Ana Sayfa Litera ANAYURT OTELİ’NDE MEKÂN-TOPLUM KISKACINDA ZEBERCET

ANAYURT OTELİ’NDE MEKÂN-TOPLUM KISKACINDA ZEBERCET

ANAYURT OTELİ’NDE MEKÂN-TOPLUM KISKACINDA ZEBERCET

Yusuf Atılgan’ın Romancılığına Kısa Bir Bakış

Yusuf Atılgan (1921-1989) Türk edebiyatında modernist romanın ilk örneklerini veren yazarlardan biri olmanın yanı sıra, 1950’lerden itibaren öykü, roman ve şiirin ana konusu hâline gelen bireyi ve onun iç dünyasını odağa alan yetkin eserleriyle dikkat çeker. Kentli modern bireyin duygu dünyasını oluşturan yabancılaşma, yalnızlaşma, bunalma, toplumdan soyutlanma gibi temaları ilk işleyen yazarlardan biri olur. Romanlarının en karakteristik yönü, toplum içinde kaybolan bireylerin iç dünyasındaki parçalanmışlığı birtakım psikanalitik süreçlerle irdelemek ve modern bireyi yabancılaşmaya, boşluğa, yalnızlığa götüren nedenleri kurgunun dünyasında irdelemektir. Değişen dünya dengeleriyle birlikte uzun süren savaşların yok ettiği kolektif bilinç, ortaya çıkan yeni düşünce ve akımlar, felsefi oluşumlar, anlatım olanaklarındaki ilerlemeler (bilinç akışı) 1950’lilerden itibaren eserlere egemen olan izleğin köklü bir biçimde değişmesine, devlete ve topluma bakış açısının farklılaşmasına, kendini güvende hissetmeyen bireyin tedirginlik içinde korkuya kapılarak yalnızlığa sürüklenmesine yol açar. Yusuf Atılgan’ın, yaşadığı dönemin ruhunu doğru okuması gelecekteki bireyin habercisi olacak sağlam karakterler yaratmasını sağlar. Modern bireyi ve onun ruhsal çatışmalarını insan gerçekliğine en yakın veren yazarlardan biri olduğu bugün itibariyle rahatlıkla söylenebilir. Yazar’ın, Aylak Adam ve Anayurt Oteli’nde odak noktası bireydir. Roman unsurlarının psikolojik süreçler üzerinden kurguya dönüşmesi, kullanılan teknikler (bilinç akışı, iç monolog, geriye dönüş) olayların gelişimi, yazarın tutumu ve anlatıcı ile bakış açısındaki değişim ve dönüşümler insan gerçekliğini yansıtmak üzere birtakım fonksiyonlar üstlenir. Atılgan, bireyin psikolojik gerçekliğini sekteye uğratmama ya da bu gerçekliği gölgede bırakmama adına süslü, komleks bir dil yerine sadeliği ve temiz bir Türkçeyi önceleyen anlatımı benimser. Yaratılan karakterler (C. ve Zebercet) toplumdan kopuk, yoğun bir yabancılaşma ve yalnızlaşma içine giren ve biteviye bir arayışla belirsiz duygular içinde sıkışan ve çoklukla da psikolojik sorunları ile cinsel dürtüleri olan kişilerdir. Ancak bu kişilerin psikolojik yabancılaşma içinde kıvranmaları toplumsal yaşamdan kopuk olmaları kadar bireysel nedenlerden de kaynaklıdır. Bir şeye ait olamamanın, bağlanamamanın yarattığı boşluk karakterlerin ana sancısı olur.

Birçok romancının bireyi ve hayatı anlatırken ihmal ettiği, önemsemediği ayrıntıları Atılgan, gerçekçilik ve inandırıcılık kaygısıyla romanının merkezine yerleştirir. E. M. Forster, Roman Kuramı adlı eserinde yazarların yaşamdan alınmış gerçek bireyi yaratırken onun bazı ihtiyaçlarını (uyku, yeme içme) sıklıkla görmezden geldiklerine vurgu yapar. Gerçekten de romanların birçoğunda insanın en doğal ihtiyacı olan uyuma, yeme içme çoğu kez olayların akışı sırasında yansıtılmaz. Bu eksiklik kanaatimce roman kişilerini bizden uzaklaştırır. Yazarlar hep aynı şeyleri tekrar edecekleri ve sıradanlığa düşecekleri kaygısıyla bu iki zaruri ihtiyacı çoğu kez bilerek ihmal eder. Oysaki Yusuf Atılgan’ın romanlarındaki kişilere bakıldığında gerçek dünyaya ait bireylerin yaşam biçiminden farksızdır günlük hayatları. Karakterlerde hiçbir olağanüstülük yoktur. Tıpkı diğer karakterler gibi Zebercet de gece olduğunda yatağına geçer, uyur, sabah kahvaltı yapar, öğlen ve akşam yemeğini yer. Diğer günler de bu zorunlu eylemler tekrar edilir. Yusuf Atılgan gerçek yaşamı ve modern bireyi keskin bir gözlemle en ince ayrıntısına kadar incelemiş ve hiçbir abartıya yer vermeden bu modern bireyi günlük ihtiyaçlarıyla birlikte aktarmıştır. Ayrıntıda boğulma, her gün aynı şeyleri tekrarlama çoğu yazar için tehlike olurken Atılgan için ise bu, üstün bir başarıya dönüşür. Günler geçer, günlük ihtiyaçlar değişmez ancak insanın kendisi değişir, dönüşür, çözülür. Ait olamama, yabancılaşma, toplumdan soyutlanma, cinsel ve psikolojik sorunlar yaşama nasıl kentli modern bireyin temel problemleriyse Yusuf Atılgan’ın karakterlerini (C., Zebercet) şekillendiren, anlamlandıran ya da anlamsızlaştıran da bunlar olur.

Atılgan, bireyi her açıdan ele almak ve öne çıkarmak için onu kısıtlı bir mekâna/çevreye hapseder Anayurt Oteli’nde. Bu yüzden romanlarında gündelik hayatın canlı yüzüne pek rastlanmaz. Anayurt Oteli romanında da bu durum sürmekle birlikte Zebercet’in işlediği cinayet, dış dünyayla olan ilişkisinin artmasına neden olur. “Otel” dışındaki mekân/dünya, ancak Zebercet’in doğumundan itibaren süregelen mevcut düzeninin bozulmasıyla belirginleşir. Bu yazıda Zebercet üzerinden kahraman-mekân ilişkisi ve bu ilişkinin yansıma biçimleri ile çeşitli pasajlar hâlinde verilen dış dünya ele alınmıştır.

Doğumdan Ölüme: Anayurt Oteli

Romana adını veren Anayurt Oteli mekânsal bir anlamın ötesinde anılara ev sahipliği yapan yüzyıllık geçmişiyle romanın kurgusunda önemli bir yere sahiptir. Anayurt Oteli’nde başlayan hayat yine aynı yerde trajik biçimde son bulur. Ramazan Korkmaz “Yurtsuzluk İtkisi ve Anayurt Oteli” başlıklı makalesinde bu otelin ölü barındıran hatıralarıyla Zebercet’e göründüğünü ve bir mekân olarak Zebercet’in yurtsuzluğunu gideremediğini vurgular: “Zebercet, fenomenolojik bir dikkatle bakıldığında, bir yersizlik/yurtsuzluk itkisi olarak görülebilir. O, bir yerde olamayan sürgün bir yazgının çığlığıdır. Çığlık ise, mekânsızlığın ya da yurtsuzluğun akustik imgesidir. Dünyada kendine yer edinemeyen her fenomen bir çığlığa dönüşebilir. Böyle bir çığlığın, yükselen frekanslarında topyekün bir dünyayı reddedebileceğini söyleyebiliriz” (Korkmaz, 2005: 141). Anayurt Oteli, ülkenin kaderinde dönüm noktası olan tarihi başlangıçlara sahiptir. Eskiden bir konak olarak inşa edilen bu yapının kuruluşu bizi Tanzimat’ın ilanı olan 1839’a götürür. Yeni kurulan Cumhuriyet’in ilan tarihinde -1923’te- ise bu konak otele dönüşmüştür. Berna Moran bu özel tarihlere dikkat çekerek romana birtakım anlamlar yükler. Tanzimat yıllarında inşa edilen ve Cumhuriyet’le otele dönüşen bu yapı, Zebercet’e ev sahipliği yapar. İlk olarak, konakta Rüstem Bey’in yanında çalışan Zebercet’in babası (Ahmet Bey), yangından sonra otele çevrilen bu binanın idaresini devralır. Zebercet, bu konakta yedi aylıkken dünya gelir; önce annesini kaybeder, askerliği bitirdikten hemen sonra ise babası ölür. Rüstem Bey, otelin idaresini Zebercet’e bırakır. Gelişen olayların ve psikolojik çalkantıların/sorunların cereyan etmesinde başat rol oynayan Anayurt Oteli, Zebercet’le birlikte romanın ana kahramanı hâline gelir. Otelin karanlık atmosferi Zebercet’in iç dünyasının tezahürü olarak yorumlanabilir. Dış dünyaya kapalı, sessiz ve karanlık oluşuyla ürperti verici bir iç görünüme sahip olan otel, geçmişin gölgesinde Zebercet’in trajik sonuna tanık olan ana unsur olur. Onunla başlayan yolculuk arketipi yine onunla son bulur. Her katı ve köşesi Zebercet tarafından ezberlenen otelin kokusu ve ruhu kahramanda temsil bulur. Dış dünyadan aşırı kopukluk/soyutlanmışlık, oteli alternatifsiz bir yaşam alanı hâline getirir. Zebercet, zorunlu hâller dışında dışarı çıkmaz:

Otelden pek seyrek çıkardı. Şimdiki gibi olağanüstü bir durum olmazsa yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir keselenmek için hamama, dört haftada bir saç tıraşına, ayda bir otelin paralarını İstanbul’a yerleşen Faruk Keçeci’ye göndermek için postaneye giderdi. Yılda bir otelin vergisini de yatırırdı ama bunun için ayrıca çıkmazdı; postaneye gittiği bir gün yatırırdı. Her çıkışında, özellikle hamama gittiğinde, o yokken otelde kötü bir şey olacakmış gibi tedirginlik duyardı” (Atılgan, 2016: 21).

Doğumundan itibaren (askerlik dışında) bütün yaşamını otelin sınırları içinde geçiren Zebercet’in bu tercihi psikolojik sarsıntılarından bağımsız değildir. Dış dünya, içe kapanmış ve büyük bir psikolojik yabancılaşma sürecine girmiş Zebercet’in varlığı için büyük bir tehdit ve korkuya işaret eder. “Zebercet’in otelin dışında hep tedirgin olmasını, bilinçaltında etkisinden kurtulamadığı travmatik doğum sendromunun etkisiyle açıklamak mümkündür. Mahzene çekilme veya sığınma şeklinde de değerlendirilebilecek bu kaçış, içgüdüsel bir korunma refleksi ile değerlendirilebilir” (Korkmaz, 2015: 145). Zebercet, 32 yılını geçirdiği kasabada yapayalnızdır, zorunlu ihtiyaçlar dışında iletişim kurduğu kişi yoktur. Karakterin içe dönüklüğü, var olan sorunlarının dışa aktarılamamasına neden olur. Böylece yoğun bir yabancılaşma sürecine girilir. Dış dünyayı ve bu dünyanın insanlarını bir tehdit olarak gören Zebercet, İkinci Dünya Savaşı’ı sonrası şekillenen ve aitlik duygusu yok edilen, bunun sonucu olarak da hem devleti hem de toplumu bir tehdit unsuru olarak algılamaya başlayan modern bireyin prototipidir. Gerçekten de “Zebercet tipi” karakterlerin 1950’li yıllardan itibaren roman ve öykülerin ana konusu yapılması dünyada ve ülkemizde görülen değişim ve dönüşümden, felsefi akımlardan, değerlerin tahrip edilmesinden bağımsız düşünülmemelidir. Çünkü 1950’li yıllara gelindiğinde, İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu acı sonuçlar, tüm dehşetiyle bütün dünyada yankısını sürdürür. Savaş sonrası yaşanan buhran etkisini siyasal, toplumsal ve ekonomi alanda hissettirdiği gibi felsefi ve edebi alanlarda da köklü değişimlerin başlangıcı olur. Ölümün, yoksulluğun, çaresizliğin ve açlığın cirit attığı bu savaş yılları insanlığın ruhunda karamsarlığı egemen kılar; insana, topluma ve devlete bakış açısını da büyük oranda değiştirir. Art arda yaşanan dünya savaşları arkasında milyonlarca ölü ve yaralı bırakır, büyük trajedilerle sarsılan insan psikolojisi ruhsal bir çöküntü içine girer. Karamsarlığın, tükenişin, vahşetin ve öfkenin hüküm sürdüğü böyle bir ortamda, korkulu bir bekleyiş ve çaresizlik içindeki insanın/yeni bireyin açmazı ve bunalımı çeşitli düşünce ve sanat akımlarının hazırlayıcısı olur. Bunlardan en önemlisi, Egzistansiyalizm’dir. Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) düşüncesi; İkinci Dünya Savaşı’nın milyonları yok eden, hâli ve geleceği karartan dehşet verici sonuçlarına ve buna sebep olan “insan”a bir tepki olarak ortaya çıkar. Bu anlayışın izleğine bakıldığında dahi 1950 sonrası edebi ürünlerinde odağa alınan bireylerin iç dünyasını yansıttığını söylemek mümkündür:

Varoluşçuluk, ‘köklerinden kopmuş (…), temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş (…), toplumda yabancılaşmış (…), mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren’ bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, ‘toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu (…), günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu (…), insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde’ ortaya çıkar” (Sartre, 2005: 10).

Merkezine insanı ve insanın varoluş problemini alan bu düşünce felsefesinin temelinde karamsar bir dünya görüşünün olduğu açıktır. Varoluşçuluk düşüncesinden izler taşıyan hikâye ve romanlarda işlenen yalnızlık, yabancılaşma, hiçlik, bunalım, intihar gibi ortak temalar bu karamsarlığın sadece bir boyutudur. Ülkemizde varoluşçuluğun etkisinde oluşan ve 1950’li yıllarda ortaya çıkan modernist öykücülerin ele aldığı bireyin iç dünyası da bu duygulardan farksızdır. Yusuf Atılgan da bu dönemin ruhunu doğru algılayan ve toplumun değişen yapısıyla birlikte bireyin de değişip dönüştüğünü gözlemleyen yeteneği sayesinde ilerleyen yıllarda toplum için sorun hâline gelebilecek yeni kentli modern bireyin ilk örneklerini daha o yıllarda verir. Bu bakımdan bu dönem, toplum için ilerde büyük bir sorun teşkil edecek bireye dikkat çekmesi ve kendine yabancılaşan bu sakat tipler üzerinden bir nevi toplumu uyarması edebiyatın birey odaklı yeni bir anlayışı benimsemesine yol açar. Zebercet, mensup olduğu toplumdan kopuk olduğu kadar, toplum da Zebercet’i adım adım cinayete ve intihara götürecek sürece yabancıdır, devletten ve toplumdan kopuk bireyin parçalanmışlığından habersizdir; dışlanmışlık ve alaya maruz kalma durumu Zebercet’in kaderi hâline gelir. Böylece Anayurt Oteli’nden yıllarca çıkmayan Zebercet’in iç dünyasındaki çalkalanmalar önüne geçilemeyecek bir hâl alır. Esasen Zebercet’in kişiliğinin oluşumunda doğumundan itibaren sürüklendiği yalnızlık ve dışlanmışlık etkilidir:

Anayurt Otel’nin başkişisi Zebercet, geçmişi, parçalanmış/kırılmış anılar, gerçekleşmemiş projeler ve yok edilen yaşamlar boyutundan bir tükenişler dizgesi olarak algılar. Böyle bir geçmişin “anı” niteliğindeki sığınakları, onun kendi ve dünya gerçeklerinden daha çok kaçmasına neden olur. Zebercet’in iletişim başarısızlıkları, adeta geçmişin bu sığınak mekânlarını besleyen bir kaynak niteliğine dönüşür. Bu yüzden kendini kuran bu ‘kalıt sığınak’a her gidişinde/kaçışında itilmişliğini, yalnızlığını ve başarısızlığını daha çok duyumsar. İçinden çıkılmaz bu durum, onu bir labirent vehmine sürükler” (Korkmaz, 2005: 140).

Anayurt Oteli, Zebercet’i doğumundan itibaren dış dünyanın tehlikelerinden koruyan mekânın adı olarak simgeleşse de esasında trajik sonunda da başat rol oynar. Mekânla iç içe geçiş, korunmuşluk düşüncesini Zebercet’in zihnine yerleştirir. Böylece romanın kahramanı, bir sığınma ve kaçma yeri olan bu otelin karanlık odalarına hapsolur. Uyuşamadığı toplumdan kaçışa imkân sağlayan da yine bu mekândır. Ancak Ramazan Korkmaz’ın da belirttiği gibi bu mekân bir evin, yuvanın sıcaklığını barındırmaz; her türlü insana ev sahipliği yapması yönüyle kişiye özgü de olmaz. Buna rağmen Zebercet’in iç dünyasını şekillendiren bu otelde yaşadıklarıdır. Bu otelin karanlık odaları ve sessiz görüntüsü, Zebercet’in âdeta iç dünyasının belirginleşmiş hâlidir. Karmaşık ve karanlık bir iç yapıya sahip olan Zebercet yoğun bir yabancılaşma, bunalma ve yalnızlaşma içindedir. Sahip olduğu düzeni yıllarca değiştirmeyen/değiştiremeyen Zebercet’in her günü diğerinden farksızdır. Onun için hemen her gün aynı işlerin, aynı eylemlerin ve aynı düşüncelerin tekrarından ibarettir. Yaşam sıradan, monoton ve oldukça basittir. Basit bir hayat süren Zebercet’in iç dünyası ise oldukça karmaşıktır. İçinde dizginleyemediği fırtınalara romanın sonunda yenik düşen Zebercet, koca dünyada yapayalnız kalmış, ruhunu tedavi edecek bir eş bulamamıştır. Sevme, sevilme isteği ve gün geçtikçe büyüyen yalnızlığına çare arama çabası anlık bağlanmalara neden olur; yeni görülen, ismi bile bilinmeyen bir kadına aşırı anlamlar yükleme olarak devam eder. Zebercet’in sessiz ve monoton dünyası, perşembe gecesi gecikmeli Ankara treni ile gelen esrarengiz kadınla birlikte değişir. Yusuf Atılgan’ın romanlarında görülen amaçsız arayışlar bu romanda da olayların gelişiminde ve psikolojik yabancılaşmanın yoğunlaşmasında ana nedendir. Aylak Adam’da başıboş dolaşan ve tüketici bir hayat süren C., romanın sonunda tesadüfen gördüğü bir kadının peşinden koşar, o kadına aşırı anlam/değer atfeden C., kadına ulaşmasını engellediğini düşündüğü çevreye/topluma öfke kusar. İnsana ve mekâna yabancılaşma, ait olamama, yalnızlaşma ve dış dünyadan soyutlanma bu modern kentli bireylerin kaderi olur. Anayurt Otel’inin bir gecelik misafiri olan ve ismi dahi bilinmeyen kadın, Zebercet’in ruhunda derin yaralar bırakır. Bir (1) numaralı odada tek gece kalan kadın, ertesi gün ayrılırken haftaya tekrar geleceğini söyler. Kadının odasını kilitleyen ve zaman zaman bu odaya gelip içsel konuşmalar yapan Zebercet, ilk defa gördüğü bu kadına aşık olmuştur. Kadının gelişi, Anayurt Oteli’nin sakin, sıradan ve monoton akışını ve Zebercet’in uyuyan derinliklerindeki duyguları topyekun sarsmıştır. Buna rağmen Zebercet’in roman boyunca âdeta kişiliğinin vazgeçilmez özelliği hâline gelen iletişimsizliği devam eder. Romandaki iletişimsizlik üzerinde duran Berna Moran, bu iletişimsizliğin romanın yapısına da etki ettiğini belirtir: “Anayurt Oteli’nde ise iletişimsizlik, yaşamın anlamsızlığı, olayların rasyonel bir biçimde açıklanamayacağı, davranışların nedenlerinin bilinemeyeceği tezi romanın biçiminde de gösterir kendini. Başka bir deyişle, yaşamın anlamsızlığı romanın biçimine de yansır” (Moran, 2016: 292).

Yusuf Atılgan, romanda rol oynayan karakterleri ayrı ayrı tanıtır. Fazla karakter barındırmayan roman, Zebercet’in gelgitlerle dolu iç dünyası üzerine kuruludur. Esasen romandaki her karakterin varlığı bir nevi Zebercet’in bu iç dünyasını yansıtma üzerine kuruludur, denilebilir. Örneğin ismi belirtilmeyen ve gecikmeli Ankara treniyle otelde bir gece kalan kadın, romanın kurgusunda bir daha görünmez; ancak Zebercet’in iç dünyasındaki sevgi açlığı nedeniyle varlığını baskın bir biçimde sürdürmeye devam eder. Romanın ismi belirtilmeyen ve Ortalıkçı olarak adlandırılan diğer kadın karakteri de oldukça siliktir. Dayısı tarafından otele bırakılan Ortalıkçı kadın, oteli temizlemekten ve sürekli uyumaktan başka bir işleve sahip değildir. Varlığı ise Zebercet’in cinsel açlığını ortaya çıkarmaktan ibarettir. Kadınlarla iletişim kuramayan ve yalnızlıktan kavrulan Zebercet, Ortalıkçı kadına uykusunda defalarca tecavüz eder. Bu tecavüzler sırasında kadın kendinde değildir:

Çok uyur kadın, erkenden yatar. Sabahları sarsa sarsa kaldırır. Çoğu geceler bu odaya girer, kadının yanına uzanırdı. Çıkarırken uykusu bozulmasın diye donsuz yatar, bacaklarını da biraz aralardı kadın. Okşarken, üstündeyken bile uyanmazdı. Kimi zaman memesini ısırırdı; ‘of köpek’ ya da ‘hoşt köepk’ derdi uykusunda. Üstünden inince bir mendille silerdi kadının orasını” (Atılgan, 2016: 8).

Romanın birçok sahnesinde Zebercet’in doyuma ulaşamayan cinsel açlığına değinilir. Kahramanın yaşadığı cinsel problemler ve dürtüler kişiliğinin ayrılmaz parçası olur. Zebercet’in davranışlarına yön veren aitsizlik, sevgisizlik ve bunların yokluğu nedeniyle doyuma bir türlü ulaşamayan cinsel arzudur. Kahramandaki bu aşırı cinsel dürtü cinsel organı üzerinden yansıtılır. Sinemada birlikte film izlediği erkekten dahi tahrik olan Zebercet’in cinsel açlığı zaman zaman sapkın arzulara ve fantazilere dahi dönüşür. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının kaldığı odaya müşteri almayan Zebercet, kilitlediği bu odaya arada bir uğrar. Kadının çay içtiği bardağa dudağını götürür; kadının unuttuğu havluyu okşar, yastığıyla sevişir; yatakta düş/fantazi kurar. Nihayetinde bu cinsel açlık romanda işlenen cinayetin ana sebeplerinden olur. Gecikmeli Ankara treniyle giden kadın bir daha dönmez; Zebercet karanlık dünyasına ve yalnızlığına iyice hapsolur. Takıntı, cinsel dürtüler, ait olamama, ilişki kuramama, zayıf kişilikten kurtulamama ve parçalanmış benlik beraberinde bir başka öfkeyi getirir. Zebercet, son tecavüzünde Ortakçı kadını uyandırmaya çalışır ve tıpkı otel odasında sevişen öğretmen çift gibi onunla aitlik duygusu içinde sevişmek ister. Kadın öğretmenin kocasıyla olan sevişmelerini kapı aralığından dinleyen Zebercet, kadının ‘ohh seninim’ ya da ‘ohh nasıl seninim’ deyişini unutamaz. Aynı heyecanla Ortalıkçı kadınla olmak ister, kadın uyanır ancak Zebercet uyanık olan kadınla ilişkiye giremez; kendi zayıflığını/iktidarsızlığını, ezilmişliğini, dışlanmışlığını, hayat karşısındaki acizliğini acımasız bir cinayetle örter. Şizofren bir yapıya sahip olan Zebercet, kadını boğarak öldürür:

Boynunu, memelerini öpüyordu. Kadın sessizdi. Orası kabarıyordu, bastırınca yumuşadı, girmedi. Yüreği çarparak bir süre bekledi. Yokladı; elini çekip bastırınca yumuşadı gene, pörsüdü. Buz gibi oldu her yanı; dizleri üstüne doğruldu. Kadının gözleri kapalıydı. Birden abanıp iki eliyle boynunu sıktı. Kadın sıçrayıp gözlerini açarken o kapadı; dizi kasığına çarptı, can acısıyla sıktı. Başparmaklarının altındaki katılıkta bir kıpırdama oldu, bir hırıltı duydu. Kadın bileklerinden tutmuş asılıyordu; debelendi. Vargücüyle sıkıyordu; parmakları, yüzü kasılmıştı. Kulakları uğulduyordu. Derken bileklerinde eller gevşedi; altındaki bedende kıpırtı durdu. Ellerini bırakıp yataktan aşağı kayarken baktı: gözleri, ağzı açıktı. Yere diz çöküp başını yatağa dayadı. Kolları sızlıyordu, parmaklarını oynattı” (Atılgan, 2016: 57-58).

Cinayet anına tanıklık eden kedi de Zebercet tarafından tavayla vurularak acımasızca/canice katledilir. Romanda boğma ile öldürülen başka kadınlar da vardır. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının ayrıldığı gün otele kendini emekli subay olarak tanıtan yaşlı bir adam gelir. Sonradan anlaşılacaktır ki bu adam, öz kızını boğarak öldürmüş ve polisten kaçmıştır. Zebercet, tuhaf bir şekilde, mahkemede izlediği başka bir adamın da gerdek gecesinde karısını boğduğuna şahit olur; hâkim tarafından Ahmet Kurucan’a sorulan soruları psikolojik tedirginlik ve korkuyla kendi iç dünyasında cevaplamaya çalışır. Beklemenin, kaçmanın, korkuyla/tedirginlikle yaşamanın anlamsız olduğunu düşünen Zebercet, girdiği varoluş bunalımından çıkamaz; değer ve anlam yitiminin son kerteye varması kahramanın intiharında belirleyici olur:

Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (…) Başı öne doğru eğiliyordu. Kolları iki yanına sarktı. Donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı aktı uzaya uzaya; dizine yakın bacağındaki kıllara bulaşarak ardarda yatağın üstüne düştü, yayıldı. Yukarıdan, sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çıtırdadı…” (Atılgan, 2016: 108).

Zebercet’i hayata bağlayacak bir şeyin kalmaması, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının artık bir daha gelmeyeceğine kesin biçimde inanılması, anlamsızlık, yalnızlık, bunalım, psikolojik rahatsızlık, inşa edilemeyen benlik, sonuçsuz kalan arayış ve cinsel doyumsuzluk ile çevrenin vurdumduymaz tavırları gibi nedenler bu intihar olayında başat rol oynar. Böylece yedi (7) aylık doğumdan itibaren alay edilen, küçümsenen, dışlanan bir hayat, ipin gıcırtıları arasında son bulur.

Kaynakça

Atılgan, Yusuf (2016), Anayurt Oteli, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Forster, E.M. (2014), Roman Sanatı (Çev. Ünay Aytür), Milenyum Yayınları, İstanbul.

Korkmaz, Ramazan (2005), “Yurtsuzluk İtkisi ve Anayurt Oteli”, İlmi Araştırmalar,

S. 20, s. 139-148

http://acikerisim.fsm.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11352/1680/Korkmaz.pdf?sequence=1 (Erişim Tarihi: 13/03/2017).

Moran, Berna (2016), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, Sabahattin Ali’den Yusuf

Atılgan’a, İstanbul: İletişim Yayınları.

Sartre, Jean-Paul (2005), Varoluşçuluk (Çev. Asım Bezirci), Say Yayınları, İstanbul.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl