Ana Sayfa Litera Tanrı bir antikacı olmalı!

Tanrı bir antikacı olmalı!

Tanrı bir antikacı olmalı!

Kalbimi ve aklımı döktüm. Bir avuç. Hepsi bir avuç pas.

BANA sorarsanız, bir sanat yapıtının en önemli niteliği, esinleme gücüdür. Derim. Hep buna inandım. Henüz üniversitede öğrenciyken, başka bir bölümden, yine bir mühendislik öğrencisi arkadaşımla birlikte edebiyat dergileri çıkarmıştık. Her sayısı farklı bir adla çıkan dergilerimizin mottosu aynıydı: “Sanat kırılmış bir mutluluğun taşıdığı vaattir.” Adorno’nun bu cümlesini daha sonra sürekli tekrar ettim, yazılarımda kullandım. Sanırım “vaat” sözcüğünün içinde sessizce taşındığını düşündüğüm yakarı, sonsuzluğunun ya da zamansızlığının yanında, yapıtı kitaptan ayıran şeydi: “Sanat yapıtı bir yakarışa dönüştüğü anda, tıpkı yürekten apacı bir feryadın kopması gibi, yaratıcısıyla tüm bağlarını koparır, onu aşar, zamanın içinde zamansızlığa doğru yol alır.” Ve bekler. “Gören gözü, duyan kulağı beklemeye başlar.” Okurken bu sessiz çığlığı birkaç kez duydum. İlki Walter Benjamin’in esrar kitabıydı; çevirisini yaptığım sırada araya girdi ve bana bir Benjamin kitabı yazdırdı. İkincisi, David Markson’ın kült romanı Wittgeinstein’ın Metresi’ydi. Yetmiş üçüncü sayfada çeviriye ara vermek zorunda kaldım. Çünkü yapıtın hayaleti yakama yapışmıştı. 2012’nin sonbahar ve kış aylarını birbirine uladı ve sonraki yılın ilkbaharına kadar geçen zamanı büyülü, bembeyaz ve yekpare bir mevsime dönüştürdü. Uykusuz. Beş ayda 624 sayfalık bir roman: Galileo’nun Karısı. Max Blecher’ın acilen yazmak zorunda olduğu başyapıtı ise başıma türlü işler aştı; metnin kara büyüsünden kurtulabilmek için denemediğim Roma duası, telef etmediğim av hayvanı kalmadı!

S.S. BAYAN Unguentine’nin Seyir Defteri’nin çevirisini tam zamanında bitirdim. Daha on gün bekleyebilirdim. Duramadım ve “bonus” kitapla birlikte sahibine postaladım. Kapaklı iki özel baskı. Yeryüzünde tek. Bir de bir mektup yazdım. Kalemle kâğıda ve hayat gibi tek kopya. Dağı taşı, orkideyi nergisi, kakaoyu tohumu, güneşi ve iki yıldızı, “netleşmemiş biçimlenim”lerimizi, “yalnızlığın tesellisi sisi”, “mıhlanmış tedirginliği”, hayalkeşliğimi ve “utanç verici ayıklığımı”, kolektif tarihimizi ve iyi dileklerimi, bir kutunun içine koydum, kapağını rüzgârda güçlükle kapattım, sarıp sarmaladım, üstüne kırmızı kadehten Kırılacak Eşya etiketi yapıştırdım ve yolladım. Kabul etmesi için yakardım. Bu bile güzeldi, çünkü insan sadece Tanrı’sına yakarır.

 

BİRÇOK soru sorulabilir. Esin kim? Esinlenme ne? Esinlenme deneyimini hangi güçler harekete geçirir? Okur nasıl esinlenir, bilerek ya da bilmeyerek öncesinde bir hazırlık yapar mı? Esinlenme anındaki bakışı her zamanki bakışından farklı mıdır? T.S. Eliot, “Bir şairin ‘esin’inin büyük kısmı okuduklarından ve tarih bilgisinden gelmelidir.” derken bu sorulara yanıt vermez. Ya da bu soruların yanıtlarının zaten bilindiğini varsayar. Aynı şekilde, Charles Baudelaire de, esinlenmenin karşısına koyduğu şiirsel yapılarla, bize kullanışlı, somut şeyler sunmaz: “Şiirdeki tartım ve uyak, esinlenmenin tehlike ve boşluğunun tersine, insanın ölümsüz tekdüzelik, bakışım ve şaşırtı gereksinimlerini karşılar.” Der. Bu sözde işimize yarayan en önemli şey, esinlenmenin tehlikeli boşluğudur.

 

“ESİN kim? Bir kız. Doğru. Göt Dağı eteklerinden. Bembeyaz memeli. Bembeyaz tenli. Göçmen. Sanırım biraz Slav. Bir dişi kurbağa.

Esin aynı zamanda bir kuştur. Görünmez gagası, kanatları, ayakları. Ansızın geliverir. Kalbinize konar, aklınıza konar. Hafifletir. Tüy eder sizi. Masal eder. Şanslıysanız. Masal kahramanı. Sonra olur bir dişi kurbağa.”

 

ASKERDE birdenbire, bir mucize gibi, Esin’lendim ve bir yolunu bulup, çarşı iznine çıkacağım hafta sonu, güvercinin bileğine bağladığım notla ona haber yolladım. Gün boyu yüzyıllarca seviştik. Yorgunluktan öldüm, öldüm. Az kalsın kışlaya dönemeyecek, askerliği yakacaktım.

 

“AKLIMDA sadece Galileo’nun Karısı var. Uçarak dağdan indi. Ben bir kurbağaydım. Yeşil elbiseler içinde. Yeşil bereli. Bir havacı. Çarşı izninde. Ama ben çarşıya değil, dağa gittim. Esin gelecek diye. Göt Dağı’nın eteklerinde bekledim. Çavdar tarlalarında sevişti benimle. En sevdiğim hayvan kurbağa. Şey. Vücut estetiği bakımından. Dişi kurbağa. Nasıl iyi geldi. Askerde sevişmek iyi gelir askerlere.

Galileo’nun Karısı. Galileo’nun Karısı. Galileo’nun Karısı. Çıkıverdi aklımdan. Uçuverdi aklımdan.

Sonra dolmuşa bindik. Aizanoi’ye gittik. İsmi. Zeus’un kızı su perisi Erato ile Arkadya’nın efsane atası Kral Arkas’ın oğlundan. Esin ve ben. Bir kuşla bir kurbağa. Bir esin kuşuyla bir havacı kurbağa. Erato. Lirik şiiri ve aşk şiirini seven dokuz Musa’dan biri. Arkas. Zeus’la Artemis’in avcı kızlarından Kallisto’nun oğlu. Bulutlu bir gök vardı. Ama içimiz çok beyazdı. Elleri çok sıcaktı. Herkes çarşıda. Kırlarda. Kimse yok bizden başka.”

 

KENDİ esinlenme deneyimimi düşündüğümde, bu deneyimin gözlemleyebildiğim ve bana ilk bakışta şaşırtıcı gelen yanı, her defasında büyük bir yazınsal kısırlıktan ve iç sıkıntısından sonra gelmiş olmasıdır. Esinlenme daima, kendimi bir inek gibi geviş getirir durumda bulduğum uzun süreçlerin ertesine rastlamıştır. Öyleyse bu kısır dönemin, ardından gelen taşkınla ilişkisi olmalı. Şiirin doğasına uygun bir birikme sürecidir bu: Şiirin bir zorunluluk olarak var edilmediği, ya da görünürde var edilmediği, şairin çoğunlukla bakmakla geçirdiği ve hiç bitmeyecek sandığı, sanki “evrenin yaşı” kadar uzun bir süreç.

Okyanusta bir yaz mevsimidir. Mavna ekvator ikliminde hayalet bir gemi gibi sürüklenir. Bunaltıcı sıcaklar kimseye nefes aldırmaz; karıncalar bile uzanıp dinlenir; ağaçlarda yaprak, kuşlarda tüy, insanda hiçbir duygu kıpırdamaz. Gündüzler ve geceler ölümsüz bir tekdüzelikle buharlaşırken, bu durum dikkatsiz bir göze bile çekici görünebilir. Karada ise, güneşi ve av hayvanlarını doyura doyura akan uyurgezer derenin, baraj gölüne ulaştığında ne kadar zayıflamış olduğu önemsizdir. Aka aka, yene yene, kolsuz bacaksız kalan su, ölesiye canı sıkılan su. Ama çabucak iyileşir. Sabırla biriken, usul usul yükselen suyun aklına bir gün doğası gelir. Sarhoşluğundan uyanır ve bir anda arkasında biriktiği seti yıkıverir. Taşkında ne yapar insan!

 

“BAŞLADIK sevişmeye. İlk Tunç Çağı’nda seviştik. Koca Çay’ın her iki yakasında. Ortaçağ’da seviştik. Erken Roma döneminde, Hadrianus döneminde, Bizans döneminde, Selçuklular döneminde. Çavdar tarlalarında seviştik. Nadolu döneminde, Anadolu’da seviştik.

Zeus Tapınağı şehrin en kutsal mekânıydı. Bu tapınağın en önemli özelliği, altında tonozlarla örtülü bir başka mekânın olmasıydı. Bu uygulama, Roma dönemi Nadolu’sunda pek alışıldık bir uygulama değildi. Zeus Tapınağı’nda, benzerine henüz rastlanmamış şekillerde seviştik.

Tapınağın önünde kadın büstü biçimli bir akroter vardı. Tapınağın güney kısmında bir odeon vardı. Tapınağın kuzeyinde bir tiyatro ve bir stadyum vardı. İkiz gibi birbirlerine yapışıklardı. Tiyatronun ve stadyumun her basamağında benzerine henüz rastlanmamış şekillerde seviştik. Tapınaktan tiyatro ve stadyuma gitmek için kullanılan yolun üzerinde bir hamam vardı. En çok zevki, dünyanın ilk borsası verdi. Borsa yapısının kuzeydoğusunda, İS 400 yıllarına tarihlenen sütunlu bir cadde vardı. Gıda pazarı yuvarlak biçimli bir yapıydı. Caddede ayakta, pazarda bir tezgâhın üstünde seviştik. Duvarlarında hem Latince hem Grekçe yazıtlar vardı. Okuduk ve talimatlara uygun pozisyonlarda seviştik. Koca Çay’ın üzerine kurulmuş dört Roma köprüsünde de birer kere seviştik.

Sonra doğrulduk. Nefes nefese gülümsedik birbirimize. Bir sigara çıkardım. Zıvanasını iki yerinden ezdim/burdum. Cık! İyi fikir değildi. Nefes nefese. Kalktık.

Doyamamıştık. Şehrin iki kilometre güneybatısında Karabulut nekropol alanı vardı. Bu mezarlık alanda da seviştik. Kara kara bulutların altında. Şimşeklerin ve sağanağın altında çok güzeldik. Çok mutlu. Hayat dolu. Çok çıplak ve çok ıslak. Koca Çay’ın kuzey yakasında da mezar yapıları görmüştük. Döndük oraya ve mezarların her birinde birer kere seviştik. Sonra hamama gittik. Mermerlerin üzerinde seviştik. Hamama gitmeden de. Akroterin önünde seviştik. Sağında, solunda, arkasında seviştik. Böylece. Tapınağın sert geometrik havası daha da yumuşadı ve cephe estetiği daha da zenginleşti. Hamamda yıkandık ve yeniden Akroterin önüne geldik.

Yan yana oturduk. Temiz temiz gülümsedik birbirimize. Bir sigara çıkardım. Zıvanasını iki yerinden ezdim/burdum. Sonra yaktım. Öksüre öksüre. İlk kez içtiğimde. Ada’da. Daha ilk nefeste hasta olmuştum ya. Bu yüzden Esin’le ağzımdaki dumanı paylaştım. Bana öğretildiği gibi. Ağzımı gagasına dayadım. Ve dumanın yarısını üfledim ağzına. Usul usul. Tam üç kez. Öksüre öksüre. Zaten çıplaktık. Sonra hikâyesini anlattım. Gulag mahkûmlarının. Kanalın. Sigaranın. Ah insanlık! Sonra.

Kybele’nin gözleri önüne, yemyeşil çayırlara uzandık. Bir güzel uyuduk. Dünyanın en güzel uykusunu. Tüm zamanların en hafif uykusunu. Tüm çağların. Uyuduk. Askerde uyumak iyi gelir askerlere.

Ida mı demişti? »En iyi/güzel hikâyeler gerçek hikâyelerdir« diye?

Gözlerimi bir açtım. Karşımda Galileo’nun Karısı.”

 

HİÇ kuşkusuz özlemi, melankoliyi ve “taşlaşmış huzursuzluğu” da barındıran bir tür iç sıkıntısı, yani “Spleen, süreklilik içindeki felakete karşılık gelen histir. Spleen, şimdi ile az önce yaşanmış an arasına yüzyıllar koyar. O, antik çağı yorulmak bilmeden üretendir.”[1] Walter Benjamin’in bu tanımını ben, esinlenme deneyiminin tetiği olarak düşünürüm. Spleen tetiği çektiği anda, nasıl sorusu önemsizleşir. Akımın artan yoğunluğuyla, elektriğin hava direncini aşıp koptuğunu bildiğimiz kabloda yoluna devam etmesi ve sizi ansızın çarpması gibi, spleen de ulaştığı taşınmaz yoğunlukta, şairin üstünde tembelce yaylandığı zemini bir tramplene dönüştürüverir. Tek bir anda. Antik çağı yorulmak bilmeden, tekrar tekrar üreten o tekdüze anların birinde. Ve tetiği çeken eli şairin üzerinden tamamlarsak: “Ancak kendi geçmişini zor ve ihtiyaçtan doğmuş bir çarpıklık olarak gören biri, içinde yaşadığı anda ondan bütünüyle yararlanabilir.”[2] Tüm bildiğim, tüm görebildiğim. Bunlar benim. Dahasını bilmiyorum.

 

“UYKUMDA bir rüya gördüm. Rüya uykuda görülür zaten. Ben de uykumda gördüm. Rüyamda Tanrı’yı gördüm. Çünkü bir kitap okuyordum. Bazı kitaplarda tanrılar olur. Tıpkı Aizanoi’de gezinen tanrılar gibi. Öyleyse.

Tanrı bir antikacı olmalı! Bu tümceyi yıllardan beri aklımda tutuyor olmamın. Gosse’un teziyle bir ilgisi yok. Omphalos’un adını da ilk kez şu an bir romanda okuyorum. Rüyamda yani. Bu saçma sapan tezi öğrenmek. Yaşlı ağaçlarla, yaşlı kayalarla ve yaşlı insanlarla yıllar geçtikçe daha hızlı ve tıka basa dolmaya başlayan zihnimden kendi saçma sapan tümcemi seçip ayıklıyor. Tanrı bir antikacı olmalı! Tanrı bir antikacı olmalı! Tanrı bir antikacı olmalı! Öyleyse. Dünyayı kavrayabilme uğraşında insanoğlunun başvurmak zorunda olduğu en eski ve şaşmaz yöntem gereği. Aralarında, daha çok şiirsel çabayı tetikleyebilecek güçte bir tür benzerlik bulmuş olmalıyım. »Tanrı’nın Adem’i yaratırken onunla birlikte bütün fosilleri ve dünya yüzünden silinmiş varlıkları da yarattığı« tezi. Bir kaleyi ya da antik bir şehri fethetme isteğine benzetilebilir. Sevişerek. Bir seferde ve acımasızca. Sevişerek. Bir seferde ve acımasızca fethedilen. Aynı şekilde. Bir seferde ve acımasızca terk ediliyor. Sevişerek. Ama insana ya da düşünceye özgü derin acının örtbas edilemeyeceği anlar vardır. Yaz sağanakları gibi apansız bastırır ve aşılamazlar. Çaresiz bitmeleri beklenir. Böyle anlarda. İnsan ruhu da tıpkı gökyüzü gibi bir anda kararır. Her ikisi de yanında birini arzular. Ve o birisinin bir kez olsun şöyle demesini. Ağlama sevgilim! Bir kez olsun. Ağlama sevgilim!”

 

AMA S.S. Bayan Unguentine’nin Seyir Defteri için tüm bu söylediklerimin fazlası geçerli. Ya da söylediğim her şey yanlış. Çünkü buradaki sanat yapıtı sadece bir kitap değil. İnsan.

İşte her şey şimdi bitti. Dokuzda bitti. Güzel rakam! Biraz dinlenmek her zaman iyi geliyor. Benjamin’i hatırlatıyor: Hayalkeşliğimi utanç verici ayıklığıma dönüştürüyor. Bu dünyamı öbür dünyama. Ya da tersi. Ama olsun. Hiç çekinmeden. Kalbimi ve aklımı döktüm, eğildim, kırmızıyı avuçladım. Bir avuç. Hepsi bir avuç pas. Rüzgâra savurdum. Artık sessizliğim başlayabilir. Ne sandınız! Benim de sessizliğim olabilir. Okur bir karşılık aramakta haklı olabilir. Haksız da olabilir. Bence bu sefer aramasın. Bir kez de aramasın.

 

“YAZISIYLA kendisi arasına mesafe koymayan bir yazardı O. Kendini bu kadar metnine gömen birine ‘şey’ gibi davranılmaz. Ayıptır. Mahremini satırlarında taşıyanlar, onlarla ilişki kuranları kendiliğinden samimiyete davet ederler sanki. Mesafe koymayana mesafe koymak, onu yok saymaktır, aşağılamaktır. Hassas olmaktan başka seçeneği olmayana, aynı hassaslıkla yaklaşmamak insanlıktan çıkmaktır.”[3]

 

KENDİMİ gerçekten şiire adanmış hissettiğim gençlik yıllarımda, beni utandıran, kelebeğin nefesi kadar hassas “okurlar” tanıdım. Hiçbirini unutmadım, hepsi varlığıma birer çentik attı, hepsi aklımda ve kalbimde parmak izlerini bıraktı. Bu esinleyici insanlara minnettarım. Hatırları bendedir. Gönül borçlarım bakidir. Birinden, Benjamin üzerine yazdığım yazıyı adadığım genç kadından daha önce söz ettim. Başkaları da oldu. Yüz yüze gelebildiğim birkaç elmas. Bu harikulade canlıların çok belirgin ortak özellikleri vardı. Hepsi hayatlarının baharındaydı. Öyle heyecan dolu ve öyle heyecan vericilerdi ki! Onlarla şiir konuşmak, şiiri onlardan dinlerken jest ve mimiklerini izlemek, tanımsız bir manzaranın karşısında büyülenmek, usul usul bir sihrin içine emilmek gibiydi. Yalnızca yaprak hışırtılarının, arıların ve diğer börtü böceğin mırıltı ve tıkırtılarının, her renkte esneyen dikenlerin ve belki uzaklardaki çağıl çağıl bir akarsuyun sadece inleyen sesinin işitildiği düzensiz bir kırda, “yıldızların görülebildiği, nadiren beliren bulutların sargı bezi gibi incecik, aylara inat kat be kat saydam olduğu, içtenlikle ve sızlanmadan çiseleyen yağmurların oyalanmadan dindiği” akıl almaz bir yaz mevsiminin tuhaf bir ikindi vakti, çıt çıkarmadan konuşarak okyanuslar ve uçurumlar aşan, “sanki sonu olmayan bir hiçliğe yelken açan”, bağış ve bağışlamayla dolup taşan, mucize varoluşlar. Yaşamanın en ilkel, canlı olmanın en saf hali. Hayatın tam kalbinde. Ürpertici güzellikler. Ama “her ana bayram telaşında ve sevişerek başlayan” bu genç insanları şaşırabilmenin ve şaşırtabilmenin mücevher mutluluğuyla donatan şey, “okur” ile “yazarı” birbirinden ayıran şeydi: Beklentisizlik. Kalplerine saplandığı açıkça görülebilen şiir bıçağına rağmen, varoluşlarına dokunabilmesi, yeni geçitler, bembeyaz vadiler ve çiçekler açabilmesi umudu dışında, şiirden en ufak bir dünyevi beklentileri yoktu. Kırılacak ya da çoktan kırılmış umut taneleri.

Siz buna yazgı mı diyorsunuz?

 

 

 

 

Suat Kemal Angı

Ankara, 8 Mart 2021

 

 

 

[1] Walter Benjamin, “Zentralpark”, çev: Şeyda Öztürk (İstanbul: YKY, Cogito, sayı 52, Güz, 2007), s. 184, madde 7 ve 9.

[2] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk içinde “Tek Yönlü Yol – Antikalar – Torso”, çev: İskender Savaşır (İstanbul: Metis Yayınları, 1. Baskı, 1993), s. 71.

[3] Besim F. Dellaloğlu, Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya, (İstanbul: Versus Kitap, Eylül 2008), s. 3.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl