Ana Sayfa Litera GEÇİCİ BİR SABAH (ÖYKÜ)

GEÇİCİ BİR SABAH (ÖYKÜ)

GEÇİCİ BİR SABAH (ÖYKÜ)

ten… nine… eightsevensixfivefourthree… two… one… zero… Fire!

Dünyaya boşluktan bakayım diye, yerleştiğim koltuğa, emniyet kemeriyle sıkı sıkıya bağlı bedenimi uzaya taşıyacak olan Amerikan yapımı füze, oturduğum apartmanın çatısına kurulu rampadan ayrılarak, gökyüzüne doğru hızla savruluyor. Yükseldikçe, dünyanın bütün yükünü, aşağıda bırakıyorum sanki. Kuş gibi hafifliyorum. O kadar rahatlıyorum ki, derimi bile hissetmiyorum. Beyni, omuriliği ve bütün iç organları alınmış bir yaratığın tüyüyüm artık. Bir zaman sonra, dünyanın ağır ve kirli atmosferinden çıkıp, kendimi uzayın boşluklarında buluyorum. Füzeden de kurtulan, içinde bulunduğum kapsülden aşağıya, dünyaya bakıyorum. Şu ana dek, içinde yaşadığım ve mavi bir küre diye bildiğim gezegenimin, uzay boşluğunda, kocaman, mavi bir LCD ekran şeklinde olduğunu hayretler içinde görüyorum. Ben sadece ay biliyordum ama ne çok uydusu olduğunu… O uydulardan birinin yardımıyla, içinde doğup büyüdüğüm mavi, dev ekran şeklindeki dünyadan, burada olup biten her şeyi, birkaç saniye içinde tarıyorum.

Dünyada oturduğum sokağın girişindeki çöp konteynerini boşaltan kamyonun gürültüsüyle, göz kapaklarımın ardında, sabah oluyor birden. Hayat, burnuma çöp kokuyor. Kim bilir bu uyandığım kaçıncı sabah. Üzerinde olacak her şeye hazır bir yeryüzü. Uyanıyorum. Birazdan herkes uyanacak. Musluğu açıp, yüzlerindeki uyku masumiyetini, göz çapaklarıyla birlikte yıkayacak. Havluyla kurular kurulamaz, ben herkesten önemliyim ve her boku bilirim maskesi geçirecekler yüzlerine. Ayna ayna, söyle bana, var mı yeryüzünde, benden daha önemli biri” kibiriyle bakacaklar kendi yansımalarına. Bilmekle kalmayıp, kendi mutsuzluklarına, dibi tutmuş göz çanaklarına, çürümüş içlerine bakmadan, nasıl yaşanması gerektiğini anlatacaklar herkese, evde, sokakta, kahvede, işyerlerinde, partilerde, televizyonlarda, çarşıda, pazarda, okulda, her yerde. Şaşmaz doğrularını, dinlemek istemeyenlerin gözüne, kulağına sokacaklar. Sizi sevmiyorum ama nasıl yaşamanız gerektiğini anlatacağım sizlere, çünkü hepinizden sorumluyum, der gibi bir ton katarak seslerine. Bunu yapacaklar.

Gözlerimi odada gezdiriyorum. Güne ısınma hareketi bu. Kalkıp perdeyi açıyorum. Gündüzü, bir sevgili gibi yatak odama alıyorum. Penceremden, üstü başı tozlu ışık kılığında giriyor gün. Banyoya girip musluğu açıyorum. Su güzel. Tanrı varsa eğer, suya benziyor olmalı. Temiz ve her şeye can veren. Musluğa eğilip, yüzümü tanrıyla yıkıyorum. Yüzüm arınıyor. Canlanıyorum. Ama biliyorum, uyanmak her şeyi hızla kirletiyor. Tanrı, sudan ibaret. Hayata, daha çok insanlar karışıyor.

Yüzümü inceliyorum sonra aynada. Ütüsüz gömlek gibi. Yastığa sürtmekten, bazı yerleri kırışık. Alnım, çenem, göz kapaklarımın üstü. Düzelir birazdan.

Canım çay çekiyor. Kahvaltı yapmayı, içinde çay olduğu için seviyorum. Mutfağa geçip, ısıtıcıya su koyuyor, fişini takıyorum. Çağın muhteşem icadı. Su hemen kaynıyor. Yarısını, demliğe eklediğim üç kaşık çayın üzerine döküyorum. Kalanını çaydanlığa. Demleninceye kadar, tepsiye zeytin, peynir ve reçel tabağını yerleştirip salona geçiyor, sehpanın üzerindeki uzaktan kumandayı elime alarak, yerine tepsiyi bırakıyorum. Günün, daha doğrusu dünün haberlerini, her sabah olduğu gibi çayın demlenmesini beklerken izliyorum. Bugünkü gibi, hafta sonuysa eğer, haberleri televizyondan izlemeye, bir de gazete okuma keyfim ekleniyor. Bu ülkede haberleri izlemek, gazete okumak ne kadar keyifliyse.

Gazete almak için, apartmanın hemen altındaki bakkala inmeden önce, her zaman izlediğim haber kanalını tuşluyorum kumandanın üzerindeki rakamlardan. Sunucu kadının, sesine müthiş bir ciddiyet ve gerilim katarak anlattığı haberin, gözlerimden ve kulaklarımdan beynimin henüz uyanmış kıvrımlarına hücum etmesine izin veriyorum:

Sayın seyirciler, Gezi Parkı eylemleri, on dokuzuncu gününe girerken, parkın içindeki direnişçiler, biber gazı, cop ve tazyikli su kullanılarak polis tarafından dağıtıldı.”

O anda, ülkedeki hatta yeryüzündeki bütün insanlar üçe bölünüyor: Direnen insanlar, onların direncini kırmak için verilen emre kendi hınçlarını da katan polisler ve sayın seyirciler.

Ben hangisiyim? Sayın seyirci mi? Ne kötü. On dokuz gündür, rahat yataklarında uyuma, sıcak banyolarında duş alma, kanepelerine uzanıp televizyon başında kahvaltı yapma keyiflerini bir kenara bırakarak park köşelerinde, hükmü çoktan geçmiş yaşam dayatmalarına direndiği için devletin polisinden dayak yiyen insanların karşısında, böcek kadar küçülüyorum. Sağlıklı nefes almak bile midemi bulandırıyor. Evde olmak. Mutfakta demlenen çayın kokusu, önümdeki sehpada duran tepsinin içindeki peynir, zeytin ve reçelin rengi… Evimdeki eşyalara tiksinerek bakıyorum. Kıvrıldığım koltuğun üzerinde, kendimi hamamböceği kadar hissediyorum. Evden bir an önce çıkmalı, ışığa, sabaha karışmalıyım. Hafta sonu keyfim kaçıyor. Başımı, kişisel bunalımlarıma gömmekten ve hayatta en çok sevdiğim ve bir zaman güvendiğim kadının, bana yaşattığı hayal kırıklığından dolayı, ülkede, hayatı sorgulayan insanların mücadele ettiği sorunlarla ilgilenmeyeli, ne kadar zaman oldu? Altı ay mı, bir yıl mı? Bağlı bulunduğum sendikanın eylemlerine katılmayalı? Ben, halkının apolitik olmasını isteyen yöneticilerin yerinde olsam, sokaklarda sosyal yaşamı kısıtlayan çağ dışı hayat algılarını dayatmak ve bu amaçla kafalarındaki nesli yaratmak adına mahalle baskısına yol açan politikalara, muhafazakar hayat felsefesine prim vermek yerine, insanların âşık olmasını isterdim. Çünkü bunun sonrasında, belki de yeni bir aşka kadar kişisel bunalımlardan başını kaldıramayacak insan, hiçbir adaletsizliğe de başkaldırmak için kendinde güç bulamayacaktır. Aşka inanan son adam ben mi kaldım? Bunu rakamla yazmalıyım -çünkü yazıyla altmış sekiz” kuşağı demek aynı etkiyi yaratmıyor- 68 kuşağından olan babam, ben fakültede okurken, klasik babaların aksine bir gün şunu söylemişti bana: “Üniversite yılları, insanın kendini düşünsel anlamda tamamladığı, olgunlaştırdığı, hayattaki yerini tayin ettiği önemli yıllardır. Bu yüzden beyinsel bütün mesaini, felsefî derinliğe ulaşmaya, ülke ve dünya sorunlarına, emekten, hayattan yana olmayan politik akışı, tersine çevirmeye ayırmalısın.” Bunları söyledikten sonra, kendi kuşağının, en hızlı, yakışıklı ve güzel olunan genç yaşlarda bile aşkı, akıllarından geçirmediklerini, yakın oldukları herkesi yoldaş, kardeş bildiklerini anlatmış, ardından bu sözlerine, âşık olanları ayıpladıklarını, onları zaafa düşmekle suçladıklarını da ekleyince, ben de ona ama bu hiç de adil değil, hayat insandan, duygulardan başlar ve oradan dışarıya, sokaklara doğru akar. Sizin, eleştirdiğiniz o muhafazakar kesimlerden ne farkınız kalıyor? Siz ve onlar gibi düşünenler yüzünden zaten bu ülkede, ne sokaktaki ne de evlerdeki hayat renkli. Her şey siyah, beyaz ya da bilemedin gri. Yeni kuşağın, sizlerden farkı bu işte: Hayat, politika ve aşkı birlikte sürdürebilme becerisi geliştirebilmek. Mizah, siyaset ve romantizmin bir arada bulunabileceğini keşfetmek.” demiştim. Ama şu halime bak, bir yıldır sorunlarla giden bir aşk yaşamaktan, kafamı kaldırıp, ülkede neler oluyor, insanlar, hangi sorunlarla boğuşuyor, ilgilenemiyorum bile. Babam haklı mıydı yoksa? Ya da sorun bende mi? Kuşağımda olduğunu iddia ettiğim, birbirinden bağımsız sanılan yaşamdaki değerleri bir arada götürebilme yeteneği, bende mi yok? Ya da ben, aşkın, sanatın dışında hiçbir soruna ilgi göstermeyen apolitik biri miyim? Mutlu âşık olsaydım, böyle olmazdı belki. Mutsuzum ya, ne kendime, ne ülkeye hayrım olmadığından, yarı aydın, yarı arabesk bir adam mıyım? Ne? Sorun bende mi, yoksa babam mı haklı?

Kendi bunalımlarımdan, içimin duvarlarından neyle kurtulacağım? Bu ruh göçmesinden. O, yok artık. Aşk yok. Bir kez daha yenildim. Ben derinlik peşinde vurgun yiyip dibe düşerken; yüzeyde avlananlar, avlarıyla karaya sapasağlam çıktı. Yüreğime ağırlık yapan bütün taşlar, yerine oturmalı artık. Bugünden tezi yok hem de. Cep telefonuma sarılıp, kişisel sorunlarımdan uzaklaşmak, kendimi bir an önce toparlayıp dışarda akan hayata karışmak, uygulanmak istenen yanlış politikalara karşı koymak ve bu konuda demokratik mücadeleye ne gibi bir katkı sunabileceğimi konuşmak üzere; bugüne kadar hiçbir eylemi kaçırmayan, bağlı bulunduğum sendikanın işyeri temsilcisi arkadaşımı arıyorum. Telefonu çalıyor.

-Alo, diyor, telefonun öbür ucundaki yoldaş ses.

-Günaydın, diyorum, nasılsın?

-Sağol, sen nasılsın?

Ülkede olup biten hiçbir şeye karşı duyarsız olmadığımı hemen anlasın istiyorum.

  • İyi değilim, diyorum, nasıl iyi olunabilir ki bunca sorunun içinde.

  • Biliyorum, diyor, uzun zamandır mutsuzluğunun, depresyonunun farkındayım. Duyarlı, hassas bir adamsın sen.

Oh, nihayet öyle korktuğum kadar, yoldaşlarımın gözünde, apolitik biri olmadığımın kesin olarak onaylanması bu sözler. Arkadaşımın gözündeki bu pozisyonumu güçlendirmek için,

  • Kahvaltı bile yapamadım bu sabah, diyorum, ağzımın tadı kaçtı. Moralim çok bozuk.

Üzülme, diyor, umarım çabuk atlatırsın bu durumu. Karşına yeni bir aşk çıkar. Neyse benim, sendikaya uğramam lazım. Şimdi çıkıyordum evden. Haberin yok sanırım, Gezi Parkı’ndaki arkadaşları, şiddet kullanarak dağıtmışlar. Ortaya nasıl bir eylem koyacağız, bunları konuşacağız yönetimle. Seninle başka bir zaman konuşuruz olmaz mı? Bir gün dinlerim senin sorunlarını da. Öpüyorum çok. Dıt dıt dıttttttttttttttttttttttttttttttttttttttttt! Dıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııtttttttttttttttttttttttttttttttttttttttttttttttttt!

Televizyondan odaya yayılan ses, suratıma kapanan telefonun sesini bastırıp yankılanıyor odada:

  • Sayın seyirciler….. Sayın seyirciler….Sayın seyirciler…

Kadın spikerin anlattığı haberden, yalnızca bu sözcükler kalıyor kulağımda. O kadar. Bu, benim işte. Akan hayatın seyircisi. Kendi yaşadıklarının, aşkının bile kontrolünü elinde tutamayan zavallı bir seyirci.

Cep telefonum çalıyor. Açmıyorum. Kendimi çalan telefonların da hayatın da dışında tutmak, herkes tarafından öylece unutulmak istiyorum. Bir daha çalıyor telefonum. Uzun uzun aranıyorum. Açmayacağım. Nasıl olsa, ben yalnızca seyirciyim. Ya arayan sendikalı arkadaşımsa? Benimle gel, sana, bütün aydınlara ve özgürlük savaşçılarına ihtiyacımız var bugün.” diyecekse. Telefonun ekranından, arayanın kim olduğuna bakmayı bile akıl edemeden, kaçırılmaması gereken bir umutla açıyorum.

-Telefonu neden açmıyorsun, diyor uzun zamandır görüşmediğim bir kız arkadaşım, İyi misin? Neler yapıyorsun?

Evet, yaşadığım hiçbir şeyin kontrolü bende değil. Hiçbir kanalda uzun süre kalmayan, sıkıntılı bir tanrının elindeki uzaktan kumandadan yayılan dalgalarla ilerliyor zaman. Görüntüler bir anda değişiyor. Yüzler ve o yüzün ardındakiler… Gerçek sandığımız şeyler, bir anda yok oluyor.

Bu sabah, uyanmadan önce gördüğüm rüyayı hatırlıyorum. Telefonun öbür ucunda bekleyen kız arkadaşıma,

  • Kendi uzay boşluğumdan dünyaya bakıyorum, diyorum, kocaman, mavi bir ekrandan. Yapabildiğim tek şey bu. Olan oldu. Hadi bana gel. Birlikte izleyelim hayatı.

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Halil İbrahim Özbay, Geçici Bir Sabah isimli öyküsünün merkezine, hayatı, daha çok da kendi hayatını, kendi uzay boşluğundan bakarak anlatan, yanı sıra dünya gezegenini mercek altına alan bir özneyi yerleştiriyor. Öykünün açılışındaki rüya betimlemesinin uyandırdığı etki, okuru ne kadar gerçek dışılığa yaklaştırıyorsa devamında gelen hayata dair, içerden, samimi gözlemler/eleştiriler de bir o kadar gerçekliğin orta yerine fırlatıyor. Kendi gönül işlerinin derdine düşen özne, öykünün geçtiği zamanı Gezi Parkı eylemlerine tarihleyen yazarın seçimiyle hem içinde bulunduğu durumun ezici buhranıyla, daha önemli bulduğu bir fenomene yeterince ilgi gösteremediğine hayıflanıyor hem de dâhil olduğu sosyal grubun içerisindeki konumunun sorumluluklarını ve hayatın gerçekliğini sorguluyor. Öykünün merkezinde, muharebe alanında yitirilmiş bir aşk, kendi derdine düşüp toplumsal olaylara yabancılaşan, apolitik olarak yaftalanmaktan çekinen bir birey ve hayata dair gülümseten, düşündüren, durup anlamaya vakit ayrılmış ince şeyler var. Öyküde en çok ilgimi çeken, en başarılı bulduğum unsur, Özbay’ın, iletişim kurmak için yapılan telefon aramalarının iletişimsizliği daha da artırdığına dair üstü kapalı vurgusu oldu. Öykünün kahramanı, cep telefonu çaldığında ya hiç açmıyor ya da açmışsa da, okura, kurduğu iletişimin tedirginliğini ve eksikliğini duyuruyor. “Bir gün dinlerim senin sorunlarını da.” diyen sendika işyeri temsilcisi arkadaşın surata kapatılan telefonunun dijital sesinin iletişim araçlarının hâlâ en güçlülerinden televizyonun sesine karışıp parçaları eksik bir yapboza dönüşmesi, öykünün zirve anlarından yalnızca biri.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl