Ana Sayfa Art-izan I. DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA AVRUPA’DA SANAT VE AMERİKAN SOYUT DIŞAVURUMCULUĞU

I. DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA AVRUPA’DA SANAT VE AMERİKAN SOYUT DIŞAVURUMCULUĞU

I. DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA AVRUPA’DA SANAT VE AMERİKAN SOYUT DIŞAVURUMCULUĞU

1933’te iktidara gelen Alman Nazizm’inin uyguladığı dış politikalar ve 1920’lerde tırmanan İtalyan faşizmi II. Dünya Savaşı’nın çıkmasının en önemli sebepleri olmuştur. Küresel düzeyde dış politika üreten devletler de bu sürecin savaşa dönüşmesini engelleyememişlerdi. Ağustos 1930’da Almanya, Sovyetler Birliği ile Sovyet Saldırmazlık Paktı anlaşmasını imzalamış, Polonya 1 Eylül 1939 yılında işgal edilmiştir. Bu durum II. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olmuştur. Polonya bozguna uğratılmış, Fransa ile İngiltere bu işgale karşı Almanya’ya savaş ilan etmişlerdir. Nazi Almanya’sı 1940 yılında İngiltere ile savaşa girmiş ve savaştan yenilgi ile ayrılmıştır. (Britanya Savaşı) Almanya 1940 yılında Lüksemburg, Fransa, Belçika ve Hollanda’ya savaş açmış ve işgal etmiştir. 1941 yılında Almanya ile müttefik devletler Sovyet-Alman Paktı anlaşmasını iptal etmiş ve Sovyetler Birliği’ne karşı saldırmışlardır.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın suçlusu olarak görülen Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrasında imzaladığı Versailles Anlaşması ile Hitler daha da saldırgan hale gelmiştir. Bu anlaşma Alman İmparatorluğu’nun sonu olmuştur. Toprakları bölünmüş olan ve savaş sonrası borçlarla çıkış yolu arayan Almanya’da yeni düzen Nasyonel Sosyalist Parti ile Hitler’in getirdiği ırkçı yeni düzen olmuştur. İtalya, İspanya, Japonya, Almanya’nın yanında yer almışlardır.

Belçika’nın tarafsızlığını ilan etmesiyle Fransa’nın zor duruma düştüğü gözlemlenmiştir. 1940’ta Almanya, Fransa’yı işgal etmiştir. İngiltere, ABD’nin desteğini yanına alarak Alman saldırıları karşısında savaşı kazanmıştır.  Churchill’in duruşu daha da kuvvetlenmiştir. 1941’de Japonya Hawai’deki Pearl Harbour’ı bombalamıştır. Bu tarihi olayda ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere ile birlikte savaşta ittifak kurmuştur. İngiltere 1942 yılında Almanya’ya saldırılar düzenlemiş ve 1945 yılına kadar Alman şehirleri harabeye dönmüştür.

“II. Dünya Savaşı ardından tamiri mümkün olmayan bir dünya savaşı ile Avrupa’yı baş başa bırakmıştır. Savaş sonrasında kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda bırakılan Almanya, ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyetler tarafından bölünmüş bir yapılanmaya maruz kalmıştır. Bu yıkım sadece Almanya’yı değil onun gibi faşizm çıkışlı hareketlere ev sahipliği yapan İtalya ve Japonya’yı da vurmuştur. Ekonomileri ve tahribatları ileri boyutta olduğu için diğer devletlerin yardımına muhtaç haline gelmişlerdir. Savaşa girmiş olsa bile topraklarına ateşin değmediği tek ülke ise ABD olmuştur” (Tünay, 1995:184).

Ticaret faaliyetlerin öneminden dolayı Avrupa ülkeleri Amerika’nın ekonomisinde büyük rol oynadığı için ABD, savaş sonrasında üretken, ticaret yapabileceği yeni bir Avrupa düzeninin oluşmasını istemiştir. ABD her bakımdan Avrupa’yı düzeltip destek olmazsa bölgenin Sovyet egemenliğine geçmesinden endişe duymuştur. Bu nedenle de dünyanın sanayileşmiş ülkelerini bünyesinde barındıran bir sistem inşa etmeye çalışmıştır.

  1. Dünya Savaşı sürecinin ve sonrasının ortaya çıkardığı siyasi, sosyo-psikolojik toplumsal durumlarla ABD’nin yeni liberal ekonomik düzeninin oluşturduğu sonuçlar dünyanın yeniden şekillenmeye başladığının göstergesi olmuştur. Özellikle savaşın galibi ABD kendi yaşam kültüründen sanatına kadar her şeye Avrupa ülkelerine ve diğer dünya toplumlarına kabul ettirmeye çalışmıştır. 1945-1960 yılları arasında Avrupa, II. Dünya Savaşı’nın sebep olduğu kentsel, psikolojik, toplumsal, ekonomik çöküşün altından kalkabilmek için ABD’den ekonomik yardım beklemiştir. Savaştan yenik çıkan Almanya ise Amerikan, İngiliz, Fransız ve Rus ordularının işgali altında kalmıştır. ABD’yi endişelendiren sorun ise savaş boyunca onun yanında olan Rusya’nın savaş bittikten sonra kendi komünist ideolojisini Avrupa ve çevresindeki ülkelere yaymak istemesi olmuştur. Rusya, ABD’ye karşı komünizmi yayma savaşını başlatmakta, buna karşılık ABD de kendi liberal kültür savaşına girişmiş, bunun organizasyonunu ve uygulamalarını ise CIA’ya bırakmıştır.

1950 başlarında ABD ile kültür savaşına giren Rusya, Paris’te komünizm propagandası yapmak için büyük çabalar sarf etmişti. Bu kültür savaşında MoMa (The Museum of Modern Art) Amerikan emperyalizminin kültür silahı olmuştur. ABD, dolayısıyla sol ideolojiye eğilimli entellektüellerin gönüllerini de kazanmayı amaçlamıştır. Bu nedenle onların üzerinde etki yaratacak edebiyat, plastik sanatlar, bale, müzik alanlarında ABD’deki gücü tanıtmayı planlamıştır. O tarihe kadar ABD’de yalnızca Avrupalı sanatçıların sanatı ağırlık kazanmıştı, artık ABD Avrupa’ya karşı kendi değerlerini ispatlamak için atağa geçmişti.

“Dikkat edilirse, daha II. Dünya Savaşı bitmeden ABD’nin dünyanın sanat merkezi olarak New York’u empoze etmek istediği de anlaşılabilmektedir. Ayrıca yine soyut-ekspresyonist anlayışlı Amerikan ressam Biederman, savaş sonrası geldiği Paris’i artık yıldızı sönmüş bir sanat merkezi olarak gördüğünü yazmıştı” (Lynton, 2009:254).

Yüz elli yılı aşkın bir dünya sanatının merkezi olan Paris, daha önce Roma’ya ait bulunan Avrupa’nın sanat merkezi olma konumunu 19.yüzyılınn başlarında ele geçirmiş ve bu durumu 1960’lara kadar sürdürebilmiştir. 1940’ların sonunda Amerika’daki kültürel ortamlar ile politik dönüşümler birbiriyle ilişkilidir. Pollock ve Rothko gibi soyut dışavurumcu sanatçıların klasik mit ve psikanalizle ilgileri, onların “modern insanın” güncel temasından etkilenmiş olduklarını göstermektedir.

“Eleştirmenlere göre Pollock’un resmi ile Hiroşima ve Nagazaki’deki patlama arasında bir paralellik bulunmaktadır. Çünkü nükleer enerjinin zarar verici anarşik gücünün ve psikanalizin gelişmesini görmüşlerdir” (Aydın, 2009:183).

Başkan Roosevelt’in desteklediği Federal Sanat Projesi Pollock, Rothko, Gorky gibi sanatçıların yanı sıra, Sovyet Sosyalist gerçekçiliğine bağlı tarzda kamu duvarlarına resim yapmaktan bıkan pek çok sanatçı da bu projeye dahil olmuştur. Dünyanın en güçlü politik hareketlerinin baskın olduğu bu estetik yönelimler “gerçekçilik ve soyutlama” idi. Komünist Rusya “sosyal toplumcu gerçekçiliğin”, kapitalist Amerika ve Batı Avrupa ise avangard sanatın var olduğu yerlerdi.

1950’lerde Amerika’da yeni ortaya çıkan estetik düşünce, resimsel öznenin bittiği şeklindeydi. Greenberg, ‘metropolitan-kültürü sanatı’ olarak tanımladığı modernist sanatı imgeden ve betimlemeden uzak, soyut renk ve biçim olarak tanımlamaktadır. Avrupa’da süregelen siyasi görüşler ile modernist sanat arasında ciddi çatışmalar görülmüştür, Naziler bu sanatı “yozlaşmış” olarak adlandırmışlardır. Her ne kadar bu çatışmalar savaş öncesi dönemde en çok Almanya’yı etkilemişse de totaliter rejimlerin tümü sanatı öznelliğinden uzaklaştırarak çoğulcu ideolojilerini yansıtmaları için yoğun çaba harcamışlardır.

Naziler “yoz” olarak tanımlandıkları pek çok eseri açık arttırmayla satmışlardı, ancak el konulan 1004 adet yağlı boya, tablo, suluboya, grafik ve çizim eser 1939’da Berlin’deki bir itfaiyenin avlusunda yakılmıştır.

19 Temmuz 1937’de Yoz Sanat (Entartete Kunst) adında bir sergi düzenlenmiş ve bu sergi tüm Almanya’yı dolaşmıştır. Hitler, serginin açılışında yaptığı konuşmada modernizmin ortadan kaldırmak istediği yönlerini belirtmiştir. Hitler’e göre modernizm yanlış bir kesime (tüm insanlara) hitap etmekteydi. Avrupacılık, uluslararası bir deneyim sunarak herhangi bir etnik gruba yönelimi dışlamıştır. Modernizm sürekli bir deneysellik olanağı sağlamıştır. İzlenimci, sonra fütürist, kübist veya Dadaist gibi…

Hitler’in endişesi ise bunların toplumda bulduğu karşılık ve barındırdığı düşüncenin yayılımı olmuştur. Bu duruma el koyarak gerçek olanın doğasını belirleme işi ise hükümete düşmüştür.

“Bunu yapmak için de “Alman Sanatı” dan, milliyetçi ve ırksal bir çerçeve içinde belirlenmiş bir “gerçeklik” talep etmek gerekiyordu. Modernist öznelliğin “içsel deneyim”, “etkin ruh hali”, “güçlü irade”, “geleceğe gebe duygular”, “cesur duruş”, “derin empati”, “hakiki ilkellik” ve bunun gibi sloganların hepsi ortadan kalkmalıydı. Bu laf kalabalığını ve palavralarını yutturmak için öne sürülen aptalca ve uydurma söylemler artık kabul görmeyecekti ve tabii ki Braque, Mattisse, Kandinsky, Kirchner ve Macke gibi sanatçılar da” (Butler,2010:121)…

Modernizme karşı “yüce Alman sanatı” getirilecekti. Bu durum klasisizmin olabilecek en ucuz ve bayağı şekilde canlandırılmasını da içermekteydi. Temalar işçi, çiftçi, asker olabilecekti ve konular duyguları değil, yiğitliği, Alman tabiatı, işçi ve köylülerin güncel yaşamlarını tasvir edebilecekti.

“Faşizm” terimi faşist hareketlerin ortaya çıktığı ülkelerin yerel politik ve kültürel geleneklerinden şekillenmiştir. Bu hareket İtalya, Almanya ve İspanya’da iktidara gelmiştir. İngiltere, Fransa, Amerika, Japonya ve Güney Amerika ülkelerinde de ideoloji olarak var olmuştur. Bu ideolojinin ortak noktası milliyetçilik ve sosyalizmi birleştirmektir. İtalya’da Mussolini yönetiminde propaganda ve sansür yaygın olarak görülmüştür. Ancak Almanya ile karşılaştırıldığında İtalyan hükümeti kültür sanat politikalarında tekdüzeliği daha az empoze etmiştir. Nazi liderleri 1937 yılında modern sanatı tümden reddetmiş ve avangard sanatçıları dışlayıp baskı altına almışlardır.

Hitler, iktidarına modern sanat anlayışına karşı gelmiş ve tasviyeler başlamıştır. Modern sanat entellektüelleri Nazi partisi tarafından hedef gösterilmiştir.

Paris, 14 Haziran 1940’ta Alman birlikleri tarafından işgal edildiğinde, Paris’in düşmesi ciddi bir durumdu çünkü kentin sanat hazineleri kurtarılmış olsa bile, Batı kültürünün simgesel yıkımını temsil ediyordu. Paris’i özel kılan özgürlüktü.

Bu yeni merkez oluşumu için atılması gereken temeller vardı. Önemli olan zihinsel alışkanlıkların değiştirilmesi, Paris ideolojisinden farklı bir ideolojinin inşa edilmesiydi.

1940’ta Avrupa’da kültürel ve siyasal bunalım baş gösterince, Avrupa’nın rolünün Birleşik Devletlere geçeceği büyük çapta gözlemlendi.  Faşizmin reddettiği modernizm, Birleşik Devletlerde daha önce pek kabul görmemesine rağmen bu kez kendini ulusal bilince kabul ettirdi.

Paris, Almanya tarafında işgal edilirken Amerikan hükümeti “Amerikan Sanatı Satın Alın Haftası” (Buy American Art Week) düzenlendi. Bu program ile Amerikan sanatçılarının eserleri için kitlesel bir piyasa yaratıldı. Kamuoyundaki sanat tartışmaları hız kazandı ve dolayısıyla Avrupa’dan gelen sanatçıların görüşlerinin popülerleşmesine katkıda bulunuldu.

Faşist gericiliğe karşı açılan mücadelede Amerika sanatın savunuculuğu görevini üstlendi. Siyasal açıdan 1941-1943 yıllarında Birleşik Devletlerde Roosevelt’in ülkeyi dünya meselelerine dahil ettiği ve geleneksel tecrit politikalarını yenmiş olduğu bir dönemdir. Bu dönemde milliyetçilik ve enternasyonalizm etkili oldu.

Savaş bittiğinde ABD’nin barışı koruma rolüne ilişkin destek güçlüydü. 19.yy Fransa ve İngiltere’nin güçlü yüzyılı olmuştu, gelen yüzyıl da Amerikan yüzyılı olabilirdi.

Amerika’nın yeni dünya düzeni için çok önemli bir rol oynayacağı görülmüştü, sanat da bunun dışında kalamazdı.

Savaşın sebep olduğu göç akımlarının Amerika üzerinde olumlu ve derin bir etki yaratacağı düşünüldü, çünkü Amerika, harap olan Avrupa kültürünün kendi topraklarında yeşermesini sağlayacaktı.

New York, Paris’in yerine geçebilecek tek kozmopolit mekandı. “Peggy Guggenheim 1942’de Art Of This Century adlı tuhaf müze-galerisini açarak Amerikan sanatının “dışardakileriyle” işin içine dahil olmuştu. Bu galerinin tarihi ve çağdaş Amerikan sanatının gelişimindeki önemi burada yeniden anlatılmaya gerek duyulmayacak kadar iyi bilinmektedir” (Guilbaut, 2009:86).

Avrupa’da yaşayan sanat koleksiyoncularının, sanatçıların ve oradaki Amerikalıların Birleşik Devletlere dönmesiyle sanat potansiyeli yüksek bir kitle oluşmuştur. 1941-1943 yılları artık Paris ile bağı olmayan bağımsız bir New York sanatının başladığı yıllardı.

Amerika’da sanatın yeni anlamı, “değişik” bir imaj oluşturmak, Amerika’yı temsil edebilecek nitelikte farklı bir sanat oluşturmak demekti.

Jackson Pollock

Pollock ilk sergisinden itibaren Batı dünyası kültürü için verdiği mücadeleden dolayı bir simge haline gelmişti. Pollock’un eserleri, güçlü, serüvenci, dünyaya açık özellikler taşıdığından aydın liberallerin oluşturdukları imgeye uyuyordu.

1944’ten itibaren Avrupa sanat piyasasının kurulduğu, Paris sanatının artık ithal edilmediği, sanat grupları arasındaki mücadelenin git gide arttığı bir dönemde, sanatçılar için altın çağı başlamak üzereydi.

  1. Dünya Savaşı nedeniyle Avrupa’dan kaçan pek çok sanatçı Newyork’ta eserleriyle Amerikan sanatçılarını büyük çapta etkilemişlerdir.

“Bu yabancı sanatçılardan Fransız Marcel Duchamp ve Fernand Leger, Alman Hans Hoffmann ve Hollandalı Piet Mondrian gibi isimler, özellikle ABD’de büyük yankı uyandırmışlar ve New York, Batı Avrupa’dan taşınan eserlerle zenginleşmiş müzeleri ve uluslararası tanınmaya başlayan sanatçılarıyla dünyanın yeni sanat merkezi olmaya hazırlanmıştır” (Turani, 2013:704).

O zamana kadar Avrupa’da benzeri görülmemiş ve Avrupa’daki soyut ekspresyonizmden farklı olan Jackson Pollock “action painting” adlı verilen boya sıçratma/akıtma stilini yaratmıştır.

“Greenberg, Pollock’un yapıtında özellikle Amerikan bulduğu nitelikleri vurgular. Greenberg’e göre Pollock, Amerika sanatının kusursuz temsilcisi idi.  Vahşilik,çiğlik, erkeksilik öyle belirsiz zamanlarda bunlar önemli öğelerdi. Paris’in cazibesinden daha etkileyiciydi. Batı dünyasının ihtiyaç duyduğu şey güçlü ve gayretli bir sanattı” (Guilbaut,2009:225).

Amerikan soyut ekspresyonizmi 1945’ten biraz önce ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda 1948 yılı soyut ekspresyonizmin büyük atak yaptığı tarihtir. ABD’deki soyut ekspresyonizmi temsil eden sanatçılar; Mark Rothko (1903-1970), Jackson Pollock (1912-1956), Willem De Kooning (1904-1997), Sam Francis (1923-1994), Clyfford Still (1904-1980), Arshile Gorky (1904-1948), Marc Tobey (1890-1976), Robert Motherwell (1915-1991), idi.

Bu sanatçıların yaratmak istedikleri yeni Amerikan soyut ekspresyonist sanatı, yani “New York Okulu (New York School)” konusunda çok önemli adımlar atmışlardır. Bu davranışları geleneksel Avrupa Batı sanatına inanan birtakım ABD’lilerce olumsuz karşılanmıştır.

Robert Motherwell, “İspanya Cumhuriyeti’ne Ağıt No:108”, 1967

Amerikan soyut ekspresyonist sanatçıların çalışmalarında en çok dikkati çeken, onların modernist Avrupa sanatının dışında farkla bir yolda ilerlemek istemeleridir.

Kültür, sanat ve toplum arasındaki karşılıklı etkileşmenin hiçbir zaman II. Dünya Savaşı sonrasındaki yıllarda Amerika’da olduğu kadar yoğun olduğu görülmemişti. Soyut dışavurumculuk 1940’lı yıllarda New York’ta ortaya çıkan II. Dünya Savaşı’nın yarattığı trajedilerden doğan ve Soğuk Savaş döneminin başlarında olgunluğa erişen Amerika menşeli ilk sanat akımıdır.

“Soyut dışavurumculukta gözü pek zorunluluklar baskındır. Değişimli olarak cesur ve iddialı, dalgın ve sorgulayıcıdır. Etkisi büyük ölçüde boyutlarından gelir.  İzleyicide paralel bir evren hissi yaratarak içine çeken büyük tuvaller ‘taşınabilir duvar resimleri’ ezici ve göz kamaştırıcıdır” (Cumming,2006:413).

Clement Greenberg ve diğer birçok sanatçı, Sovyetlerin ve Nazi Almanya’sının o dönemde resmi sanat olan “kitsch” olgusunun etkileri üzerine eleştirilerde bulunmuşlardı. Bu yozlaştırıcı olgu karşısında sanatçılar, gerçek sanatı savunmak, politik sömürüye karşı soyut sanata yönelmek ve inanmak istemişlerdir. 1940’lı yıllarda başlayıp, 1950’lerde Batı sanatına egemen olan soyut ekspresyonizm Amerikan resim sanatında büyük çaplı bir harekettir. Bu hareket, ifade ve teknik unsurlar bakımından birbirinden farklı stiller içermektedir. Ancak bu farklılıklara rağmen, eserler çeşitli temel özellikler barındırmaktadır. Soyut ekspresyonist eserlerin temelinde soyutluk vardır; görünür dünyadan oluşmayan formlar betimlenmektedir.

Sanatçılar, duygularını özgür, kişisel ve özgün bir biçimde ifade etmişlerdir. Ekspresyonist sanatçılar, resimlerinde teknik açıdan özgür bir anlayış sergilerken, ekspresyonist özelliklerini uyandırmak için (ör: duygu, dinamizm, öfke, şiddet, lirizm vb…) resmin değişik fiziksel karakterlerini de kullanmışlardır.

Bilinçaltının yaratıcı sanat gücünü ortaya çıkarmak için sürrealizmdeki otomatizme benzeyen şekilde doğaçlama yaklaşımla, önceden çalışılmamış ve sezgisel bir yol izlemişlerdir.

“Biçimin arandığı yer, artık nesneler dünyası değil tersine, insanın iç dünyası olur. << Yaratıcı tin (buna bir yol bulur ve yeni içsel bir atılıma neden olur >> Bu tinsel – ruhsal olana yönelme, çağın bilimsel yönelimine de uygun düşer, özellikle çağdaş psikolojinin. Sözgelişi, Kandinsky’e göre; Freud tarafından psiko-analizin bir bilim olarak kurulması, sanatın insanın iç dünyasına sokulması, onu içinden kavraması, bir anlamda onu ifade etmesi ve dışlaştırması demek olur. Bunun için << ifade >> (expression) kavramı 1900’lerin ilk on yıllarının en gözde kavramı olur” (Tunalı, 2008:130).

Soyut dışavurumcu sanatçılar hem dışavurumculuğun duygusal bağlarından hem de gerçeküstücülerden etkilenerek, bilinçdışı istek ve anılarını bir kısıtlama olmadan akışına bırakıp, otomatizmi esas almışlardır.

Mark Rothko

Renk alanı ressamlarının çalışmalarında dinginlik ve durağanlık dikkati çeker.  Yöntemleri nasıl olursa olsun soyut ekspresyonist sanatçıların hepsi Carl Jung’un (1873-1961) din, analiz, hafıza ve düşler hakkındaki fikirlerine ilgi duymuşlardır. Hem aksiyon ressamları, hem de renk alanı ressamları eserlerinin konusuz olmadığına, buna karşılık ifadeyi yaratmak için resimlerdeki hareket ve rengin şart olduğuna inanmışlardır.

“Soyut ekspresyonistler, Carl Jung’un (1875-1961) psikoanalizle, Sigmund Freud’un (1856-1939) ise mit, bellek ve bilinçdışı akılla ilgili fikirlerinden ilham almak ve bunları resimlerinde kullanabilmek amacıyla sürrealizme yöneldiler. Sürrealist sanatçılar, II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ABD’ye gelmişlerdi ve çok sayıda galeri ile müze de kapılarını bu sanatçıların eserlerine açmıştı. Amerikalı sanatçılar, toplumsal ve teknik açıdan radikal bu yaklaşıma büyük önem vermiş, yanıtlar üreten ve fayda sağlayan bir formül gibi değerlendirmişlerdi” (Farthing,2012:453).

Soyut dışavurumculuk ve eylem resmi Amerika’daki sanatın gücünü etkilemiştir. I. Dünya Savaşı’nı takip eden onbeş – yirmi yıl içerisinde Amerika, Avrupa’dan gelen sanatçıların göçleriyle zenginleşmiştir. Bu sanatçılar arasında 1941’de Ernst, Masson gibi gerçeküstücü sanatçılar, New York’lu eylem sanatçılarını etkilemişlerdir.

“Hitler’in hışmından dolayı Almanya dışında yeniden yapılanmaya mecbur kalan modern sanat, gittiği her ülkede yalnızca sanatı evrimleştirmekle kalmadı, aynı zamanda karşılıklı etkileşimle kendi içinde de evrimleşti.  Bir taraftan Bauhaus ekolünün ABD’ye yerleşmesi, bir taraftan da modern sanatın ABD’de benimsenmesi ve izlenmesi, sanat tarihi açısından önemli sonuçlar doğurdu” (Eşen,2015:210).

Soyut dışavurumculuğun en önemli iki temel kuramcısı; Clement Greenberg ve Harrold Rosenberg, Alman dışavurumu ile oluşabilecek karışıklığı önlemek amacıyla farklı isimler kullanmışlardır. Soyut dışavurumculuk için Rosenberg, “aksiyon resmi”, Greenberg ise “resimsel soyutlama” ve “Amerikan stili resim” tanımlarını kullanmışlardır.

“Aksiyon resmi, gerçeküstücü otomatizm ile sıkı bağları olan bir soyut dışavurumculuk koludur.  Bazen “jest resmi” veya “jestle soyutlama” olarak da adlandırılır. Doğaçlama olan aksiyon resmi, kontrolsüz yaratıcılığı ve resmetme sürecinin kendisini vurgular” (Dickerson, 2018:283).

Renk alanı resmi ise, aksiyon resmi ile aynı duygusal yoğunluğu taşımaktadır. Aksiyon resimleri dinamizm, enerjiyi çağrıştırırken, renk alanı resimleri de psişik enerji ile etkilemektedir. Aksiyon alanı ve renk alanı ressamları, eserlerinde ifadeyi yaratmak için renk ve hareketin en önemli ögeler olduğuna inanmışlardır.

“Harold Rosenberg’in action painting diye adlandırdığı jestüel resimde resimle boğaz boğaza gelme arzusu, düşünümsel olmayan bir edim, tam bir bağlanma arzusu, bu ressamların kübizmden vazgeçerek onun temel hedefinin bir tablo imalatı olduğunu düşünerek aşmalarını onaylayan tutum vardı. Resimsel (painterly) tutum onlara giderek daha önemli ölçeklerde yüzeyler üzerinde oynayan, bu yüzeyi birleştiren, hiyerarşizmi bozan, daha sahici, daha dolaysız bir tavır olarak gelmekle kalmıyordu yalnızca. Dahası bu resim ressamı içine alıyor, onu emiyordu ve ressamın edimi böyle bir yutmanın motoru, hareketi oluyordu” (Bonfand,1994:116).

Soyut dışavurumculuk tanımlamasında “dışavurum”, Almanya’da 1905 ile 1925 yılları arasında etkili olmuştur.

Soyut dışavurumculuğun çıkış noktalarından birisi de ve en önemli kilit noktası; Kandinsky’nin eserlerinde temsil etmiş olduğu estetikti.

Soyut dışavurumculuk, ilk kez Kandinsky’nin eserleri için 1920’lı yıllarda gündeme gelmiştir ve soyut dışavurumcu eserler Almanya’da I. Dünya Savaşı’ndan önce “Der Blaue Reiter” sanatçıları tarafından meydana getirilmişti.

Amerika’da ise soyut dışavurumculuk terimi, Hofmann’ın 1946’da New York şehrinde Mortimer Brandt Galeri’deki kişisel sergisinde dile getirilmişti.

Soyut dışavurum gibi önemli bir sanat akımının köklerini, Alman Dışavurumculuğu [Wassily Kandinsky (1866-1944)], Fovizm [Henri Matisse (1869-1954)], Post-Empresyonizm [Vincent Van Gogh (1853-1890)], Gerçeküstücülük [Roberto Matta (1911-2002)], [Andre Masson (1896-1976)], [Max Ernst (1891-1976)] gibi sanat akımları ve sanatçıların eserlerinde görebilmemiz mümkündür. Soyut ekspresyonizmin öncüleri sürekli olarak birbirleriyle ilişkide bulunabilen sanatçılardı.

“Tümünün paylaştıkları ortak duygu, bir ölçüde maddeci bir toplum sisteminin sınırlamalara karşı tutkulu bir dirençten kaynaklanacak yeni sanatın doğması gerektiğiydi. Bu yeni sanat, salt Avrupalı olmamakla da kalmayacak; aynı zamanda üslupsuzluğu ve derin kişisel açıklamalarıyla Amerikalı olmayan nitelikler de gösterecekti” (Lynton,2015:229).

Birinci nesil soyut dışavurumcular, bu akımın temellerini oluşturan sanatçılardır.

Adolph Gottlieb, Philip Guston (1913-1980), William Baziotes (1912-1963), Barnett Newman (1905-1970), Willem de Kooning (1904-1997), Robert Motherwell (1915-1991), Franz Kline (1910-1962), Mark Tobey (1890-1976), Jackson Pollock (1912-1956), Hans Hofmann (1880-1960), Mark Rothko (1903-1970), Lee Krasner (1908-1984), Sam Francis (1923-1994), Arshile Gorky (1904-1948), Clyfford Still (1904-1980)

Harold Rosenberg, soyut dışavurumculuğu “artık tuvalde gördüğümüz bir resim değil, bir olaydır” ifadesiyle dile getirmiş ve bunun bir özgürlük olduğunu belirtmiştir.

KAYNAKÇA

  • Lynton, N., Modern Sanatın Öyküsü, Çev. Cevat Çapan, Sadi Öziş, Remzi Kitabevi, İst, 2015
  • Dickerson, M., Sanat Tarihi, Çev. Orhan Düz, Say Yayınevi, İst, 2013
  • Bonfand, A., Soyut Sanat, Çev. Işık Ergüden, Dost Kitabevi, Ankara, 1994
  • Turani, A., Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitabevi, İst, 2013
  • Cumming, R., Sanat, Çev. Ayşe Işın Önol, Aslı Çetinkaya, İnkılap Yayınevi, İst, 2006
  • Eşen, C.A., Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşı Devrimler, Kaynak Yayınevi, İst, 2015
  • Butler, C., Modernizm, Çev. Nursu Örge, Dost Yayınevi, Ankara, 2013
  • Hopkins, D., Modern Sanattan Sonra, Çev. Firdevs Candil Erdoğan, Hayalperest Yayınevi, İst, 2018
  • Tünay, M., Siyasal Tarih, İmge Yayınevi, Ankara, 1995

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl