Ana Sayfa Kritik Sanat ve Göç: Zehra Doğan üzerine

Sanat ve Göç: Zehra Doğan üzerine

Sanat ve Göç: Zehra Doğan üzerine

Sanatın bir çeşit sağaltım mekanizması olduğu, üretiminden alımlanmasına bir çeşit ruh sağlığına tekabül ettiği, şu ya da bu akımını, üslubunu veya anlayış kriterini savunalım, herhalde sağduyuya sunulduğunda kabul edilebilecek bir önerme. Deliliğin estetik bir edim haline getirilebileceğini bile savunsak, bu en fazla estetize edilmiş bir sayrılık olacaktır, ki genellikle de öyledir: banal bir duyarlılık gösterisine dönüşmediği sürece, hakiki akıl hastalarıyla empatimiz artar. Göç, kayıp gibi konuları sanatta işlemenin zorluğu da genelde bundan kaynaklanır, kişilere yaşamadıkları bir deneyimi hangi dolayımla anlatmamız gerektiğini bulmamız gerekir.

O halde, şu sıralar üzerine yazılan, çizilen, revaçta olan bir Tate sergisini masaya yatırmakta fayda var: Zehra Doğan’ın sergisi. Wenda Koyuncu ve Ahmet Ergenç tarafından üzerine hoş bir güzelleme yazılmış olan sergi, geçtiğimiz aylarda Tate Modern’de açıldı.

Ancak sergi üzerine konuşmadan önce bazı meselelere değinmek gerek. Öncelikle Tate’teki sergi göç temalı ve göçmenler tarafından ortaya konmuş Avrupa sahnesindeki ilk sergi değil. Paris’te açılan ‘Persona non Grata’ sergisi 2018 senesinde açılıyor. Paris’teki serginin genel sorunsallarına değineceğim, ancak buna gelmeden önce, belki de bütün avangard’ın Paris’e gelerek “yersiz-yurtsuzlaşan” sanatçılar tarafından kozmopolit bir güveçte yoğrulmanın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak tabii, o zaman ressamlar, heykeltıraşlar, zanaatlarıyla bir varlık alanı kazanıyorlardı. Kimseye kestirmeden sanatçı denilmiyordu, ama mevcut onurlandırma biçiminin ne kadar daha demokratik olduğu, bu yazının konusu değil. Sonuçta günümüz itibariyle ya Fransız, İngiliz, Alman, ya da göçmensinizdir.

Paris’teki bu serginin sorunlu yanlarından biri, belki de bir çeşit göçmen kimliği oluşturmanın imkânsızlığıyla, göçmen suretlerini Fransızların nazarına sunmasıydı. Son derece sentimental işlerden oluşan sergide, gerçek göçmenlik dramını sahaya taşımanın imkansız imkanı üzerine konuklarını ağırlamış olsa da, esas itibariyle seyirciler açısından bakıldığında çok-kültürcülük söyleminin empati tiyatrosunun bir devamı niteliğindeydi. Fransızların, bilhassa da Parislilerin göçmenlerle “helallaştığı” bu sergiyi, masumane bir “olanın yansıtılması” olarak düşünürsek yanılırız ki sevgili Wenda ve Ahmet, Zehra Doğan’ın Tate Modern’deki sergisini bu yansıtma kuramı üzerinden okuduklarını her ne kadar süslü cümlelerle gizlemek isteseler de tam olarak başaramıyorlar.

Sanat bir kurma işlemidir, göçmenlerin yaşantıları da, bilhassa bu sergilerle bir toplumsal dolaşıma giriyor ve görünürlük rejimine dahil ediliyor. Kısacası, inşa ediliyor. Dolayısıyla, bomba düşmüş bir halı ve çamaşırların, Nusaybin’deki anlamıyla, Tate galerideki anlamının örtüşmesi mümkün değil. Kritik Kolektif, sergiyi değerlendirirken “sitüasyonist bir eylem” değerlendirmesi yapıyor. Bu cümleyi hangi anlamda kurduklarını anlamış değilim, bana kalacak olursa Zehra Doğan’ın anlaşılma talebi tarihin örtülü ödenek suçlarını aklamaya çalışanlara karşı işliyor; bir anlamda hukuksuz tutsaklığının ne gibi bir tarihsel rasyonaliteden, kanlı bir rasyonaliteden kaynaklandığının görülmesi için bir çeşit uyaran olarak düşündüğü kazazede nesneleri de tam olarak bu yüzden sergiliyor. Onu tutsaklığa götüren resmini yaptığı gerçekliği sergi alanına fırlatmak istiyor.

Ancak rasyonel anlamlandırma çabasını bırakmaz, bilhassa seyircilerin zihinlerinde. Dolayısıyla Zehra Doğan’ın anlaşılma talebine binaen, neden o halının “aynı halı” olmayabileceği konusundaki şüphelerimi dile getireceğim. Bu noktada şeytanın avukatlığını yapmama lütfen izin verin.

Duchamp’dan beri, bir eserin kendisiyle yeniden üretimi arasındaki farkın, esasen yalnızca ontolojik bir farktan ibaret olduğunu biliyoruz. Sözün özü, sergilenen halıları, tam da o “halılar” yapan gerçek anlamda hiçbir özdeşlik evreni sunmuyor bize Zehra Doğan’ın sergisi. Havada asılı kaldığı yer tam da bu. Belki IRA’ya, İrlanda’ya, Kuzey İrlanda’daki Kanlı Pazar’la bu olanlar arasında özdeşlik kurma riskini alsaydı, ya da kurmuş da olabilir, ancak belki de henüz dile getirmemiştir, o zaman İngiliz seyircilerin dikkatini gerçek anlamda eserlerin öyküleri üzerine toplayabilirdi. Bu anlamda, yapay olarak yakılmış bir halıyla, “gerçekten bombalanmış” bir halı arasında nesnel anlamda hiçbir fark yok.

O halde hegemonun nazarına karşı neler yapabileceğimizi, en azından nelerin işe yaramadığını işaretleyerek tartışmaya açabiliriz.

İlk olarak söylenebilecek şey, göçmen ve Hegemon arasındaki ilişkide, göçmenin empati talep edebileceğidir. Ancak bu, hegemonda göçmenin deneyiminin kayıtlı olduğu yanılsamasını da üretir. Dolayısıyla, sonuç olarak, efendiyle özdeşleşiriz.

İkincisi, ve Zehra Doğan’ın Kürt hareketine has tepkisellikte dile getirdiği tanınma talebiyse, günümüz politik öznelliklerin, en azından estetik anlamda uzağında kalıyor. Sonuç olarak, efendi, Big Data’ya sahiptir. Sizi de kodlayıp, tanımlayıp, bir güzel istifleyebiliriz. Hatta bunu kendisi yapmaz, sergiye gittikten sonra Jonathan eve dönüp karısı Selma’ya sergiyi aktardığı sırada onun yerine bunu İngilizce yapar. Kısacası, dökümante etmek, son derece Anglo-Sakson bir pratik olsa da, ya da tam olarak bu sebeple, ontolojik referans noktalarımızı tahrip etmekten başka bir yere çıkmaz.

Üçüncü, son ve günümüzde biraz geri planda kalmış olan biçim de ayrım koyma istencidir. Bir zamanlar Arabesk’in yaptığı gibi, Hegemonla her türlü özdeşliği reddeden, ya da reddedermiş gibi yapan bir biçimdir bu. Ama her halükarda, göçmenin özyıkımına yol açan bir pratiktir bu da. Bu anlamda tercih etme lüksümüz yoktur: Hegemon zaten bunu bizim için yeterince iyi yapacak durumdadır.

Dolayısıyla, bir anlamda deneyim aktarımı için yeni bir olanağın kapılarını aralamak gerekiyor. O da, bana kalacak olursa, Sembolik düzende bilinçdışının yolunu bulabileceği solucan delikleri açmak şeklinde olacaktır. Semptomla özdeşleşilirse, bu bir sağaltım ve hatırlama edimine yol açar ve bu şekilde hem sanatçı, hem de izleyiciler için daha sağlıklı bir ilişki olanağının kapısı aralanabilir. Ancak Zehra Doğan, bana kalacak olursa, kendi deneyimlerinin zaten izleyici açısından “anlaşılamaz” olduğu hissiyatıyla bu sergiyi yapmış gibi görünüyor.

Marc Augé’nin Unutma Biçimleri’nde altını çizdiği gibi, anı (memoiré) unutulmuş bir geçmişin süzgecinden sonra ortaya çıkabilir. Sürekli protesto bizi en sonunda hareketlendirmez, tam aksine hareketsiz de kılabilir.

Son olarak, bu sergi, tam da Tate Modern’de yapıldığı için anlamlıydı. Çünkü ifade özgürlüğü alanını daraltan bir hükümetin varlığını sürdürdüğü topraklarda, bu serginin yapılmasını istemek, esasen zaten bu gibi bir sorunun olmadığına işaret eder. O yüzden bu gibi bir tartışmayı da saçma buluyorum.

https://www.unlimitedrag.com/single-post/2019/07/21/Bu-bir-sergi-degildir

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl