Ana Sayfa Dosya DOĞANIN VE YÜCENİN ŞAİRİ: WILLIAM WORDSWORTH 250 YAŞINDA

DOĞANIN VE YÜCENİN ŞAİRİ: WILLIAM WORDSWORTH 250 YAŞINDA

DOĞANIN VE YÜCENİN ŞAİRİ: WILLIAM WORDSWORTH 250 YAŞINDA


İngiliz Romantizminin kurucu şairi kabul edilen William Wordsworth, bundan 250 yıl önce, 7 Nisan 1770 tarihinde, İngiltere’nin Göl Gölgesi diye bilinen yöresinde, Cumberland’de, orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu. Henüz çok küçükken önce annesini, birkaç yıl sonra da babasını yitirdi. Kardeşleriyle beraber bir akrabası tarafından yetiştirilen ve iyi bir eğitim alan Wordsworth, on yedisinde Cambridge’e bağlı St. John’s Kolejine kabul edildi. İlk gençlik yıllarından itibaren Antik Yunan şiirine merak salan Wordsworth, özgürlüğe, doğaya ve kendine dönük bir bakışla –izlerini daha sonra Prelüd’de takip edebileceğimiz– bazı şiirler kaleme aldı. Şiiri, “özgürlüğün bir formu olarak şiir” diye selamlayan Wordsworth, Cambridge’te okurken Fransız Devrimi patlak verdi ve bu olay onu kaçınılmaz olarak kıtasal Avrupa’ya çekti. Wordsworth 1790’da Fransa’ya gitti.

Bildiğimiz kadarıyla, Wordsworth Fransa’da barikatlar kurup kraliyet güçleriyle çarpışmadı; hatta aksine, gerçek bir entelektüel gözlemci bile sayılmazdı. Yine de özgürlüğün Teröre dönüşüne tanıklık etti. Mezuniyetinin ardından 1791’de tekrar Fransa’ya giden genç şair ılımlı figürlerin bile nasıl giyotine gönderildiğini gördü ve hem dehşete hem de aşka düştü. Wordsworth Fransa’da sadece Devrimle ya da Thomas De Quincey gibi önemli entelektüellerle değil, bir Fransız kızla da tanışmıştı. Genç sevgililer isyan günlerinde kısa süreliğine aşk yaşarken bir de çocuk sahibi olacaktı. Bu yüzden Wordworth’ün Avrupa’sını devrimci faaliyetlerle değil, gençliğin en yoğun duygularıyla gezip dolaştığı, tüm Fransa kırsalını, Kuzey İtalya’yı, İsviçre Alplerini aştığı ve doğayı sonsuzluk hissiyle içine çektiği uzun yürüyüşlerle anmak yanlış olmayacaktır.

Bununla birlikte Fransız Devrimi ve devrimin Britanya’ya yansımaları, Wordsworth’ün sanat ve siyaset anlayışını belirleyen başlıca hadiseydi.[1] Wordsworth, İngiltere-Fransa Savaşı ve Robespierre’in idamıyla şaşkına dönerken, William Godwin gibi radikal düşünürlerin etkisinden uzunca bir süre çıkamayacağı bir döneme girmişti.

Hızla yayılan sanayileşmenin yarattığı toplumsal tahribatla beraber Deli Kral III. George’un giderek şiddetlenen istibdadını da hissettiği 1790’ların Londra’sında tutunamayan genç Wordsworth, sonunda, ailesinden miras alan bir miktar parayla beraber kız kardeşi ve editörü Dorothy’i yanına alıp biraz huzur bulacakları bir kır evine yerleşti. 1795’te şair Samuel Taylor Coleridge’le (1772-1834) arkadaş oldu. Coleridge’in düzenli ziyaretleriyle başlayan bu yeni dönemde, üç genç şiir sevdalısı uzun edebi tartışmalara giriyor, özgürlük adına birlikte bir şeyler yapmanın hayalini kuruyordu.

Nihayet kır gezilerinin ve akşam sohbetlerinin meyveleri 1797’den itibaren ortaya çıkmaya başladı. Coleridge ve Wordsworth’ün ortak çalışması The Lyrical Ballads Eylül 1798’de (dönemin birçok eserinde olduğu gibi, yazar isimleri gizlenerek) yayınlandı ve ilgiyle karşılandı. Hemen sonrasında, üçlü, Coleridge’in Göttingen Üniversitesi’nde okumak istemesiyle, toplanıp Almanya’ya gitti. Bu hareketli dönem Wordsworth’ün en üretken çağının başlamasına yol açacaktı…

Dokuz ay sonra Britanya’ya dönem Dorothy ve William, Kuzeydeki Göl Bölgesinde yer alan Grasmere’e yerleşti. Aynı dönemde oraya yerleşen bir başka şair olan Robert Southey (1774-1843) de Wordworthslerle ahbaplık etmeye başladı. İngiliz Romantizminin ilk neslini oluşturan Wordsworth, Coleridge ve Southey bir müddet sonra “Göl Şairleri” (the Lake Poets) olarak anılır oldu. Bugün de bu isim, dönemi anlatan çalışmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.

Lyrical Ballads’ın ikinci baskısı gündeme geldiğinde, Wordsworth, ismini kitabın kapağına yazdırma cesaretini bularak, kısa süre sonra “İngiliz Romantizminin manifestosu” kabul edilecek olan önsözü kaleme aldı. 1800’de yayınlanan ikinci baskı, bir coşku devrimi yaratmaktan bahseden önsözün de etkisiyle, ilkine kıyasla çok daha büyük bir ilgi gördü ve William Wordsworth’ün ismi, bir şair olarak takdirle anılmaya başladı. İngiltere-Fransa Savaşının geçici bir süre için de olsa barışa ermesiyle beraber, Wordsworth bir kez daha Fransa topraklarına seyahate gitti ve Fransız sevgilisinden olan küçük kızıyla tanıştı. İlginçtir; William Wordsworth o yıl bir başka kadınla evlenip hemen çocuk sahibi olmuştur.

Sonrasında Wordsworth yeni bir yaratıcı dalga yakalamıştır. “Resolution and Independence”, “Michael”, “Ode: Intimations of Immortality from Recollections of Early Childhood” gibi peş peşe kaleme aldığı eserleri şairin artık iyiden iyiye şöhreti yakaladığı 1807’de Poems in Two Volumes adıyla kitaplaşır. 1814’teki uzun şiiri The Excursion’a dek Wordsworth’ün itibarı da, ailesi de büyür ve yeni dostları ona bir pul tedarikçiliği işi ayarlayarak daha rahat geçinmesine destek olur. Bu eserden sonra, uzun bir bekleyişin ardından, 1822 tarihli Guide to the Lakes yayınlanır.

Sonraki otuz yıl ise Wordsworth’ün düşünce dünyasının büyük bir dönüşüm geçirerek gittikçe muhafazakârlaştığı ve yaşının ilerleyişiyle beraber şairliğini yitirdiği dönem olarak kabul edilir. Bu geçiş döneminde hem yeni üslupları ve sansasyonel çıkışlarıyla hem de genç ölümleriyle dikkat çeken Lord Byron, Percy Shelley ve John Keats gibi isimler İngiliz Romantizminin ikinci nesli olarak öne çıkmış; kozmopolit içerikleriyle, Wordsworth’ü genç okurların gözünde yerel ve pastoral şiir yazan birine dönüştürmüştür. Southey’in 1843’teki ölümüyle Wordsworth’e verilen Kraliyet Şairi (Poet Laureate) unvanı da ne kamuoyunda ne de onun şiiri üzerinde olumlu bir etki yaratacaktır. Nitekim bir süre sonra sağlığı iyice bozulur ve yaşlı şair, 1850’nin 23 Nisan günü, seksen yaşında ölür.

***

Wordsworth’ün The Excursion’ı [Gezinti] Coleridge’le yaptıkları sohbetler sırasında uzun bir felsefi şiir yazma arzusu duymasıyla 1897’lerde başlamış, fakat şair üzerinde çalıştığı farklı taslaklardan istediği sonucu bir türlü alamamıştı. Oradan The Recluse [Münzevi] adlı yeni bir esere yöneldi. Fakat zamanla o taslaklardan birine yazmaya koyulduğu önsöz, hayatı boyunca yayınlamaya kıyamadığı otobiyografik The Prelude’üne [Türkçesi: Prelüd] dönüştü. Yani şairin başyapıtı kabul edilen Prelüd aslında The Recluse’ün içinde küçücük bir parça olarak da kalabilirdi. Fakat Wordsworth defalarca üzerinden geçerek şiiri bitirilemez bir hâle sokmuştu. Aynı şekilde, “Grasmere’deki Ev”, “Göçük Kulübe” gibi şiirler de aslında The Excursion’ın parçalarıydı. Toplumun acı çeken küçük insanları, yoksulluk, dindarlık ve sosyal reform beklentileri arasında akan bir büyük masal olacaktı The Excursion. Onun da ancak bir kısmı yayınlanabildi ve hayalkırıklığı yarattı.

Wordsworth’ün en önemli kitabı kabul edilen Prelüd, yukarıda andığımız felsefi-poetik eserin dibacesi olarak kaleme alınmaya başlanmışsa da, 1805’te ilk olgun taslak ortaya çıktığında, Prelüd sekiz bin dizelik bir metne dönüşmüştür. İlerleyen yıllar boyunca yapılan değişiklikler şiiri hiçbir zaman bitirmeye yetmemiş ve şiir, şairin 1850’deki ölümüne dek yarım yüzyıl boyunca bir başlığa dahi sahip olamadan kalmış ve hiç yayınlan(a)mamıştır. Wordsworth’ün ölümünün hemen ardından –tam olarak üç ay sonra– eşinin inisiyatifiyle çalışma Prelüd: Bir Şairin Zihinsel Gelişimi ismiyle çıkmıştır ve genç bir adamın kendini geliştirme hikâyesini anlatmaktadır.[2]  

Wordsworth’ün diğer önemli eseri Guide to the Lakes ise adeta Göl Bölgesine gelen turistlere manzum olarak yazılmış bir el kitabıdır; okuru bir buluta bindirip dağların arasında gezdirir, yeşil vadilerin, nehirlerin üzerinden geçirir. Bu cennet parçasına, insanın kendisini de içeren tanrısal bir değer atfetmeyi öğretir Wordsworth. ‘Yüce’ ve ‘güzel’ anlayışı bu manzarada dile gelir. Şairin de ifade ettiği gibi, tüm pastoral ve natural zenginliğiyle bu eser, yazarlar diyarına (republic of letters) değil, çobanlar ülkesine (republic of shepherds) ilişkindir. Guide to the Lakes farklı ad ve biçimlerde 1820’lerden 30’lara kısa sürede beş baskı yapmış ve Göl Bölgesine ciddi bir ziyaretçi akınına vesile olmuştur.

Wordsworth’ün bölgeye kattığı değer, daha sonra İngilizcede “milli park” kavramının doğmasına yol açacak kadar büyüktür. Göl Bölgesinin herkesin gözüne güzellik, gönlüne ferahlık katmaya değer doğal havasıyla adeta bir milli servet olduğunu söyleyişinden hareketle başlayan yaklaşımın sonucu, Göl Bölgesinin “milli park” ilan edilmesi ve böyle bir kavramın tüm dünyaya yayılacak şekilde dolaşıma girmesi olmuştur. 

***

Herkes tarafından kolayca anlaşılacağı üzere, William Wordsworth basit, sıradan şeylerin şairi olduğu gibi, ‘yüce’nin de şairidir.[3] ‘Yüce’nin deneyimlenmesi, sanatı ve düşüncesiyle olgunlaşan şairi, maddi dünyada genellikle gömülü olan iki duyguyla; hayret ve heybet duygusuyla etkilemiştir. ‘Yüce’, deneyimle ilişkili duyumun bütünlüğünü, eşsizliğini ve holistik doğasını vurgulamaktadır.[4] ‘Yüce’yle temas arzusu, Wordsworth’ün ömrünün sonuna dek sessiz sedasız kendinden geçip mest oluşlarının kaynağı olarak kalmış ve insan zihninin derinliklerinden ve ruhunun doğaya yakınlığından kaynaklanan barışçıl bir merak duygusundan beslenmiştir. Wordsworth’ün dikkatle okuduğu Lord Shaftesbury, Edmund Burke ve John Milton gibi isimlerin ‘yüce’yi ele alışına baktığımızda, “okurun zihnine gizli bir maya çalmak ve tutkuları üzerine şiddetle gitmek”ten bahsettiklerini;[5] ‘yüce’yi hayret, şok ve dehşet duygularıyla beraber mest oluş ve hayranlığa, baştan çıkarılmaya yakın bir hâl olarak tanımladıklarını görürüz. ‘Yüce’nin derinliğinde, “acı ve tehlike fikirleri, yani insana korku ve haz verecek ne varsa” hepsi bir aradadır.[6] Bir diğer deyişle, profan ile kutsal olanın, mistik ile aleni olanın, dünyevi ile ilahi olanın kesişim noktasıdır ‘yüce’nin deneyimlenmesi. Uçsuz bucaksız, engin ve dingin hâliyle doğa karşısında birden bire yaşanan bir aydınlanma ‘yüce’ fikrini sanatçının içine işler [Wordsword’ün ifadesiyle “highest reason in a soul sublime”].[7] Yüceyle karşı karşıya kalmanın, iç içe geçmenin ya da hemhâl olmanın etkisiyle, yani süblimasyonun simyacılığa benzer çağrışımlarıyla kelimeler aşkın bir içeriğe kavuşur. Tıpkı kadim zamanların büyücüleri gibi, şairlerin ‘yüce’ye dair kendini ifade ederken kullanmak istediği ama kısıtlanan söz haznesiyle, anlatmak istediklerinin genişliği arasında gergin bir ritüel atmosferi doğar.[8] Bu yüzden, yine tıpkı büyücüler gibi, şairler de vazifelerini bildiklerinden çok daha az sözcükle yapar.

Doğanın heybetinden bağımsız olarak, ‘yüce’[-lik], hayalgücünü ve güzeli çağıran ve sanatçının yaratıcılığa kavuşmasını sağlayan bir rehberdir. Ruhu dünyanın geçici dertlerinin üzerine çıkaran ve ona genişçe bir balkondan bakma ayrıcalığı sunan bu hâl, Wordsworth’ün dilinde bir kendini-görme ve içe-bükülerek düşünme deneyimidir. Nitekim “The Sublime and the Beautiful” adlı tamamlanmamış makalesinde, Wordsworth ‘yüce’l(t)meyi “çok güçlü, yoğun bir bütünlük (vahdet) duygusu ya da görüsü” diye niteler. Prelüd’ün altıncı kitabında da ‘yüce’liğe hitaben “and now recovering my Soul I say / I recognize thy glory” (ve Ruhuma şifa veriyor şu an / Senin ihtişamını tanıyorum) şeklinde bir ifadesi dikkat çeker. Bu ifadenin Tanrı’ya hitap edip etmediği edebiyat tarihçilerince birçok açıdan yorumlanmıştır. Ancak şurası muhakkak ki, Wordsworth’te dinin tuttuğu yer tartışmalıdır.[9] Şüphesiz, ‘yüce’nin şairi Anglikan Kilisesine bağlı bir Hıristiyandır ama eserlerinde 1810’a dek İsa’nın ismi bile geçmemiştir.[10] Akşamı “kutsal zaman” ve “bir rahibe” ile ilişkilendirdiği, denizlerin üzerinde gezinen “cennetin ferahlığı”ndan söz ettiği, “Ulu Varlık”ı onun “sonsuz sesiyle” beraber zikrettiği ifadelerle İncil’deki “Yaratılış” (I: 2) kısmına atıf yapan[11] ve dinsel muhayyileyi en yoğun şekilde işlediği şiirlerden birinde şöyle demektedir:

Güzeller güzeli bir akşam, sakin ve hür,

Bir rahibe kadar sessiz kutsal zaman

Hayranlıktan nefesleri kesen; güneş heybetiyle

Huzur içinde batıyor;

Denizde cennet kuluçkalarının yumuşaklığı;

Dinleyin! Ulu Varlık capcanlı,

Ve ebedi hareketiyle Onun, bir ses

Gökgürültüsü gibi –sonsuzluğa yayılıyor.[12]


Gayet Hıristiyanca tınıları olan bu türden onlarca şiir yazmasına rağmen, Wordsworth için Tanrı diğer her yerden evvel doğada aranıp bulunmalıydı. Spinoza’nın eserleriyle ve bilhassa William Blake ile tanıştığından beri şair bu fikre tutunmuştu. Peki, kutsal bir kitap gibi görülüp okunması önerilen doğa Wordsworth için ne anlama geliyordu? Basitçe söylemek gerekirse, şaire göre, doğaya yabancılaşma, insanın kendine yabancılaşmasının önemli bir aşamasıydı. 1800 yılı civarında hiçbir genç entelektüel, okullarda eğitimini gördüğü Aydınlanmacı düşüncenin tek boyutlu akılcılığa teslim olmamalı, doğanın efendisi olma iddialarına kulak asmamalıydı.  Akıl ve mühendislik yoluyla büyüsü bozulan dünyanın deha ve şiirsellik yoluyla yeniden büyülenmesi belki de tek çareydi…

Matthew Arnold’ın Wordsworth’ün Toplu Şiirler’i için 1879’da yazdığı önsözde belirttiği gibi, doğa, Wordsworth’ü şiir yazarken insanı kendinden geçiren o cazibesiyle cezbedip baştan çıkarmış ve kalemi şairin elinden alarak şiiri kendi kendine yazmış gibidir. Bu abartılı vecd tasvirini bir yana bırakmak istesek de, Wordsworth, Göl Bölgesiyle isminin bütünleştiği bir şair olarak, gerçekten zamanla İngiltere’deki tüm doğa konularında atıf yapılan bir referansa dönüşmüş ve İngiltere’nin gerçek bir sanayi toplumu hâline geldiği 19. yüzyılın ortalarından itibaren sanayileşme-karşıtı metinlerde “Doğanın Sesi” olarak anılmıştır. Wordsworth’ün şiirleri ders kitaplarına girip Victoria Çağında Britanya İmparatorluğu sathında (daha doğrusu, İngilizce eğitim verilen tüm yeryüzünde) okunarak nesiller boyunca İngiltere doğasının güzelliklerine dair insanların zihnindeki muhayyileyi bizzat belirlemiştir. Hakikaten bir noktadan sonra İngiltere’de doğaya onun şiirleri üzerinden bakılır olmuştur.

Derin ve belirsizlik içindeki düşüncelerle aşkın bir maneviyatçılığın birlikte dile geldiği yüce ve doğa şiirleriyle Wordsworth, modern sosyo-ekonomik hayata ve şehre karşı muhtemelen ilk, muhtemelen en nazik ve muhtemelen en güçlü karşı çıkış olarak görülmüştür.[13] Yüceyle ve doğayla karşı karşıya kalma hissi, estetik ve ruhani bir kendinden geçme, bir sermest olma hâliyle beraber bize benliğimizin derinliklerinde yatan yaşama sevincini ve dile getirilememiş bir şükran duygusunu gösterir.[14] Wordsworth’e göre, bu, Prelüd’ün sekizinci bölümünde anlattığı üzere, doğa sevgisinden insan sevgisine uzanan yolun başlangıç kısmıdır ve açıkçası, çevrecilik ve doğa üzerine yazılan tüm eserlere hâkim olan paradigma, Wordsworth’ün bakış açısı sayesinde gelişip bugünkü hâlini almıştır. Karl Kroeber ve Sir Jonathan Bate gibi çevresel eleştirileri dile getiren akademisyenler, Wordsworth’ü ekolojik bilinci çevresiyle uyumlu bir şekilde ele alan holistik bir düşünür ve ilk modern çevrecilerden biri olarak nitelemektedir.[15] Bir diğer ifadeyle, Wordsworth yeşil dille konuşan (green language) ve ekolojik edebiyat yapan (ecopoetics) bir şairdir.[16]

Neden mi? Çünkü Wordsworth’le beraber, doğa, insanın içinde bulunduğu bir yer olmaktan çıkıp insandan daha fazlasının içinde yaşadığı yüce bir güç olarak görülmeye başlamıştır. İnsanın toplumsal rutinlerden ayrışıp bir başına doğayla yüzleşmesi ve bunu birden fark etmesini sağlayan küçük anlar, insan ömrünün en özgürleştirici ve yaşama değer katan sahneleri olarak bâki kalır. Yücenin karşısında derin bir yakarma arzusu duyar insan. Yaşıyor oluşunu bir biçimde kutlamak ister ve aklına ya da diline ilk gelen “Aman Tanrım!” ya da “Şükürler olsun” ifadeleri olur. Resmedilmeye değer (picturesque) manzaraların ve yaşanan o yoğunlaşma anlarının “estetikleştirici ethos”uyla sanatçı cezbeye kapılıp vecd ile doğayı ruhuna doldurur. Huzur bulur. Huzur bulmasa da, adeta bir anti-depresan etkisine girerek teskin olur. Doğa er geç insana “insanlığın sessiz, hüzünlü müziğini duyarak bakmayı öğretmekte”dir.

Nazmi Ağıl’ın yaptığı “Tintern Abbey” [Tintern Manastırı] çevirisinden bir kesit, Wordsworth’ün yüce ve doğa anlayışına dair birçok ipucunu okurlarla paylaşmaktadır:

Her şeydi Tabiat. –O günlerdeki kendimi tarif edemem. 

Uğuldayan şelale bir tutku gibi dadanırdı aklıma:

Yüksek kaya, dağ ve derin kasvetli orman,

Onların renkleri ve biçimleri

İştahımı kamçılardı; Düşüncenin büyüsüne

Uzak, gözden ödünç alınmamış hiçbir ilgiye

Yüz vermeyen bir duygu ve aşk.  

O günler geçmişte kaldı,

Onların bütün o sancılı sevinçleri,

Baş döndüren coşkuları da. Bu yüzden

Ne üzülür, ne yas tutar ne de söylenirim;

Başka armağanlar geldi, böyle bir kaybı

Fazlasıyla telafi edecek.  

Çünkü Tabiata, düşüncesiz gençlikteki gibi değil,

Fakat –çoğu zaman ıslah edip boyun eğdirmesine

Rağmen ne hoyrat, ne can yakıcı olan–

İnsanlığın sessiz, hüzünlü müziğini duyarak

Bakmayı öğrendim.

Ve keyifli düşüncelerin coşkusuyla beni

Huzursuz eden bir şeyin varlığını hissettim;

Çok daha kaynaşık bir şeyin,

Gün batımlarının aydınlığında, okyanusun

Etrafında, canlı havada, mavi gökte

Ve insan beyninde barınan: 

Bir hareket ve bir ruh, tüm akıl sahibi

Varlıkları, tüm düşüncelerin tüm nesnelerini

Dürten ve her şeyin içinde devinen. Dolayısıyla,

Hâlâ sevdalısıyım kırların, koruların, dağların;

Ve bu yeşil yeryüzünde gördüğümüz her şeyin;

Bu muhteşem dünyasında gözün ve kulağın

–Kısmen yaratıp, kısmen algıladıkları–

Her ne varsa onların; Tabiatta ve duyuların dilinde   

Görmekten fazlasıyla hoşnutum, en saf

Düşüncelerimin çapasını, yüreğimin

Ve tüm ahlaki varlığımın dadısı,

Rehberi ve koruyucusunu.[17]  

***

Wordsworth’ün Lyrical Ballads’ın ikinci baskısına yazdığı önsözün İngiliz Romantizminin manifestosu olarak kabul gördüğünü söylemiştik. “Şiiri, ‘kendiliğinden taşan güçlü duyguların sakin kafayla yeniden hatırlanarak kayda geçirilmesi,’ sözleriyle tanımlayarak, öğrenilmiş söz sanatları, kalıplaşmış algı ve ifade biçimleri yerine şairin özgün duyumsamalarını öne çıkaran Wordsworth Lyrical Ballads’da amacın halkın yaşantısını halk diliyle şiirleştirme denemesi olduğunu açıklar.”[18] Yine Nazmi Ağıl’ın ifadesiyle,

“Ne de olsa şair insanlardan ayrı bir dünyada yaşayan mucizevi bir varlık değil, onlarla aynı yaşantıları paylaşan, onlarla sohbet eden bir insandır. Sadece çevresine her an şaşırmaya hazır, meraklı gözle bakması sayesinde Doğadaki yaratıcı ruhla kurduğu temas sonucu sezgilerinin daha derin oluşu, Wordsworth’ün ‘Ne vakit bir gökkuşağı görsem / Kalbim yerinden oynar’ dizelerindeki gibi yüreğinin en basit varlıklar ve olaylar karşısında coşup aşkın bir duruma geçebilmesiyle sıradan insanlardan ayrılır.”[19]

Wordsworth’ün bu yalın yaşam felsefesiyle kaleme aldığı şiirler, kütüphanelere, seyahatlere, yabancı dillere gerek bırakmamıştır. Evrenin dili müşterektir. Victoria Çağının önde gelen denemecilerinden Walter Pater onu tam da bu yüzden “entelektüalitenin değil, doğanın şairi” olarak görmek gerektiğini söylemiştir.[20] Matthew Arnold, onun doğayı şiirlerinde işleyişinde “iyileştirici bir güç” bulurken, John Stuart Mill, geçirdiği bir depresyonu Wordsworth okuyarak atlattığını, “Doğayı sessizce seyrederek sürekli bir mutluluk duyabileceğimi bana Wordsworth öğretti” sözleriyle dile getirir.[21]

Bununla beraber, Wordsworth, “Let Nature be your teacher” (Bırak doğa öğretmenin olsun) diyen bir şairden daha fazlası olarak ele alınmıştır. 20. yüzyılın edebiyat ve fikir tarihçileri için giderek daha ilgi çekici bir isme dönüşen William Wordsworth’ü, M. H. Abrams Tinin Fenomenolojisi’nden hareketle Hegel’le birtakım paralellikler kurarak değerlendirir. Buna zıt bir okuma yapan Paul de Man, “doğa ve ben-lik” ilişkisi etrafında, Wordsworth’le Nietzsche arasında bilişsel bir akrabalık görür. James Chandler için ise Wordsworth, Edmund Burke’ün muhafazakâr düşüncelerinin şiirsel yankısıdır. Diğer pek çok kaynak da Shaftesbury’nin Wordsworth üzerindeki etkisine dikkat çekmekte ve Wordsworth’ü başka bağlamlarda ele almaktadır.[22]

Sözün özü; Wordsworth geçmişte kalmamış ve bugüne gelip bizimle, bize dair meseleler hakkında konuşabilen sanatçılardan olmuştur. Bu yüzden eserleri hâlâ tüm dünyada ilgiyle okunmakta, hakkında yapılan çalışmalar artarak devam etmektedir. Ve gerçek şu ki, insanlığın büyük çevresel sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı –daha doğrusu, insanlığın çevreye büyük sorunlar çıkarmayı sürdürdüğü– şu dönemde, 250. doğum yıldönümünü idrak ettiğimiz William Wordsworth’ün hâlâ taptaze olan barışçıl, yeşil fikirlerine kulak vermekte hepimiz için büyük fayda bulunmaktadır.   


[1] Bu konuda, William Wordsworth’le ilgili Türkçedeki tek güncel telif eser biraz fikir verebilir: Yiğit Sümbül, Sanatçının Genç Bir Devrimci Olarak Portesi: William Wordsworth ve Fransız İhtilali, Ankara: Ürün Yayınları, 2019. Kitabı edinmeme yardımcı olan Sezai Bayraklı’ya ve Gamze Ercan’a teşekkür ederim.

[2] William Wordsworth, Prelüd: Bir Şairin Zihinsel Gelişimi, çev. Nazmi Ağıl, İstanbul: YKY, 2010. Otobiyografik bir metin olan eserin ilk beş bölümü şairin çocukluğu, ilk gençliği ve üniversite yıllarıyla ilgilidir. Sonraki iki bölüm Avrupa seyahatlerini ve kitaplarını, yedinci bölüm başarısız Londra deneyimini, sekizinci bölümse doğa sevgisinden insan sevgisine nasıl uzandığı konularını ele alır. Dokuz, on ve on birinci bölümler Fransa’daki devrime ve gözlemlerine, sonrasındaki bölümlerse şiir sanatına ve estetiğe ayrılmıştır.

[3] Marcel Isnard, “Wordsworth, William (1770-1850)”, Jean Raimond, J. R. Watson (der.), A Handbook to English Romanticism (içinde), , Londra: Palgrave Macmillan, 1992, s. 292.

[4] Noel Jackson, “The Senses”, Andrew Bennett (der.), William Wordsworth in Context (içinde), Cambridge, Londra: Cambridge University Press, 2015, s. 271.

[5] Philip Shaw, “Sublime”, Andrew Bennett (der.), William Wordsworth in Context (içinde), Cambridge, Londra: Cambridge University Press, 2015, s. 283.

[6] Edmund Burke, A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful (1757), der. ve haz. David Womersley, Harmondsworth: Penguin, 2004, s. 86, ayrıca bkz. s. 196-197. Türkçesi için bkz. Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma, çev. M. Barış Gümüşbaş, Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2008.

[7] Anna Janowitz, “Sublime”, Joel Faflak, Julia M. Wright (der.), A Handbook of Romanticism Studies (içinde), Londra: Wiley-Blackwell, 2012, s. 64. Janowitz, makalesinde Burke’ü ve Kant’ı Wordsworth’ün yolunu açan iki isim olarak öne çıkarır. Daha genişçe bir zaman aralığında gezinerek sanat ve felsefe tarihindeki literatürü özetleyen güncel Türkçe bir çalışma için bkz. Nusret Polat, Güzel ve Yüce: Pisagor’dan Hegel’e Estetik Kültürü, İstanbul: Belge Yayınları, 2019.

[8] Bu konuda Philip Shaw’ın Türkçeye çevrilmesi hayli güç ama çok önemli kolajı mealen şöyle der: Wordsworth’ün “Tintern Abbey”inde göze çarpan panteist biçimde “yüceliğin hissedilmesi / çok daha derinden kaynaşmış bir şeyin” “düşünen her şeyi, tüm düşünce konularını zorlar / ve içine karıştığı her şeyi dönüştürüp alır götürür” (Lyrical Ballads, 118-119; 96-103. dizeler). Bu, “o kutsanmış” ve “şeylerin yaşamına dair” (50. dize) “yüce” (38. dize) içgörüyle birlikte “yükselen düşüncelerin / sevinciyle” (94-95. dizeler) ilişkilidir. Shaw, a.g.m. s. 285.

[9] Simon Bainbridge, “Wordsworth and Coleridge”, Andrew Hass (der.), The Oxford Handbook of English Literature and Theology, Oxford: Oxford University Press, 2009, s. 474.

[10] Jonathan Roberts, “Religion”, Andrew Bennett (der.), William Wordsworth in Context (içinde), Cambridge, Londra: Cambridge University Press, 2015, s. 259.

[11] İncil (Yaratılış, I: 2’de) şöyle der: “Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.”

[12] Çeviri bana ait –H.A.

It is a beauteous evening, calm and free,

The holy time is quiet as a Nun

Breathless with adoration; the broad sun

Is sinking down in its tranquility;

The gentleness of heaven broods o’er the Sea;

Listen! the mighty Being is awake,

And doth with his eternal motion make

A sound like thunder—everlastingly.

Şiirin tamamı için bkz. https://www.poetryfoundation.org/poems/45524/it-is-a-beauteous-evening-calm-and-free (çevrimiçi), 18 Ocak 2020.

[13] Scott Hess, “Nature and the Environment”, Andrew Bennett (der.), William Wordsworth in Context (içinde), Cambridge, Londra: Cambridge University Press, 2015, s. 207.

[14] Bu konuda Georrrey H. Hartman’ın makalesi zihin açıcıdır: Hartman, “Nature and the Humanization of the Self in Wordsworth”, M. H. Abrams (der.), English Romantic Poets, Modern Essays in Criticism (içinde), Oxford: Oxford University Press, 1975, s. 123-148.

[15] Hess, a.g.m. s. 207-208.

[16] Jonathan Bate, The Song of the Earth, Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000, özellikle V. Bölüm; yine Jonathan Bate, Romantic Ecology, Wordsworth and the Environmental Tradition, Londra: Routledge, 1991; Karl Kroeber, Ecological Literary Criticism: Romantic Imagining and the Biology of Mind, New York, NY: Columbia University Press, 1994. Referansları derleyen atıflar, Hess, a.g.m. s. 208.

[17] William Wordsworth, “Tintern Manastırının Birkaç Mil Yukarısında Oluşturulmuş Dizeler, 13 Temmuz 1798’deki Bir Gezi Sırasında Wye Kıyılarını Yeniden Ziyaret Etmenin Üzerine”, Seçme Şiirler (içinde), çev. Nazmi Ağıl, İstanbul: VakıfBank Kültür Yayınları (yakında çıkacak), 2020.

[18] Nazmi Ağıl, “Önsöz”, William Wordsworth, Prelüd: Bir Şairin Zihinsel Gelişimi, çev. Nazmi Ağıl, İstanbul: YKY, 2012, s. 10.

[19] Ağıl, a.g.m. s. 10.

[20] David Simpson, “Romanticism, Criticism and Theory”, Stuart Curran (der.), Cambridge Companion to British Romanticism (içinde), Cambridge: Cambridge University Press, 6.baskı, 2003, s.7.

[21] Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, İstanbul: YKY, 11. baskı, 2018, s. 585.

[22] M. H. Abrams, Natural Supernaturalism: Tradition and Reveolution in Romantic Literature, New York, NY: W. W. Norton, 1973, s. 236; Paul de Man, “Time and History in Wordsworth”, Diacritics, Vol. 7, No. 4, 1987, s. 13; Paul de Man, “Autobiography as De-facement”, Modern Language Notes, Vol. 95, No. 5, 1979, s. 930 gibi kaynaklardan toparlayan; Stuart Allen, “Philosophy”, Andrew Bennett (der.), William Wordsworth in Context (içinde), Cambridge, Londra: Cambridge University Press, 2015, s. 250-252.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl