Ana Sayfa Manşet Enis Rıza ile Belgesel Sinema Üzerine

Enis Rıza ile Belgesel Sinema Üzerine

Enis Rıza ile Belgesel Sinema Üzerine

Yıllarını belgesel sinemaya adamış bir yönetmen olarak Türkiye’de belgesel sinemacı olmanın koşullarına dair neler söylemek istersiniz?

Belgeselci olmak için sadece belgeselle uğraşmak lazım. Tabii bizim trajedimiz yani… Türkiye’nin belgeselcilerinin trajedisi şu ki; var oluşlarını sağlayabilmek için başka işler de yapmak zorunda kalıyorlar. Diğer yandan, olabildiği kadar yine de kameraydı, kurguydu, sinema alanı tırnak içinde, ek bir şeyler yaparak onun ekonomisiyle kendi belgesel filmlerine finansman sağlamaya çalışıyorlar.

Bir yandan akademisyen olup bir yandan da belgesel yapanlar var. Onlar iki işi nasıl idame ettirebiliyor?

Ama işte oradan yani şimdi öyle tek tük belgesel yapanlar var ama yani o bir belgeseldir iki belgeseldir yani hem akademik alanda olup ondan sonra belgesel yapmak zor iş öyle kolay bir iş değil. O yüzden yani öyle arkadaşlarımız da var ama şey çok fazla olduğunu sanmıyorum yani. Hani belgeselci bir hayat yaşamak için akademisyen falan olunmaz, yani olunur da akademisyenliği bırakması lazım, yani bir yandan akademisyenlik bir yandan belgeselci bir hayat olmaz. Ona yani zaman yetmez.

Benim anladığım belgesel yapmak için yalnızca belgesel sinemaya odaklanmak, dolayısı ile pek çok şeyden fedakârlık etmek gerekli, yani tamamen bir fedakarlık ve gönül işi…

Tabii yani gönüllülük. Yani temelde belgeselcilikle para kazanmak falan gibi bir heves varsa belgeselcilik yapma limon sat daha çok para kazanırsın. Ya da başka iş yap yani ya da işte git bir yere memur ol. İyi kötü ne zaman aylığını alacaksın, almayacaksın belli, yani öyle bir hayat, öyle dingin, sakin, risksiz, güvenli bir hayat yaşamak. Bu bir hayat seçimi.

Peki bir belgeselcinin hayatı nasıl geçiyor?

Belgeselci olarak diyelim ki bir şey yapmak istiyorsun, onunla ilgili daha onun kaynağını bulmadan yıllarca araştırıyorsun vesaire. Ondan sonra diyorsun ki bunun filmini yapayım. Çünkü her belgeselcinin seçtiği bir alan vardır. Mesela diyelim ki ben işin yani özünde göç üzerinden hikâyeler anlatmak istiyorum. Neredeyse hayatımın her anını göçle ilgili hikâyeler, kitaplar, işte okumak, araştırmak vesaire üzerine kuruyorum. Göç derken çok geniş anlamlı mübadele de var. O konuda zaten bir öğrenme sürecini yaşıyorsun, emek harcıyorsun, yani bilim yapmanın zeminini zaten hayatında o konuda ilgi alanları oluşturmak, okumak, araştırmak vesaire üzerine kuruyorsun zaten. Ondan sonra o konunun bir alt temasıyla ilgili bir belgesel yapmak istiyorsun. Onun fotoğraflarını biriktiriyorsun işte hani imkân varsa birtakım çekimlerini yapıyorsun. Onunla ilgili kaynak arıyorsun, buluyorsun yahut bulamıyorsun ama o sürüyor zaten ve şimdi onun maliyeti de hesap edilemez.

Cinsiyet bazlı olarak koşulların ağırlığında bir değişiklik oluyor mu?

Kadınlar için de aynı şey; yani kadınlar için de benzer durumlar söz konusu. Üretim alanında kadın ve erkek arasında çok büyük fark yok belgesel alanında. Bir de tabii belgesel alanında böyle sürekli bir gruplaşma yani ekipleşme söz konusu olduğu için kadınıyla erkeğiyle bir ekip oluyorsun. Kadın yönetmen oluyor erkek kameraman oluyor işte kendi kurgularını kendileri halledebiliyor, ilişkilerini kurabiliyor, asistanlar kadın ya da erkek oluyor vesaire… Diğer bir deyişle böyle bir ekip olduğun zaman kadın erkek bir maya oluşturuyor. Çoğu zaman da o dayanışma içinde de birlikte yürüyor, yürüyebiliyor ama tabii şimdi genç, yani şimdi bayağı genç kuşaklar yetişmeye başladı ve onların kendi içinde de benzer ekipleşmeleri ve dayanışmayı görüyorum yani. Sinemanın diğer alanlarında olmuyor ama bu dayanışma; sektörel olarak yani.

Belgeselde daha fazla dayanışma olmasını neye bağlıyorsunuz?

İşte bu belgeselin, hatta kısa filmin, varoluş mücadelesini doğru temelde kurmasıyla ilgili bir şey. Yani o refleksler gelişmeye başladı.

Belgeselciler böyle bir dayanışma ortamında alaylı mı sinema eğitimi alarak mı yetişiyor?

Şimdi geçmişte tabii sinema Türkiye’de özellikle ağırlıklı olarak alaylıydı. Diğer yandan da sinema eğitimini görerek sinema yapan parmakla sayılan insan da vardı. Ama 90’lardan, özellikle 80’ler ve 90’lardan sonra sinema eğitimi Türkiye’de var olmaya başladı. İletişim fakülteleri, sinema okulları, vesaire vesaire… Bunun içinde belgesel eğitimi de yaygınlaştı ve özellikle biz başlattık o süre içinde, 90’larda, 90’ların sonunda… Üniversitelerde belgesel eğitimini verenler bizler olduk mesela, bizim jenerasyon. Dolayısıyla onunla beraber, dünya sinema tarihiyle ilişki yeni bir sinema formasyonu gelişmeye başladı, ama tabii sinema geçmişte kurulmamış bir interdisipliner ilişki alanı olarak da kurulmaya başladı. Farklı pozitif ya da sosyal bilim disiplinlerinden gelen insanlarla ilişkiler, ortak çalışmalar vesaire başka türlü bir kültür oluşmaya başladı. O kültür de sinemanın kendisinde ve de özellikle belgesel sinemada yoğunlaşmaya başladı. Dolayısıyla onun getirdiği geleceğe dönük bir sinema potansiyeli oluşmaya başladı. Tabii bu arada bütün bunlar olurken bir yandan da teknolojik gelişmeler, işte sosyal kanallar vesaire hem dezavantaj hem avantaj olmaya başladı.

Nasıl bir dezavantaj?

Sosyal alanlar diyeyim yani herhangi bir şey yapıyorsun sosyal alandan yayınlıyorsun. Eskiden hani bir süzgeç vardı. O süzgeç doğru yanlış onu tartışmıyorum yani, ancak en azından belgesellerin seçimine bir jüri veya komite karar veriyordu. Şimdi ne yaparsan yap sosyal alandan kendine bir Youtube kanalı açıp yayınlayabilirsin. Yani onun bir şeyi yok, ne derler, o yapılan işin iyi olup olmadığının kriteri yok ortada. Çünkü, çok iyi bir şey yapıyorsun mesela atıyorum yüz izleme alıyorken saçma sapan bir şey böyle milyon izleme alıyor. Neye göre? Dolayısıyla toplumsal beğeninin zemini de farklılaşabiliyor. Sinemanın, sanatın misyonu nedir aslında? Toplumsal praksisi sürdürmek, o praksisle beraber toplumun kültürel düzeyini yükseltmektir. Burada aynı zamanda böyle. Yani senin yükselttiğini bir başkasının bastırdığı bir farklı dinamikler oluşmaya başladı yani. Her şey çok tırnak içinde kolaylaştı da. 17 yaşında bir çocuk geldi, nasıl böyle kasıntı, yani kimseye selam vermiyor bilmem ne. Dedim, nedir bu, bu herifin tavrı ne dedim ya! Dediler ki TikTok fenomeni, her yaptığı şey bir milyon falan izleniyor, unuttum adamın adını… Bir gösterin dedim, yani tahammül edilmez şeyler yapıyor herif yani. Tamamen cahil zır cahil ama bir şey diyeyim mi bilmem kaç yüz bin takipçisi olan bir adam yani. Şimdi yani bütün bunlarla beraber, tabii bunlar da bir zaman sonra bir yerlere oturacak büyük bir ihtimalle.

Bu tip fenomenlerin belgeselini yapma fikrini etik olarak nasıl değerlendirirsiniz?

Her şeyin belgeseli yapılır yani. Bu bir toplumsal gerçeklikse bu gerçekliğin gerçek yüzünü, toplumda tarihin içinde ve kültürel alanda neye tekabül ettiğini anlatmak gayet iyi olur. Yeter ki doğru bir yere otursun.

Türkiye’deki film festivallerine dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Yani Türkiye’deki film festivalleri ne yazık ki çok zaafları olan, çok problemleri olan festivaller. Birincisi, kimliği yok festivallerin yani sinematografik bir kimliği yok. Cannes festivalinin mesela bir kimliği vardır çünkü bir tarihi vardır sinema tarihi içinde bir yeri vardır hem de o tarih içinde oluşmuş bir festival birliği vardır. Jüri ona uygun olarak seçilir, o sinema anlayışına uygun olarak… İlişkiler ona göredir vesaire vesaire… Türkiye’deki festivaller öyle olmuyor ne yazık ki. Türkiye’de mesela Antalya film festivaline baktığında, Cannes film festivalinde zamanında yaşanmış birçok şeyi de yaşadı yani Cannes film festivalini mesela Truffaut’lar vesaire basmıştı, festivali engellemişlerdi zamanında falan belli taleplerle. Aynı şeyi biz Antalya’da da yaptık ama yani Türkiye’deki festivallere bir kere ciddi bir şekilde politika hâkim. İkincisi bağımsız değiller. İşte belediyenin propaganda aracı olarak vesaire. Açılışı belediye başkanının yapması falan hani hâlbuki festivallerin bağımsız olması lazım kimliğinin olması lazım.

Juri seçimlerinde de benzer sorunlar var mı?

Bu yıl kim meşhur hani şu oyuncu, bu oyuncu, bir de gazeteci olsun, bir de bilmem şu olsun diye jüriler seçiliyor yani o jürilerin veya o festivalin sinema anlayışı olmadığı için jürileri de kendi kafalarına göre seçiyorlar. İşte ön jürilerde politikanın hâkimiyetinden dolayı bazı filmler çok politik görünerek eleniyor. Festivallerde bazı filmler kazara kabul edilse bile gösterimi engellenebiliyor. Çok doğru dürüst film festivalleri destek bulamıyorken bazı film festivallerineyse trilyonlarca para harcanıyor.

Ankara’ya yeni belgeselinizin çekimi için geldiniz. Bu belgeselden biraz bahsedebilir misiniz?

Sinan Cemgil üzerine. Onların kat ettiği bütün yolu kat ettik, yani aynı onlar gibi kameralarla çadırlarla falan, onların kaldığı mağaralarda, geçtikleri yollar vesaire. O hikâyeyi anlatan bir şey ama birazcık belgesel yani sırf o hikâyeyi anlatmıyor bir arayışı anlatıyor yani geleceğe ve geçmişe dönük bir arayışı biraz daha öznel benim kişisel hikâyem.

Depremzede çocuklar için güzel bir projeniz var, projeden bahsedebilir misiniz?

Yani bizim bir afet dayanışma ağımız var, Beyoğlu afet dayanışma ağı. Ben de onun içinde yer alıyorum. Ondan sonra işte birileri bizim projeyi duyunca dört tane bilgisayar aldı, birileri on tane tablet aldı. Şey yağıyor kırtasiye ve kitap yağmaya başladı. İşte orayı bir köy haline getireceğiz yani ağaç evler vesaire. İşte onun desteklerini şimdi yeni oradan geldim. Ritim atölyesi kuracağız onun için ritim ve perküsyon aleti bağışlanması için çağrı yapacağım şimdi. Ondan sonra bir yandan işte o yöredeki kadınlara ve çocuklara iç çamaşırından ayakkabıya kadar destekler sağlanıyor. İşte oyuncaklar, boyalar, satranç takımları vs.. Ayrıca orada satranç eğitiminden, fizik ve matematik eğitimine, liseye üniversiteye hazırlık kurslarına, drama çalışmalarına kadar eğitimler veriliyor. Öyle bir süreç başlatıyoruz yani.

Bunca çalışmanın yanında bir de tiyatro oyunu çıkardınız…

Ankara’da Kent Hareketleri Tiyatro Topluluğu’nu kurduk. Oyuncular ağırlıklı olarak önceden oyunculuk deneyimi olmayan ve kentsel dönüşüm sürecinden etkilenen aktivist ve halktan kişilerden oluşuyor. Oyunun adı, “Oyun Oyun İçinde”. 30 Nisan’da İstanbul’da Karşı Sanat’ta oynandı, önümüzdeki aylarda da Ankara’da ODTÜ’de oynanacak.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl