Eve kapanılan aylarda fabrika bacaları tütmeye devam etti, gürül gürül bir hayat aktı. Bu süreçte sıkılıp bunalanlar iki güldü eğlendi diye paylarına düşeni aldılar. Aslında “duyarlı” sosyal medya kullanıcıları tarafından gerçekleşen tüm bu müdahaleler bir gözdağı niteliği de taşıyordu: “Eskiye dönemezsin!” Her iki olaya tepki gösterenlerin farklı siyasi pozisyonlara yerleştiklerini fakat kraldan çok kralcılık düzleminde uzlaştıklarını anlıyoruz. Ve birleşilen bir diğer nokta da “gençliğine güvenme” politikasıdır. Hastalığın gençleri de öldüreceği, süründüreceği, kalıcı hasarlar bırakacağı söylenegeldi. Oysa “gençliğine güvenme” demek bir bakıma gençliği kontrol altına alma çabasıdır. Bugün Z kuşağı tartışmalarını güncel (geçici) ve mantıklı (yararlı) görünen “gençliğine güvenme” söyleminden bağımsız yürütemeyiz. Z kuşağı belli eğilimleri öne çıkarsa dahi koronavirüsün bu son sürümü gibi henüz tam anlamıyla bilinmiyor. Z kuşağı da sosyolojinin malzemesi ve işlenecek, yorumlanacak. Haliyle egemenler tanımadıkları bir kuşağı kontrol altında tutmak istiyor. Bu hastalık kuşkusuz gençlerde de ağır geçebiliyor, ölüme yol açabiliyor ve kuşkusuz her hastalık gibi Covid-19 da kalıcı hasarlar bırakabilir fakat yaşlıları, “büyükleri” korumanın yolu “siz de ölürsünüz” demek değildir. Korkutmanın genç kuşaklarda ters tepebileceği, bir meydan okumaya yol açacağı neden hiç hesaba katılmıyor? İşin diğer bir yönü ise “talimatlara uymazsan eskiye dönemezsin” söyleminin gençlerde pek işe yaramayışı. 2000’li yıllarda doğanların eskisi hiçbir zaman park-bahçe sosyalleşmesi olmadı ki! Daha kısıtlı bir sosyalleşme yaşadılar, gelinen noktada eğitimleri bile tabletlere sığdırıldı. Dolayısıyla gençler büyükler kadar sıkılmıyor ve salgın tehdidini umursamıyorlar. Böylesi bir deneyimi erken yaşadıkları için şanslılar bile diyebiliriz.

Clickbait tipi duyarlılığa teslim olmak
Clickbait bir habercilik terimi olarak kullanılıyor. Geleneksel haberciliğin yerini kolay erişime bıraktığı çağımızda kendi frekansında yayılan ve kendi ilgililerine seslenen bir haberden ziyade devasa bir dataya ulaşıyoruz. Bu data yaşamın fotokopisini çekiyor adeta. Nerede ne yaşanmışsa görseli ile orada. Hani ünlü haber sunucumuz Reha Muhtar “her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa” derdi, o hesap! Clickbait de tık tuzağı anlamında… Yanıltıyor ve dataya çekiyor okuru. Başlık öne çıkıyor. Başlıkta tamamlanmayan cümleler, içerikle ilgisiz ifadeler, abartılar… Okurun zihnini açacak birtakım anahtar kelimeler…Günümüzde internet haberciliği sosyal medyanın gölgesinde kalınca bir melezleşme yaşandı. Tık amaçlayan haberciliğin sahtekar tutumu sosyal medyanın eylemsiz bir tür deşarja dayalı duyarlılığı, sorumluluğu ile harmanlandı ve tabiri caizse ortama clickbait duyarlılık hakim oldu. Yukarıda da değindiğim sosyal medya cengaverleri haberleri teyit etmeden benimserken haber kaynaklarına biat etmeyi sorumluluk sayıyorlar. Normal koşullarda kraldan çok kralcılık kategorisinde değerlendirerek gülüp geçeceğimiz duyarlılıklar, pandemi koşullarında uyulması gereken sorumluluklara dönüşüyor. Örneğin bir tweet görmüştüm. Tweetin sahibi arabasında tek başınayken maske takan bir adamı övüyor ve “bilinçli vatandaş” sayıyordu. Yok devenin nalı! Bu tweetin altına itirazlar da sıralanmıştı ancak genel kanı arabasında maske takan adamın çok doğru bir iş yaptığı yönündeydi. Geri kalmış toplumlarda “örnek davranış” arayışı böylesi facialarla sonlanabiliyor. Aşağılık kompleksi ile “cahil halkımız maske takmıyor” dediğimizde biri de arabasında maske takmaya vardırıyor işi. Kompleksliler imam olunca cemaat zıt kutuplara savruluyor. Ya abartıyor ya hiç aldırmıyor. Sıkıştığımız yeri de bu şekilde tarif edebiliriz. Önlem almak zor çünkü toplumun bir bölümü önlemi korku ile karıştırıyorken bir kesimi lüzumsuz buluyor. Bu kesim tamamen gençliğine güvenen zıpçıktılardan yahut kara cahillerden meydana gelmiyor. Sınıfsal ayrım burada beliriyor. Birçok işçinin hastalanıp öldüğünü öğreniyoruz. Bir kot taşlama işçisini düşünün, bir boya işçisini, bir maden işçisini… Bir sıfır yenik başlıyorlar bu savaşa. Varsıl ise pek endişe duymuyor. Arzu ettiğinde test yaptırabilir, pozitif çıkarsa tedavisine hemen başlanabilir. Yoksul evine gönderiliyorken varsıl isteğe bağlı hastanede yatabilir. Bu ayrım var ama umursamazlar cephesini bu ayrıma daraltmamalı. Bilinç dediğimiz şey canlı ve nefes alıyor, durmaksızın yenileniyor. Ortak bilincin oluşması ise duyguların hatta siyasi düşüncelerin ortaklaşması kadar kolay değil. Tarihin hemen her döneminde ve hemen her kesimden umursamayanlar olacaktır, çevresinden biri ölmedikçe salgını ciddiye almayanlar olacaktır. Bizim dilimizde de bazı deyimler vardır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” denir mesela… “Yumurta tavuğun g.tüne dar gelince” de denir. İnsan faktörünü es geçemeyiz. Amiyane tabirle robot değiliz. Robot olsaydık kapanma tuşumuz olurdu, tehlike anında kapanırdık ama insanız ve açıl-kapan, karantinaya gir-çık vb. komutlara karşı ister istemez tepki duyuyoruz. Bu komutların lehimize mi yoksa aleyhimize mi verildiğini tartana değin tavsiye postuna bürünmüş emir biçiminde iletilmiş olmaları sıkıyor canımızı. İnsanlığın tavsiyelerle her devirde başı belaya giriyor belki de bu yüzden tavsiye kimden gelirse gelsin dinlenmiyor. İyi niyete kötü niyete bakmıyor insan ve tavsiyelere her koşulda şüpheyle yaklaşıyor. Diyeceksiniz ki “bu insan her türlü otoriteye boyun eğdi, madden ve manen sömürüldü, gık demedi de şimdi bilim insanları iki kelam edince mi aslan kesiliyor?” Gülünç ama bilim insanları ile toplum arasındaki bağ maalesef korku ve bilimkurgu filmlerinden ibaret. Bilim ile toplumlar aynı göğün altında el sıkışmamış hiç. Bilim insanlığı her çağda ilerletmiş fakat toplumlarca destek görmemiş, hatta köstek olunmuş. İnsan her otoriteye boyun eğse de bilime eğmiyor zira bilimin tavsiyesi insana birşey kazandırmıyor (!) Din tavsiye veriyor öteki dünyayı vadediyor, siyaset tavsiye veriyor küçük çıkarlar vadediyor, patron tavsiye veriyor, “ekmeğini elimde tutuyorum” diyor. Bilim ise bunları vaat etmiyor. Teknik gelişim sermayenin yörüngesinden ayrılmıyor, bunu gören insanlar da bilimi kapitalizmle özdeşleştiriyor. Kaldı ki bazı uygulamaların da insanların böyle düşünmesine vesile olduğunu söyleyebiliriz. Ardı ardına açıklamalar geldi; siyasetçiler, patronlar, sporcular sürekli test yaptırdıklarını ilan ettiler. Birçok vatandaşa ise belirti göstermesine karşın test yapılmıyor. Hal böyle olunca bıkkınlık arttı.
 

Bilgi bombardımanının zararları

Yavaş yavaş işin bilim insanlarıyla ilgili kısmına yönelebiliriz. Pandemi sürecinde bilim insanlarını eleştirmek ne denli doğru? Bindiğimiz dalı kesmiş mi oluyoruz? Bu görüşe katılmıyorum, bana göre asıl bu süreçte eleştireceğiz. Desteklerimizi esirgemeden eleştirecek, dahası eleştiriyi desteğin bir parçası kılarak yanlarında olacağız. Bu noktada iki şey söyleyeceğim. Biri gerçekten de tartışma yaratır cinsten… Bilim insanları toplumda hep bastırılan odak olmanın acısıyla bu ilgiyi kaldıramadı. İnsanlığın yakın tarihinde bu kadar endişe verici bir hastalık yayılmadı, bu ölçüde önlemler alınmadı. İnsanlık kadar bilim insanları da bu sürece hazırlıksız yakalandı. Artık herkes bilim insanlarının ağzına bakıyor, bir açıklama bekliyor. Sabırsızlık hâkim bekleyişe, “normale dönelim” kaygısı hâkim. Normalleşme isteyen insan hem ekonomik kayıplarını gidermek hem de alıştığı yaşam alışkanlıklarına kavuşmak derdinde. Bu bekleyiş ve bekleyişe sesleniş bilim insanları ile toplum arasındaki gerilimi yükseltiyor. Bilim insanları kurallara harfiyen uyulmasını talep ederken toplum her türlü esnekliği de beraberinde getiriyor. Bu uyuşmazlık bilim insanında kızgınlığa yol açıyor. Kızgınlık ise daha çok açıklamalara yansıyor. Hemen her gün farklı bir semptom, farklı bir hasar, farklı bir bulaşma yolu açıklanıyor. Korkutmaya, hizaya getirmeye yönelik bu bilgi bombardımanının zararları saymakla bitmez. Her şeyden önce insan bir noktadan sonra yılıyor, önlem almaktan vazgeçmese bile salgını gündeminden çıkarıyor. Bu bıkkınlıkta bir takım çelişkiler de rol oynuyor. Bilim bir yandan “hepimiz korunmalıyız, sağlık sisteminin yükünü hafifletmeliyiz” diyor bir yandan “hepimiz bu hastalığı geçireceğiz” açıklaması geliyor. İnsanlar “iyi bari geç yaşayalım bu hastalığı” diye düşünmeye başlamışken bu kez “bir geçiren bir daha geçirecek” deniyor. Hassasiyetler başa sarıyor, “nasılsa” devreye giriyor. Bu “nasılsa” bir boşvermişliğe ve karmaşaya neden oluyor.
 

Antikor geliştirme tartışmaları, kuluçka süresi, taşıyıcılık, semptomatik-asemoptamatik vaka tartışması, aşı çalışmaları, tedavi algoritmaları, etkisi belirsiz ilaçlar, kalıcı hasarlar, bulaş yolları…. Bu başlıklarda hemen her gün yığınla sağlıksız haber okuyoruz. Haberlerin biricik amacı kendilerini okutmak; sansasyon ve spekülasyon temelliler. Hadi onlar öyle de bilim insanları niçin bu tuzağa düşüyor? Bir yandan ise hastalığın külliyatı oluşturuluyor. Yakın dönemde yaşamadığımız bir deneyimi yaşıyoruz. Fakat bilim insanlarının, deneyimi, vakayı esas alan bilginin kaideyi üç beş ayda kuramayacağını, ortada bir belirsizlik varsa bunu hep beraber yaşayacağımızı, sonuçlarına birlikte katlanacağımızı biz sıradan vatandaşlardan daha iyi bilmesi beklenmez mi? Yukarıdaki başlıkların birçoğu spekülasyona açık. Bu boşluğa ülkemizdeki siyasi çekişme de tuz biber ekiyor. Salgının başından beri TTB ile devlet yetkilileri çelişen açıklamalar yapıyorlar. Bu tür çelişkiler birçok ülkede yaşanıyor. İstifa eden, görevden alınan sağlık bakanları gelip geçti, protestolar gördük yaklaşık altı aylık süreçte. Devletler minimum kayıp gösterme kaygısında… Kaygılar kuzey yarımküreye yaz mevsiminin gelmesiyle birlikte Akdeniz ülkeleri için turizm kaygısına da dönüştü. Vakaların az gösterilmesi mümkün ve bu ihtimal tüm dünyada geçerli. Buna karşın Türkiye’deki durum biraz daha hassas… Sağlık bakanı Fahrettin Koca pandeminin ilk aylarında yurttaşların takdirini toplamıştı. Sempatik tavırları, canhıraş görüntüsü AKP’li olmayan bloğu da etkilemişti fakat rüzgâr tersine döndü diyebiliriz, Koca bu kez tepkilerin hedefinde. Yalnız o değil bilim kurulu da iktidarın güdümünde kalmakla itham ediliyor. Yurttaşları vakaların saklanması ve hasta olduğu belli kişilere dahi test yapılmaması yaralıyor. Bir pandemi sürecinde güvenin önemini tartışmak yersiz. Türkiye’de güven kırıldı. Güven kırılınca kaotik bir kriz atmosferine sürüklendik. Konuda yetkinliği bulunan bilim insanlarının tam bu noktada dengeyi sağlamaları beklenebilir fakat kafa karıştırıcı ve karamsar açıklamalarını sürdürüyorlar. Devletin ayrımcılığı ile bilimin karamsarlığı arasına sıkışan toplum ise gün geçtikçe yoruluyor ve bilgi bombardımanından fenalıklar geçiriyor.

*
Yazıyı tamamlarken bilim insanlarına, zor şartlarda görev yapan sağlıkçılara saygı ve sevgilerimi sunmak istiyorum. Emek veriyorlar, canlarından, sağlıklarından veriyorlar. Onların bu fedakarlıklarını toplum olarak yanıtlamamız gerekiyor. Ruh sağlığı yerinde bir toplum olarak… Korkuya ve umutsuzluğa boyun eğmeyen, histeri ile önlemi ayırt edebilen bir toplum olarak…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl