Ana Sayfa Kritik AHMET MİDHAT EFENDİ’NİN TABANCASININ MARKASI NE İDİ?

AHMET MİDHAT EFENDİ’NİN TABANCASININ MARKASI NE İDİ?

AHMET MİDHAT EFENDİ’NİN TABANCASININ MARKASI NE İDİ?

 

Mesleğinizin pirî, üstadı hakkında bir kitap görüp de nasıl heyecanlanmazsınız…

Daha önceleri pek çok şeyine vakıfsınızdır aslında…

Evvelki yüzyılda yayın yaşamına soktuğu Tercüman-ı Hakikat gazetesinin tam bir gazetecilik ve yazarlık okulunu olduğunu; Ahmet Rasim’i, Ahmet Cevdet’i, Ahmet İhsan’ı ve daha pek çok ismi yetiştirdiğini, Hüseyin Rahmi Bey’deki “romancılık” yeteneğini keşfettiğini, öğretmenliğinin ve eğiticiliğinin vurgulanması için “Hace-i evvel” (İlk öğretmen) denildiğini biliyorsunuzdur. Kitaplarından pek çoğunu okuduğunuzu, hakkında/üzerinde/dair yazılanları olabildiğince takip ettiğinizi hatırlıyorsunuzdur.

Türk Edebiyatında Kavga” kitap çalışmanızın; “Batı Klasikleri Türkçe’ye ‘Çevrilsin mi Çevrilmesin mi?’ Kavgası” bölümünde “Lastik Said” lakaplı Kemalpaşazâde Said Bey’i bir gün Babıâli’de bastonuyla evire çevire dövdüğünden söz ettiğimiz de aklınıza gelmiştir.

Arasına baston, sille-tokat da karıştığı için tam bir kavga olan olaydan şöyle söz etmişsinizdir:

“ ‘Lastik Said’ adıyla anılan Kemalpaşazâde Said Bey; aslına uymayan, başarısı sınırlı bir çevirinin zararlı da olacağı görüşünü ileri sürüyordu. ‘Lastik Said’in de tartışmaya katılıp Ahmet Midhat Efendi’ye karşı çıkışının altında, bundan yirmi yıl kadar önce aralarında geçen bir olay yatıyordu. Said Bey Ahmet Midhat’a karşı, gene bir meseleden dolayı ağır hicviyeler yazmıştı. Örneğin bir tanesi şöyleydi:

Canı isterse ‘tercümanlık’ eder

Gâh yahşi, gehi yamanlık eder

Öyle olmazsa bedzebanlık eder

Meşreb ü ittiradı hak getire!”

Bunun üzerine tartışma iyice kızışmış, Ahmed Midhat Efendi, Babıâli’de yakaladığı ‘Lastik Said’i elindeki bastonuyla bir güzel evire çevire dövüp sokaklarda kovalamıştı!..

Herhalde başından geçen bu olayın kızgınlığıyla Kemalpaşazâde Said (‘Lastik Said’) Bey Ahmet Midhat Efendi’nin “Le Cide” çevirisini ağır şekilde eleştiriyordu. Said Bey bu çevirinin Avrupa klasikleri hakkında vatandaşa bir fikir vermek şöyle dursun, Avrupa klasiklerini; “Zuhuri kolu oyunları gibi bir şey” sandıracak yanlış bir girişim olduğunu söylüyor ve bunu “edebî bir zulüm” sayıyordu.”

Gene “Türk Edebiyatında Kavga” kitap çalışmanızda onun “Dekadanlık” üzerine başlattığı polemiğe de yer vermişsinizdir.

Şöyle ki:

Recaizâde Ekrem-Muallim Naci Kavgası, Muallim Naci’nin ölümüyle kapanmış gibi görünse de, yandaşlarının, Recaizâde’ye ve onun çevresinde toplanmış olan gençlerin saldırmalarıyla bir bakıma devam edip gidiyordu.

Bu gençler “Servet-i Fünun” adı altında toplanmışlardı. Saldırı genellikle bu ad altında toplanmış genç edebiyatçılara yapılıyordu. Bunlara salt eski edebiyata bağlı olanlar değil, diğer çevrelerden de saldıranlar oluyordu. Ahmet Mithat Efendi de bunlardan biriydi. Örneğin “dil” konusunda bu yeni kuşağa eleştirisi şöyleydi:

Bir dili sadeleştirelim derken, bunlar bir kat daha berbat ettiler. Bu ne dil? Bu ne deyiş? Veysî’ye, Nergisî’ye rahmet okutuyorlar.”

Kendi yazdıklarını halka kolayca okutmak gayretinde olan Ahmet Midhat Efendi, bu yeni edebiyatçıları, “dil” açısından olduğu gibi “anlam” bakımından da eleştiriyordu. Onlar, “anlaşılmazlığı” yazılarının esası olarak alıyorlardı! İşte bu nedenle, Ahmet Midhat Efendi “Dekadanlık” başlıklı yazısında, bu yeni edebiyat topluluğuna ağır bir eleştiri yöneltti:

Birkaç yıldan beri Paris’te beş on genç türediler, kendilerine “Dekadan” adını verdiler. Gerçi pek münasebetsiz bir ad. Fakat tuttukları yol daha münasebetsiz olduğundan adlarındaki münasebetsizliği dahi örtüyor. Bu açık, sade ve herkes için anlaşılması kabil olan edebiyatta gerçek bir ürünle ustalıklarını ispat edemeyeceklerini gördüklerinden o yoldaki edebiyatı mahvedebilmek sanısına düştüler. E, bunu nasıl başarmalı? Gerçi öyle yapmağa davrandılar, ama eskilerin yerine yeni bir mal çıkarmak gerekti. Onu da çıkarmağa çalıştılarsa da anlaşılacak biçimde olsa içyüzleri görülerek beş para etmeyeceğinden, daha doğrusu o mala verecek nitelik bulamadıklarından anlaşılmazlığı ona nitelik yaptılar.

İşte Paris’in bu dekadanları İstanbul’da da yeni edebiyatçıların oluşmasına yol açmıştır.”

Tabii edebiyattaki her kavga gibi bu da hemen büyüyüp alevlendi.

Mehmet Celâl, Ahmet Midhat Efendiyi destekleyen; Tepedelenlizâde Kâmil karşı çıkan yazılar yazdılar. Tevfik Fikret ise; “Timsal-i cehalet” adlı şiiriyle Ahmet Midhat Efendi’ye ağır bir saldırıda bulunmuştu. Hüseyin Cahit Bey’in ağır saldırgan yazısına karşılık “Ahmet Midhat Efendi Okulu”ndan Ahmet Rasim Bey’in ciddi, ağır başlı ve seviyeli yazıları göründü basında.

Sonunda iki yıl kadar süren “Dekadanlık” kavgası, gene kavgayı çıkaran Ahmed Midhat Efendi’nin “Teslim-i Hakikat” yazısıyla unutuldu gitti.”

Oğlunun Kaleminden…

Oğlunun Kaleminden Ahmet Midhat Efendi ve Dönemi” adında “Kâmil Yazgıç”ın kaleme aldığı kitabın ilânını görünce, birinci elden daha bilmediğim kim bilir neler var merakıyla hemen edindim. (Vakıf Bank Kültür Yayınları, Yayına Hazırlayan: Erol Gökşen, 375 sayfa, Mart 2020)

Ülkemizde, para mabetlerinin yıllar önce Türkiye İş Bankası’yla başlayan kitap yayıncılığı modasına Vakıf Bank da uymuş böylece. Sözünü ettiğim kitap “Vakfbank Kültür Yayınları”nın 39’ncu, Edebiyat dizisinin 12’nci kitabı…

Bir elleriyle vatandaşın para cüzdanına tırnaklarını geçirip, öteki elleriyle kültür-sanat zevklerini şekillendirdikleri iddiasındaki para mabedi yayınevlerinden öncekiler; kitap yayıncılığında biçim ve içerik olarak belli bir düzeye gelmişlerken Vakıfbank Yayınları’nın elimdeki kitabı her iki yönden de ağır eleştirileri hak ediyor.

Şöyle ki:

Ahmed Midhat Efendi’nin oğlu Doktor Kâmil Yazgıç 1945’te dünyamızdan ayrılmış. Hayatta iken, 1939’da önce Tan gazetesinde; “Ahmed Midhat Efendi: Hayatı ve Hatıraları” adıyla anılarını tefrika ettirmiş, ertesi yıl da kitap olarak bastırmış. Daha sonra da 1941 ve 1944 yıllarında Marmara gazetesinde, gene 1944’te Vakit gazetesinde, Kâmil Bey’in babasıyla ilgili anıları yayımlanmış.

Bunları eline alan Erol Gökşen Beyefendi bizim okumamız için, Mart 2020’de Vakıfbank Yayınları’ndan kitap halinde önümüze koymuş.

Önce biçim olarak ele alalım. Bir kitapta Önsöz’ler, Başlangıç’lar, Bölüm başları hep sağ sayfadan başlar. Bu kitapta bu kurala hiç uyulmamış… Yayına Hazırlayan Erol Gökşen ve yayın ekibi, haydi sivil yayınevlerini bir yana koyalım, kendilerinden önceki banka yayınlarının hiçbir kitabına göz atmadılar mı?

Ahmed Midhat Efendi’nin oğlu Kâmil Bey’in 1939 ve 1940’lardaki yazı dilinin epeyce eski olduğu görülüyor… Günümüzde kullanılmayan pek çok sözcük ve tamlama var. Erol Bey, biz okurları düşünerek bunların günümüzdeki anlamlarını parantez içinde vermeye çalışmış. Ama hiç de dersine iyi çalışmadığı görülüyor. Erol Gökşen Bey, bilmiyorum daha önceleri hiç yayına kitap hazırladı mı? Galiba yayına hazırladığı bu kitap ilk…

Bazı sayfalardan derlediğim örnekler sunmak istiyorum size…

Sayfa 12’de; Ahmet Midhat Efendi’nin “pantolonunun arka cebinde daima” bir tabanca taşıdığı yazılı. Markası ne biliyor musunuz? Smith Nelson yazıyor. Biz sürekli taşımadık ama az –çok tabanca markalarını biliriz. Doğrusu Smith Wesson olacak.

Sayfa 22’deki cümlelere bakar mısınız: “Evladım… Neyin var? Sana oluyor?”

Doğrusu: “Sana ne oluyor?” olmayacak mı Erol Bey?

Sayfa 55’de: “… sokaklarda müvezzilerin” yanına parantez içinde açıklamasını yapıyor Erol Bey: (Postacı)… Güler misiniz, ağlar mısınız? Bağırarak sokaklarda gazete dağıtıp satanlara ( genellikle çocuklardır) sadece “müvezzi” denildiğini hepimiz bilmez miyiz?

Sayfa 94’te: “… bîçare eserin müsveddeleri müsadere olundu.” “Müsadere olundu”yu bizim anlamamıza yardımcı oluyor Erol Bey: (toplatıldı) diyor. “El konuldu” olması gerekmez mi?

Sayfa 114’te: Ahmet Midhat Efendi, kitaplığından kitap isteyen tanıdıklarından birine şunları söylüyor: “Ve herkesin de kitaba benim kadar âşık olduğunu, kıymet verdiğini umduğum için iare edeceğim (vereceğim) kitabın geri gelmemesinden ürküyorum.” Erol Bey buradaki “îare edeceğim”i (vereceğim) diye karşılıyor, oysa doğrusunun “ödünç vereceğim” olması gerekmiyor mu?

S.151’de “Gönül arzu eder ki, bir ehl-i kalem çıksın da…” cümlesindeki “ehl-i kalem”i (kıymet bilir kimse) olarak karşılıyor Erol Bey, oysa ki: “kalem erbabı, yazı ustası” denmesi gerekmiyor muydu?

S. 164’teki bir cümlede anlamı bozan bir yanlış var: “Düşündüm taşındım ve o evi alışımdan birkaç saat sonra kumandanı tekrar bularak” cümlesindeki “evi”nin “emri” olması gerekmez mi?

S. 170’teki “HATİME” ve S. 171’deki “HATIRA DEFTERİMDEN YAPRAKLAR” bölümlerinin sayfanın sağından başlayıp arkalarının boş olması gerekmez mi?

S.177’deki “Bizim çakır almaz silahı” “çakar almaz” olması gerekmez mi?

S.181’de “…zıvanadan çıkacak derecede Anzavuru yuttuğu akşamlarda” cümlesindeki Anzavuru, “anzarotu” (rakıyı) olmayacak mı?

S. 200’de “Zavallı eniştem Muallim Naci istirahat-ı ebediyesine (sonsuz dinlenmesine) yatmış, vücudu bile solmaya başlamıştı”daki “solmaya” “soğumaya” olmayacak mı?

Gene aynı sayfa 200’de “Bu tufanın en mebzul (saçılmış) suları”ndaki “mebzul” saçılmış değil “bol” olmayacak mı?..

S.233’te “Bir kutu rahat lokum”un “lati lokum” olması gerekmez mi?

S.235’te Kâmil Bey; “Ariz ve amik muayene edecektim.” diyor. Peki her okuyucu biliyor mu “ariz ve amik”in ne demek olduğunu da Erol Bey hiçbir açıklama yapmadan geçip gidiyor. “Enine boyuna, etraflıca” muayene edecektim yazmamalı mıydı “ariz ve amik”in yanına parantez içinde…

Bundan sonraki birkaç sayfada “maiyet” olması gereken sözcükler yanlış şekilde “mahiyet” olarak yazılı.

S.304’te : “Çünkü sonradan mücahid-i hürriyet zümresine karışan…” cümlesindeki “mücahid-i hürriyet” “özgürlük mücadelesi” olarak değil, “özgürlük savaşçısı” olarak karşılanmalıydı.

S.318’de “Gece yarısı Ahmed Midhat Efendi’nin huzuruna arkasına bağlanmış” cümlesinde “elleri” kelimesi unutulmuş, “huzuruna elleri arkasına bağlanmış” olacak doğrusu…

S.321’de “kitabın sayfalarına derkenar ederdim (açıklardım) değil, “sayfa kenarlarındaki boşluklara yazardım” olmalıydı.

S.328’deki EKLER ve karşısındaki “AHMET MİDHAT EFENDİ HAKKINDA MÜNAKAŞA” tek sayfalarda arkaları boş olarak yer almalıydı.

S.341’de “Harun kadar zengin” değil, “Karun kadar zengin” olmalıydı.

S.344’te: “Hiçbir kimse düşüncelerinden dolayı mülahaza edilmez” cümlesindeki “mülahaza” “muaheze” olmalıydı.

Bütün yanlışlardan ve hatalardan sonra gelelim Kâmil Yazgıç’ın “Oğlunun Kaleminden Ahmet Midhat Efendi ve Dönemi” kitabının değerlendirilmesine…

Babasının daha çocuk yaştaki Ahmet’i Mısır Çarşısı’nda bir aktarın dükkanına çırak verdiğini, hem evde hem de dükkanda sürekli dayak yediğini, dükkan komşusu hayırsever bir kişiden okuma yazma öğrendiğini, Rusçuk’da Midhat Paşa’nın maiyetinde mektupçuluğunu, Midhat Paşa’nın kendisine “Midhat”ı hediye etmesiyle adının bundan böyle “Ahmet Midhat” olduğunu…vb.vb.yi okuyup öğreniyoruz kitaptan.

Ancak, 1939’da Tan gazetesinde tefrika edilip de kitaplaşan Kâmil Bey’in babası Ahmet Midhat’la ilgili anılarının pek çok noktaları; Marmara gazetesinin çeşitli sayılarında ve Vakit’te yayınlanan bölümlerde de tekrarlanıyor. Bu tekrarları ortadan kaldırmak da yayına hazırlayan Erol Beye düşüyordu ama neylersiniz…

Ben bir okuyucu olarak; Vakıf Bank Yayınları’nın yayın dizisi 39, yayın türü 12 numarayı taşıyan kitabını enine boyuna elden geçirerek hevesimi almış bulunuyorum. Onlardan okuyup okuyacağım kitap bu kadardır…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl