Bir Okuma Girişimi/İnsan Kuruluşunun Bir Veçhesi Olarak Roman

1-

Tournier, Pasifik Arafı’nda Defoe’nun Crusoe’sini eksen alarak insan varlığının temel meselelerine yeniden bakma ve başka yorumlar getirme imkânlarını araştırır. Bilindiği üzere Defoe’nun Crusoe’si, yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazinin ve onun önerdiği birey olma biçiminin eğilim ve yönelimlerinin sanat tarafından bitmeyen keşfedilmesinin ilk basamak noktalarından birini oluşturur. Böyle bakılırsa, Defoe’nun Crusoe’si, bir bakıma, serpilecek ve gelişerek dünyaya egemen hale gelecek beyaz kapitalist erkek bireyin bir araştırılması olarak okunabilir. Nitekim metin, romanın başlangıç ayaklarından ikincisidir. İlkini, Don Quijote’yi saymazsak ki bambaşka bağlamlara yerleşen metinlerden söz ediyoruz ve 17. ve 18. yüzyılın başlarında, aralarında bir yüzyıl, hem de hareketli ve değişimlerle dolu bir yüzyıl bulunması romanın kuruluşu sürecini bu bakımdan da dikkate değer kılıyor; Defoe’nun Crusoe’si, roman sanatının ikinci yeniden başlangıcı sayılsa yeridir. Dolayısıyla denebilir ki roman, Cervantes’ten sonra Defoe tarafından yeniden keşfedilmiştir.

Yeni form, tıpkı yeni insan-burjuva gibi eski formun eleştirisi olarak boy gösterir ve sonra giderek ayaklarını basacak zemini inşa eder ve Defoe’nun Crusoe’si, düpedüz çağdaşımız burjuva bireyin kelimenin kesin anlamıyla öncülü olarak romanda ayağa kalkar.

Elbette bu metin kendine has yönleri ve söylediği ve işaret ettiği meseleleri bakımından ve nihayet, bir anlatı olarak içine doğduğu toplumun yapısı ve toplumu oluşturan tek tek bireylerin ilişkileri ve olası iç yaşantıları açısından dikkatle üzerinde durulmaya değer veriler barındırır.

Tournier’nin Pasifik Arafı, öncülünden kabaca üç yüzyıl sonra yazılır. Metin, ilk Robinson Crusoe hikâyesiyle aynı konuya sahiptir; kazazedemiz Crusoe, ilkinden çok başka koşullarda değildir. Düştüğü adada yalıtık bir yirmi sekiz yıl geçirmek zorunda kalır. Onun da gemisini yağmalamaktan doğan bir yaşamını destekleyici alet edevat takımı vardır. Adasının tartışılmaz efendisi olacaktır ve o da öndeşi gibi bir köle edinecektir.

Fakat iki roman arasında, düpedüz aynı konuyu, benzer temaları ele almasına rağmen çok büyük başkalıklar vardır. Crusoe, 1700’lü yıllarda dünyaya atılmaya hazırlanan burjuva bireyinin tipik bir örneğini ele alırken, bu birey tipinin gelecekte yeryüzünde muteber ve kalıcı olacağını, yeni bir insan olma biçimine tekabül ettiğini, tutumlu, çalışkan, köle sahibi, mal ve mülk biriktirmeye hevesli, Hıristiyan değerlerle yaşayan tipik bir egemen-efendi karakterinin mümkün tek insan olma biçimini temsil ettiğinden emin gibidir. Yükselen bir sınıfın dinsel ve soya dayalı ayrıcalıklarının yerine, kişisel servet biriktirme “ahlakı’, doğa elemanlarının nesneleştirilerek alınıp satılmanın konusu haline getirilmesi, insanların deri rengine göre (aslında güç ve güçsüzlüğüne göre de denebilir, çünkü nihayet karaderililerin uğradığı köle ticareti de, Kızılderililerinve Aborijinlerin uğradığı toptan yok edilme de teknik üstünlük üzerinden kurulan güç ilişkisi etrafında dolayımlanarak anlaşılır) alım satım ve işgören olarak ele geçirme ve nesneleştirerek ele geçirme ve yeniden düzenleme, zamanın yeni bir biçimde yönetilmesi, pazarların paranın doğal servetlerin yeni bir konumlamayla insan çıkarlarının lehine şeyleştirilmesi ve bütün içerik ve özlerinden arındırılarak saf kâr arzusunun erkine sunulması gibi değerlerle donanmış yeni bir insan olma tarzının gelerek yükseldiğini görürüz.

Bu bakımdan Defoe’nun Crusoe’si, bu yeni yükselen bireyin kristalize olmuş biçimi sayılsa yeridir. Tournierr’nin Pasifik Arafı ise, bize başka bir insan olma tarzı öneriyor gibidir. Crusoe’nin uğradığı kayma ve sapmalar, kendini adasını ve Cuma’yı algılamasında zaman içinde yaşadığı değişim, klasik burjuva bireyinin eleştirisi olduğu kadar başka bir insan olma tarzına ilişkin araştırmalardır da.

2-

Belki de hikâyesi en iyi bilinen romanların başında gelir Robinson Crusoe. Bir kazazede olarak bir adaya sığınmış, uzun yıllar boyunca buradan kurtulma fırsatı bulamayarak doğanın kör kuvvetlerine karşı, gemisinin enkazından edindiği medeniyet nesneleriyle mücadele etmiş ve hayatta kalmayı başarmıştır. Tournier’nin Pasifik Arafı da benzer bir hat üzerinde ilerleyecektir.

Uygar dünya, doğa kuvvetleriyle arasına teknolojik-mekanik gereçler koyarak yürütülebilir niteliktedir. İnsan, uygarlaşarak artık bir doğa varlığı olmaktan çıkalı uzun zaman olmuştur ve kör doğa kuvvetleri onun için yönetilemiyorsa uzak durulması gereken etkiler barındırır. Doğal olarak bunun için bina inşası, limanlar, köprü ve barajlar, yollar ve zirai tarım ve akış kuvvetlerinden yararlanabileceği hava ve su değirmenleri icat etmesi gerekmiştir. Makinelerle uygulanan karşı kuvvetler, doğa elemanlarının insan yararına ehlileştirilmesi, bir bakıma insana uygunlaştırılması ve nihai tahlilde insanlaştırılmasını içerir biçimde sürekli düzenlenir. Böylece insan türü ikinci bir doğa içinde yaşama normali üretir ve doğayla çıplak bir karşılaşma yaşamaktan kendi yararına kaçınır; nihayetinde doğa elemanlarının sonsuz kuvvetlerinin uygulanması karşısında, bedeniyle bir karşılaşma yaşamaktan canlı çıkamayacağı aşikârdır.

Bay Crusoe, kendisini koruyan ve doğaya karşı donatan çok özel şartlarda, bir adada kazazede durumunda, bir adanın yalıtılmış, dolayısıyla insan elinin uzanamayacağı bir mesafede mahsur kalmıştır. Bu, yeni bir sınama, yeni bir başlangıç içeren özel bir konumda bırakır Bay Crusoe’yi. İlk elden tahmin edileceği gibi kurtarılma, adada ikamet etmeme üzerine epey zaman yitirir. Burada yerleşme düşüncesi, durumunu kabul etmeyi ve dikkatini açık denizlerden hayatını sürdürmeye ve adayı yaşama alanı olarak düzenlemeye vermesini gerektirir ki Crusoe bundan tamamen uzaktır ilk zamanlar. Nihayet gemi enkazını yağmalamaya ve işine yarar yaramaz bütün mal ve malzemeleri gemiden alarak ada karaya taşıma aşamasına gelir. Ancak yine önceliği, edindiği araç gereci kullanarak bir kaçış sandalı inşa etmektir. Kaçış adını verdiği sandalın yapımı sürerken yoğun bir tropikal yağmura yakalanır.

Adaya ilk çıkışında yoluna çıkan bir yaban keçisini eline geçirdiği bir odunla öldürerek ada yaşantısına dâhil olan Crusoe, bu kez kendini aşan bir doğa kuvvetiyle karşılaşmıştır; sonsuz akıcılığı ve uzlaşma bilmezliği ve öldürülemezliğiyle yağmur. Yoğun ve kesilmez yağmurdan korunmanın pek bir yolu yoktur; bundansa, onun sonsuz akışına kendi küçük katkısını sunmak istercesine işer Crusoe. Bu parçayı alıntılamak bir zemin kazandıracak.

Robinson, ilk önce bu beklenmedik aksiliği görmezden gelmek istedi, ancak kısa süre sonra, ağırlıkları hareketlerini engellediği için, sırılsıklam olmuş giysilerini çıkarmak zorunda kaldı… Bir an, küçük, çamurlu su akıntılarıyla birlikte eriyip giden kurumuş toprak ve kirle kaplı vücudundan ılık suyun akışını seyretmek için durakladı… Sonra etrafını sellere boğan sağanağa kendisinin de alçakgönüllü bir katkıda bulunmasının eğlenceli olacağını düşündü: İşedi. Birden kendisini tatildeymiş gibi hissetmeye başladı. Damlalar gözlerini körleştirmiş ve sert, yağmur yüklü rüzgârla kırbaçlanmış bir halde ağaçların dallardan kubbesine sığınmak için koşarken bir neşe krizine kapılıp dans eder gibi hareketler yaptı.” Sayfa 25

Doğa karşısında bulunmanın elemanları: adadan kaçmak için sandal inşasıyla iştigal eden Crusoe’nin giysileri; sandal yapımında kullandığı araç gereç ve sandal fikri ve sandalın başarılabilmiş gövdesi. Crusoe giysilerinden kurtularak ilk elden basit doğa elemanlarından birisi olmaya doğru bir adım atıyor denebilir ve ek olarak terk edilen sandal ve imalat gereçleri. Yine başka bir doğa elemanı olarak ağaçların yapraklarından oluşan kubbenin altına sığınma etkinliği; bir bakıma doğanın belli bir tipte etki eden elemanlarına, rüzgâr ve sağanağa karşı doğanın diğer bir elemanının yarattığı korunma alanına iltica ve nihayet doğanın bir parçası olmaya bir adım kala bedenin işemesi. Akışa akışla katılma diyebiliriz, belki. Ve fakat dahası var; Crusoe, nedense bütün o asık suratlı hesaplamalarından ve inşa çalışmasından kendiliğinden (doğa tarafından) azat edilmiştir ve bedeni bunu dans ederek kutlar.

Fakat yüce doğa karşısındaki tutumlarımızın bir temeli olsa gerektir. İşin aslı, tam da böyledir. Doğa kuvvetlerinin karşısına çıkarmak için örgütlemek zorunda kaldığımız bütün insan kuvvetlerinin bir amaca bağlı etkinliğe tekabül ettiği açıktır; öylece giyinmeyi tercih etmedik. Giysi, bir kabuktur. Giyinmek, muhtemelen yeryüzünün soğuk/buzul dönem sıcak dönem fazları esnasında soğuktan korunmak amacıyla hayvan postlarının kullanımıyla ortaya çıkmış bir korunma etkinliğidir. Sosyal bir gereklilik olarak giyimli olmaya ne zaman ve hangi koşullar itibariyle dönüştüğü bu eylemin, açık değil. Temelinde utanma değil korunma saikleri bulunan giyinmeden uzaklaşınca, Crusoe, giyinme eylemini dayatan koşullarla tekrar yüz yüze gelmekten kurtulamaz. Doğa güçleri karşısında bedeni çıplak halde bir tür ava dönüşmüştür. “… dayanıksız beyaz eti, ilkel doğa güçlerine karşı savunmasızdı.” Sayfa 26. Rüzgâr, kaktüslerin sivri uçları, taşlar, hatta ışık bile savunmasız avı deler, ona saldırır ve yaralar.

Demek ki kültürümüze içkin bulunan giyinmemiz, sosyal ilişkiler kurarak bir arada bulunmakla başarabileceğimiz eylemlerin bütünü, tamamen doğa karşısındaki güçsüz konumumuzu sağlamlaştırmak ve yaşamamızın sürekliliğini (konfor sonradan gelir) garanti altına almak içindir ve Crusoe, bir bakıma ilk insanın koşullarına döner; ve fakat zihni elbette uygarlık verimleriyle kurulu haldedir.

Burada şu sorulabilir: Bay Crusoe elinden alınan, açıkçası sadece zihninde taşıdığı uygarlık elemanlarını yaşamına eksen edinebilecek midir? Yoksa büyük ve güçlü doğa, onu bu korunma kalkanlarından soyarak kendine, öldürerek yeniden katabilecek midir? Bu, doğal olarak doğa açısından ahlaki bir temel barındırmayan bir öyleceliktir. Devam edelim.

3-

Bay Cruseo, Kaçış isimli teknesini, hesap hatası yüzünden epey hantal ve suya indirilemez, böylece işe yaramaz biçimde yapmıştır. Birkaç denemeden sonra bununla, Kaçış’ı kullanarak kaçma fikriyle ilişkisini kesince, adanın bir yamacını kaplayan çürümüş bataklığın ılık yozluğuna sığınacaktır.

Giysileriyle vedalaşalı uzun süre olmuştur; çamur ve dışkıdan yeni bir kabuk edinmiş sayılabilir. Takdir edilir ki giysi-kabuktan daha “doğal” bir kabuktur bu. Yaşadığı gerileme bununla da sınırlı değildir. Muhtemelen uzun süredir seçerek ve planlı biçimde beslenmeyi ihmal ettiği için güçsüzlük içindedir ve karnının üstünde sürünerek ilerlemeye başlamış, dışkısından sakınmama aşamasına gelmiştir. Önüne rastgele çıkan şeylerle, mümkün en zahmetsiz biçimde beslenir. Bu kısa aralar sayılmazsa, Bay Crusoe için yaşam artık bataklıkta mümkün görünmektedir.

Orada kendi vücudunu kaybediyor ve balçığın nemli ve sıcak sarmalayışı içinde tüm ağırlığından kurtuluyordu.” Sayfa 32

Kazazedemiz, uygarlıktan kesin biçimde koparılarak ıssız bir adaya atılmış durumdadır ve buradan kurtulmak için yine uygarlığın gereçlerine, iyi kötü sandal inşa etme bilgisine, gemiden kurtarılmış araç gerece dayanarak, yine bir uygarlık alanına kavuşma hayaliyle zihni bir temel bulmuş durumdadır. Fakat ada kuvvetleriyle birleşen sonsuz denizin bitimsiz kuvveti, bir kaçışı mümkün kılmamış, onu uygarlık alanının dışına, basit doğa süreçlerinin içine çekmiştir. Deniz aşılamayacak görünür ve ada onun için bir yaşama zemini olmaktan ziyade, bu aşama için gereksiz sayılabilecek fazlalıklarını törpülemekle meşgul gibidir; elbette bununla zerre ilgilenmeyerek ve saltık kendiliğini yaşamayı sürdürerek yapar bunu; yani, hiçbir şey yapmaz. Bir zemindir ve bazı yaşam formları için mümbit ve uygundur, bu kadar.

Bay Crusoe’nin öğrenilmiş uygar yaşantı ve tepkileri, bu zeminde işlemiyordur ve kendisine eksen olarak alabileceği herhangi bir kültür-uygarlık varlığı bulunmaksızın kendisini hayvanlarla aynı seviyede, bataklığı kullanmayı adet haline getirmiş yaban domuzlarıyla benzer bir yaşantının içinde bulması zor olmamıştır. Fakat zihni faaliyetleri tamamen akamete uğramamıştır. Bir gün suyun içinde tere otlamaktayken uzaklardan bir müzik sesi duyar ve kıyıya koşar doğal olarak. Bir İspanyol kadırgası görünmüştür kıyı boyunca ve Bay Crusoe ona yetişebilmek için epey çaba harcar; fakat İspanyol kadırgası, sadece Bay Crusoe’nin zihninin bir oyunu olsa gerektir. Yine de bu, ona yeni bir aşamaya geçmesi gerektiği yönünde bir işaret olarak işlev görecektir. Yeni bir yaşama başlamak için gereken kuvveti kendinde bulur artık.

Bataklığın sonsuz yozluğu ve çürümüşlüğüne, sızan zehirli gazların uyutucu ve uyuşturucu etkisine, bedenini hissetmemenin o ilksel rahatlığına sığınmanın, yürümek için bile artık ayağa kalkmamanın, hayvani bir yaşam formuna dönüşmesinin önündeki tek engel, bedeniyle değil ama zihniyle bir baraj kuran ve onu geri çağıran “uygar” tarafıdır. Ücra bir adanın bataklıklarında sonsuz kendiliğine gömülerek yok olmaktansa, adaya yerleşmek ve yaşamı hakkında bir mücadeleye girişmek gereği, kültürel bir kuruluşun çaldığı alarmla mümkün olmuş gibi görünüyor. Fakat şu yönünü ihmal etmemek gerektiğini öne süreceğim: Bir bedensel form olarak varlığımız ve bir de zihinsel bir form olarak bundan başka ve bağımsız bir ruhsallığımız-içselliğimiz bulunmadığı, bedenimizin bir içselliği bulunduğu bilgisinden hareketle, işin aslı, orada direnen kültürel-uygarlıkla kurulmuş zihinden ziyade, bir hayvan için mümkün olan hayvan yaşantısının, artık bir hayvan olarak yaşaması mümkün olmayan, bedensel varlığın da tehdit altına girmesi aşamasına gelinmesine bedenimizin içselliğinin; esasen yine bedensel olanın verdiği tepki olarak değerlendirmek daha makul görünüyor. Bataklığa ve hayvan varlığa dönüşüme itiraz eden içsellik, bunun artık gerçekten sürdürülebilir olmadığını sezen-bilen bedenden başkası değildir; içsel beden olarak tasarım yapabilen zihin, müzikli İspanyol kadırgasını ada sularına çağırmış ve Bay Crusoe’yi bataklıktan çıkararak okyanus sularında yüzmeye mecbur bırakmış, bu yoldan kazazedemizi iki ayağı üzerine tekrar dikilmeye teşvik etmiştir de denebilir.

4-

Böylece ada, artık ikamet için mümkün ve kaçınılmaz bir alan olarak açılır Robinson Crusoe’nin önünde. Kaçış imkânları bütünüyle değilse bile esasen kapmıştır, ada yaşantısının rutini içinde boğularak yok olmak reddedilmiş ve ada artık yeni bir gözle, uygar insanın gözüyle yeniden ele alınmıştır; ortaya çıkmıştır da denebilir. Bu dönem için, adanın ilk olarak Bay Crusoe üzerinde uyguladığı doğa şiddetinin, doğal şiddetin, aslında düpedüz yansız doğa eylemlerinin karşısına adayı kurucu ve dönüştürücü eylemlerle dikilme zamanı gelmiştir. Ada, insana uygun ve uygar insan bakış açısıyla ele alınmalıdır; bu, açıkçası adanın dayanılacak kaynaklarının sayım dökümü, asgari yaşam koşullarının sürekliliğinin sağlanması ve mümkünse konfor alanlarının açılması ve inşa edilmesi biçiminde gerçekleşecektir; uygar insanın “tabiatı” gereği. Bu yoldan, Bay Crusoe bir sayım döküm işlemine girişerek yenebilir bitkilerin, su ve hayvan kaynaklarının, doğal barınma alanlarının bir listesini çıkarır. Uygar dünyanın desteği de arkasındadır elbette; gemi enkazından işe yarar yaramaz bulabildiği her şeyi adaya istifleyerek tıpkı uygarlık ortamındaki gibi bir yeni düzen kurar kendisine. Her şeyin kullanılabilir olması gerekmemektedir bu düzende. Bazı şeyler, sırf var oldukları için el konularak istiflenmelidir. Gemi yükü olan 40 ton barut bu bakımdan pratik hiçbir amaca hizmet etmez görünse de, özenle taşınarak bir mağarada istiflenir.

Yazının bulunuşunu esasen muhasebecilere borçluyuz. Tapınaklara getirilen ve muhtemelen vergi görevini de gören ürün kayıtlarının tutulması bir gereklilik olduğunda, kayıt altına alınmış ilkel bir muhasebe bir gereklilik olarak ortaya çıkar ve yazının temelini oluşturur bu kayıtlar. Dolayısıyla, tüketilebileceğinden fazla ürünün kaydıdır yazıya evrilecek kayıtların tutulması işleminin temeli ve kökeni. Bu bakımdan yazılı kayıt, bilinen uygarlığımızın artı-ürün aşamasına ve bunun hesabının verilebilirliğine(dolayısıyla bu hesabın sorulabilirliğine de) tekabül eder. Buradan bakınca, ada yaşantı ve üretiminin bir kaydı tutulacak gibidir. Fakat Tournier, Defoea’dan farklı olarak ada üretim bilançolarını, büyük küçük olay ve eylemleri kaydetmeyi tercih etmez. Bundansa, Don Quijote, Robinson Crusoe gibi öncü romanlarda hiçbir bakımdan bulunmayan bir işe kalkışır ve Bay Crusoe’nin iç yaşantısının bir muhasebesini tutmak için defter kaydını kullandırır kazazedemize.

Bu noktada iki ayrı kanaldan düşünebiliriz kanımca; ilkin, ilk roman örneklerinde henüz insanın kendine ait bir içselliği bulunduğu bilinse bile, bunun hakkında düşünmek ve yazmak, belki de insanı Hıristiyan cemaatinin, toplumunun bir örüntüsünün parçası, onun dışında ve onun değerlerinin işlemediği bir içselliğinin bulunduğu bilgisine apaçık ulaşılamadığı için, bundan bahsedilmez. Her iki öncü kitap da tamamıyla eylemlerle dopdoludur. Richardson’a kadar insan içselliğinin romansal temsiliyle karşılaşmak mümkün olmaz ve bu bile, birtakım mektuplar aracılığıyla yapılacaktır ilk aşamada. Dolayısıyla, Tournier için artık mümkün olan Bay Crusoe’nin hayatıyla ilgili tefekkürü, kayıt altına almaya değer bulunuyordur ve enkazdan kurtarılan defterler bu işe koşuludur. Mürekkep ise, denizden elde edilecektir; doğadan, bir balıktan. Dolayısıyla, uygarlığımızı sürdürmek için olduğu kadar kayıt altına almak için de doğaya yaslanmak zorundayızdır.

İkinci olarak şu söylenebilirdir; değerli olanın muhasebesi tutulur. Üretilmiş, bunun için emek zaman harcanmış olanın muhasebesiyle yazının başlaması bir vakıa ise, yine değerli olanın, üretilmiş ve emek-zaman harcanmış olanın, değerli olanın kayıt altına alınmasıyla sürdürülmesi de bir vakıadır. Bu bakımdan düşünülürse, iç dünya olarak insan içselliği, hissettikleri, duyuşları, tasarım ve çıkarımları, kendisi ve yaşam hakkındaki bilgileri ve bütün bunlar üzerine bütünleyici tefekkürü, artık değerlidir, kayıt altına alınmaya layıktır ve bu, bunları gelecekte de izleyebilmemiz için gereklidir. Gelecekte de izlemek isteriz; çünkü esasen sadece sahip olmaktan ziyade, sahip olmanın hazzı, yani biriktirilmiş olanın, maddi zeminde düşünürsek zenginliğin izlenmesinin ve bilincine varılmasının hazzı, konumuz bağlamında içselliğin kendine has kurulumuyla yepyeni bir zenginlik olarak ele geçirilmesi, elde edilmesi, biriktirilmesi ve izlenmesi ve sahipliğinin yürütülmesi, bu bakımdan bir haz modeli olarak biriktirilmiş içselliğin elimizden alınamaz karakteri gereği el altındaki bir ülke gibi fetihler ve imarla yüceltilmesi, sahiplik ve zenginliğin bu özel biçiminin yaşantılanması; bu, bir bakıma bize yeni ve özgül bir güvenlik alanı da açıyordur. İçselliğin bütünlüğünün yitimi olarak deliliğin bu denli korkulan karakterini, eldeki ülkenin denetiminin yitirilmesi ve kendi içselliğinizden sürülmek olarak da okumak mümkündür belki. Peki, neden önemlidir içsellik ve bunun elde tutulması? Bir bakıma, sadece bir düşünme biçimi olarak ileri sürülecekse, bir içselliğe sahip olmak, pek de başkalarının ulaşamayacağı bir yaşama alanı edinmek ve oraya yerleşmekle ilintilendirilebilirdir. Bu bize, doğal bir güvenli alan ve oraya yerleşme imkânı da sunuyordur. Güvenli alanın elde tutulması, bu ister maddi dünyanın realitesini kapsasın ister içselliğimizin tapınılası krallığını, gerçekten önem arz eder karakterdedir. Yerine başka şeyin ikame edilemeyeceği tek şey, güvenli alandır ve bu, değerlerin içinde en değerlisidir. Bu yoldan, Bay Crusoe’nin, adanın korkunç şartları göz önünde bulundurulursa, sahip olduğu çakmaklı tüfeklerinin ya da beslediği keçilerin sayısının o kadar önemi olmasa gerektir; nihayetinde ada yaşantısı açısından, adanın verimliliği göz önünde bulundurulursa, ekim dikim işleri ve maddi güvenlik alanı yaratmak o kadar da müşkül görünmemektedir. Fakat Bay Crusoe iyice biliyordur ki yaşadıklarından sonra, içsel krallığın yitimi, bataklık mesafesindedir. Yatay yaşamaya geçiş, otlamaya gerileyiş, dışkısından bile sakınmayacak derekeye gerilemek (ki aslında hayvanlardan bile geride bir seviyeye işaret edecektir bu, çünkü hayvanlar, dışkılarıyla temas etmez, kurtulmaya bakarlar ondan) hemen iki adım ötededir. Dolayısıyla biriktirilmeye değer olan, kurtarılmayı ve saklanmayı bekleyen en değerli varlık, Bay Crusoe açısından, içsel yaşantısıdır.

5-

Bu yeni dönüşümün etkisi altında alınan kararların ışığıyla ada yeniden ele alınabilecek biçimde aydınlanmış ve adı da, Bay Crusoe’nin ilk karşılaşmada taktığı isim olan Virane Adası’ndan Speranza’ya, Umut Adası’na evrilir. Adanın haritasını çizer; ortaya çıkan siluet kadınsı, bu bakımdan erotik bir haritadır. Görelim: “Zaten, yaklaşık olarak çizmiş olduğu haritasına baktığında ada, Robinson’a başsız bir dişi vücudunun profilini, bir kadının, evet, oturmuş boyun eğme ile korkuyu ya da sade bir kendini bırakışı ayırt etmenin olanaksız olduğu bir tavırla bacaklarını altına toplamış bir kadını tasvir ediyor gibi geldi.” Sayfa 38

Ada-kadın başsızdır. O bir düşünme öznesi değil, kendini bırakış ve sunuş öznesi, dolayısıyla aslında nesnesidir. Beyaz Bay Crusoe’nin dilediğince tasarrufta bulunacağı cinsten ve bir sunuluştur sadece.

Bay Crusoe, hemen uygarlık alanına yeniden adım atamaz. Görme eyleme duyma alanını kaplayanlar sadece yalın doğa elemanlarının çoğalma beslenme ve oyalanma eylemleridir. Bir insan için bunlarla yetinmek, bedeninin yansısını bulabileceği başka hiçbir şeye sahip olmamak, dolayısıyla bedeninin etkileriyle başka bedenlerin etkilerinin, insani karşılaşmaların ilişki ve çelişkilerinin, diriliği sağlayan bütün eylemlerin tamamından yoksun kalmak ve yolunda gitmeyen birkaç küçük şey, Bay Crusoe’nin tekrar bataklığın yolunu tutmasına yol açacaktır. Şöyle okunabilir. Bazı değerlendirmelerde bulunulmuş, ölüm ve yaşam sınırından geri dönülerek ada yeniden keşfedilmek üzere öne getirilmiş, adı değiştirilmiş, Bay Crusoe’nin yeniden uygarlığa heves etmesiyle maddi düzen kurulmuş, fakat bir insan açısından elzem olan başka insanların etki ve eylemlerine sahip olmak, bu yapılamayacağı için, hiçbir şeyle ikame edilememiştir. Bu yoldan, Bay Crusoe, dış dünyayı düzenlemek için gerekli maddi verilere sahiptir ve bu alanda başarı kazanılmış, yaşamın sürekliliği garanti altına alınmıştır ama iç dünyayı düzenlemek için gerekli olan öteki-insan yoktur. Bu bakımdan bu alan düzenlenemez olarak kalıyordur ve bataklık, içsel bozunumun dışımızdaki karşılığı, ılık ve çürümüş gövdesiyle Bay Crusoe’yu kendine çeker ve yeniden sarmalar.

Güçlerin mücadelesini izleyebiliyoruz burada. Adada yerleşik bulunan doğa kuvvetlerinin öyleceleğinin karşısında Bay Crusoe’da yerleşik uygarlık-insan kuvvetlerinin mücadelesi. Birebir bir karşılaşma içinde doğanın kendiliğinden aldırışsızlığı içinde uyguladığı kuvvetlerin acımasızlığı karşısında direnmeye çalışan Bay Crusoe için zayıf dayanak noktaları fazlaca etkili olamayacak ve Bay Crusoe bataklığın rahatlatıcı ılıklığına teslim olacaktır. Şu soru akla geliyor; doğa karşısında insan tekinin dayanakları nelerdir? Metinden takip edelim: “Artık biliyorum ki her insan, alışkanlıklar, uyaranlara karşı gösterilen tepkiler, cevaplar, düzenekler, saplantılar, düşler ve benzerlerinin sürekli temasıyla oluşmuş ve değişmeye devam eden sonuçları kapsayan, kırılgan ve karmaşık bir yapı iskeletini içinde-ve sanki üzerinde- taşır… Bir ressam ya da heykeltıraş, bir manzaranın içine ya da yapının yakınlarına kişiler yerleştirdiğinde, bunu süse olan eğiliminden dolayı yapmaz. Kişiler bir ölçü sağlar ve daha da önemlisi gözlemcinin gerçek bakış açısına, zorunlu gücüllükleri ekleyen olası bakış açılarını oluştururlar. Speranza’da tek bir bakış açısı var: Bütün gücüllüklerden arınmış benimki. Ve bu arınma bir günde oluşmadı. Başlangıçta, bilinçsiz bir özdevimle tepelerin doruklarında, şu kayaların arkasında ya da bu ağacın dalları arasında olası gözlemciler-parametreler- tasarlıyordum. Ada böylece onu ayırt ettiren, ona bir kavranılırlık kazandıran bir ekleme ya da genelleştirme ağıyla karelere ayrılmış oluyordu. Her normal insan, normal bir durumda böyle yapar. Bu işlevin-ve daha nicelerinin- farkına, ancak o bende içten içe yok oldukça varabildim. Bugün artık bu da tamamlandı. Adayı görüşüm, adanın kendisine indirgendi. Görmediğim her şey benim için mutlak bir bilinmeyen. Şu anda bulunmadığım her yerde derin bir gece hüküm sürüyor. Şu satırları yazarken bile bu satırların yeniden canlandırmak istedikleri deneyimin sadece eşi benzeri olmadığını değil, bunların aynı zamanda özlerinde, kullandığım sözcükleri dahi birbirlerinin karşıtı haline getirdiklerini görüyorum. Aslında dil, temel olarak insanların yaşadığı dünyaya ait bir şeydi ve bu dünyada, diğerleri, sanki birer fenermişçesine etraflarında-bütünüyle anlaşılmamış olsa da-en azından anlaşılabilir olan, ışıklı adacıklar oluştururlar. Fenerler benim görüş alanımdan kayboldular. Hayal gücümle beslenmiş olan ışıkları uzun süre bana ulaştı. Şimdi artık bitti, beni karanlıklar çevreliyor. Ve yalnızlığım, yalnızca nesnelerin anlaşılırlıklarına saldırmakla kalmıyor, onları, var olma temellerine kadar kemiriyor. Duyularımın tanıklığının doğruluğu konusunda gittikçe daha çok kuşkunun saldırısına uğruyorum. Artık biliyorum ki iki ayağımla üzerine bastığım yeryüzünün sallanmaması için, benim dışımda başkaları da üzerinde yürümeliydiler. Görsel yanılsama, serap, sanrı, uyanıkken görülen düş, düş kurma, sayıklama, işitme bozuklukları… Tüm bunlara karşı en emin siper, kardeşimiz, komşumuz, arkadaşımız ya da düşmanımızdır; ama birisidir, tanrım, birisi!” sayfa 44-45

İskelet yapı ve içselliğin düzenlenebilmesi için başkalarının bakış açılarının tamamlayıcılığı; ilk fikir budur. Yoksun kalınan şey, iskeletsiz kalmanın dokusunu ne oluşturuyor peki? Açıkça takip edebiliyoruz ki öteki olarak tümleyen, bizdeki etkileriyle bizi düzenleyen, hizamızı belirleyen, istikametimizi ve yordamımızı veren bir düzenektir. Ben’imiz, öteki’nin kurucu etkileri altında durmaksızın yenilenir ve şekillenir gibi görünüyor. Bu yapı, bizim iç-iskeletimizi oluşturan etkileriyle kaçınılmaz biçimde var oluşumuzu kurar ve dengeler diyebiliriz.

Burada soru şudur: Öteki ve eylemlerinin bizdeki sonuç yaratan etkilerini kabul ediyoruz fakat bu etkileri yaratacak öteki’nin kuruluşu öylece ve kendiliğinden midir? Öteki’ler nereden gelir? Nasıl oluşuyordur. Verili bir öteki mümkün müdür? Öylece doğa kuvvetlerinden bahseder gibi ötekilerden bahsedilebilir mi?

Öteki, bir kuruluş etkinliğinin sonucu olarak ortaya çıkacaktır; kaçınılmazdır bu. Dolayısıyla öteki, öylece verili bir toplum elemanı değil, kuruluşu içinde bir süreç olarak kavranacak bir toplum elemanıdır; yani basitçe, öteki de kuruluşunu bize, biz gibi başka öteki ben’lere dayandırmak durumundadır. Asla öylece veri olarak alınamaz. Bir yapı kavramından her bahsedildiğinde yapının öncesiz ve sonrasız doku ve elemanlarını tanıyarak iskeleti bulmak yetersiz olduğu kadar yanlış bir tutumun karşılığıdır. Her yapı inşa edilmelidir. Bu bizi dolaysız emek etkinliğinin alanına taşımalıdır. Emek etkinliği bize kaçınılmazca maddi zeminde bulunmayı dayatır; iş bilgisi, organizasyon, malzemelerin işlenmesi ve taşınması, malzemeler üzerinde yetkin denetim için işbölümü; bunu mümkün kılan sayısız eylem ve etkinlik ve bunların bilgisi vardır ve bu bilgilerin işleyebileceği bir zemin; toplum zemini. Eğer doğada bir iskelet yapı buluyor ve bunun üzerinden düşünüyorsak, doğa elemanlarının kendi etkileşim mantığı içinde onları öylece ele almak mümkündür; ta ki ele almak için gereken zihni faaliyetler aşamasına gelene kadar. Fakat insan kuruluşu açısından bir öylecelik tasavvur edilemez. Kitaptan izleyerek geldiğimiz ve izleyegideceğimiz bütün süreçlerde ben ve öteki, bir kuruluş etkinliğinin konusu olurlar. Yapı kavramını önceleyen kavram, kuruluş-inşa kavramıdır.

İnsanı bir toplumsal bağlama yerleştirmeksizin anlayamıyoruz; nitekim bu bağlam insanı mümkün kılıyor. Bay Crusoe’nin kendini insansız bir bataklıkta bulmasından da anlıyoruz bu kısmını. Bataklık olarak doğanın sarıcı ve yozlaştırıp dağıtıcı-yok edici güçleri karşısında insan kuvvetlerinin harekete geçmesinin tek koşulu saltık öteki değil, öteki’ni mümkün kılan ilişkiler bağlamıdır ki bu temelde doğa ve insan ilişkilerinin bütün kuvvetlerinin dolayımlanarak iç içe geçtiği bir toplumsallığı mümkün kılar ve bir öteki, ancak ben bağlamı çerçevesinde toplumsal bağlam yönünden yükselebilir. Sıralanan kavramların hiçbirisini doğada öylece bulamıyoruz. Buradaki yapıyı-iskeleti oluşturan temel durumların bütünü için toplumsal ilişkilerin işletilmesi gerekir; dolayısıyla ne sürekli tekrarlarla mümkün olan alışkanlıklar, ne anlamlı uyaranlara verilen tepkiler (uyaran olarak toplumsal öteki’nin uyaranlarının bahse konu edildiği açıktır; doğa da istemediğimiz kadar uyaranla doludur, tartışılan bu sayılmasa gerek), ancak anlam örüntülerimizin içinde üretilebilecek cevaplar, anlam ya da duygu ya da maddi düzenekler, saplantı ve sabitlerimizin işleyebileceği bir süreklilik-doku-yapı olarak toplum, bilinç ötemizin etkinliği ve yine bunun kurulması için, düşlerin ve rüyaların kurulması için, sanrıların vücut bulacağı ve ruhsal atakların işleyebileceği bir toplumsal-zihinsel zemine ihtiyaç duyulur.

Öteki, etkileri açısından talep ediliyorken, onda yüklü bulunan toplumsal ilişkiler ve işletim süreçleri isteniyordur. Ancak ilk elden Ben’in kuruluş sürecinin sürdürülebilmesi (kurulu bir ben yoktur; ancak kurulagiden bir ben vardır ve bu, dağılmayı da metnin diliyle söylemek gerekirse, gücül halde benlerin sürekli tasfiyesi ve toplumsal kanal-akarların işleme aldığı ve imkânlı olanı mümkün alanına taşıdığı ben-oluş sürecek ve gerisi tasfiyeye uğrayacaktır vb. bu noktada ben’in sürekliliğinin sağlanması için başka ben/öteki’lere gereksinim duyması bir vakıadır. Metin açısından sorun, bu öteki-ben’lerin de bir toplumsal kuruluşun yoğunlaşma özneleri olmasıdır; dolayısıyla ben’in kuruluşu için kaçınılmazca gerekli olan öteki değil, öteki’ni kuruculuğu içinde mümkün kılan toplumsal bağlam olsa gerektir; metin açısından haklı ve gerekli görünen, genel bir kavrayışla, elde edilmiş gibi görünmüyor.

Kısaca ilerleyip geri dönmek gerekecek bu noktada; öteki olarak adaya yamyam yerlilerin ayak basması, bir ben kuruluşu açısından nasıl bir etkide bulunuyor Bay Crusoe’nin ben’i üzerinde? Onu, bir korunma varlığına dönüştürerek. Bir savunma hattı için bütün içselliğinin berhava olması ve beden sürekliliği için mücadeleye girişmesine tanık oluyoruz? Bu kadar. Peki, bir başka öteki figür olarak köle-Cuma’yla karşılaşma gereken öteki kuvvetini hayatına sokabiliyor mu Bay Crusoe’nin? Böyle olmayacağına, metni izlerken tanıklık etmek üzere bahsi sürdürmüyorum.

Adanın başkalarının algılarıyla bir ağ gibi kavranabilir olması sorununa bakmak gerekirse; bu, ancak bahse konu başkaları-öteki biz gibi bir bilince sahipse mümkündür. Adanın imkânlarına tıpkı biz gibi bakmayan bir öteki, adayı bütünüyle görmemizin tamamlayıcısı olamaz. Dolayısıyla söz konusu olan, kendi bilincimizi yansıyan bir ayna-bilinçler sistemi içinde bulunmaktır. Ancak bu biçimde adayı verecek şu anlam ağına sahip olabiliriz. Nitekim Cuma’nın katılacağı ada yaşantısı, Cuma adanın kapitalist işletilmesiyle zerre ilgilenmediği için, Bay Crusoe açısından tamamlanmış olmayacağı gibi, temelden bir sapmaya uğrayacak, ondaki verim değerleri anlamını yitirecek, ada karanlıktan sıyrılacak belki ama bütünüyle başka bir anlam bağlamına yerleşecektir. Robinson’un talep ettiği öteki, bu bakımdan tıpkı kendisi gibi adayı işletme olarak gören, toprak isteyen ve ürünlere el koymaya hevesli bir figür olabilir; ancak rekabet ve işbirliği, aynı görüş açısı ve kavrayışın ürünü bir zihinle ilişki ve iletişime girebilecektir Bay Crusoe. Dönmek üzere konuyu erteliyorum.

6-

Seyir Defteri: Her insanın yaşamında ölümcül bir iniş vardır. Benimki çamura doğru iniyor. Speranza kötü olduğunda ve kaba yüzünü gösterdiğinde beni kovduğu yer işte orası. Çamur benim yenilgim, benim kusurum. Zaferim ise Speranza’ya, onun mutlak kargaşasının diğer adı olan doğal düzenine karşı kendi ahlak düzenimi benimsetmek. Artık burada, yalnızca hayatta kalmaya çalışmanın söz konusu olmadığını biliyorum. Hayatta kalmaya çalışmak ölmektir. Sabırla ve bıkmadan kurmak, örgütlemek, düzenlemek gerek. Her duruş, geriye bir adım, çamura doğru bir adımdır.” Sayfa 42

Hayatta kalmaya çalışmak ölmektir” ifadesi üzerine kısaca düşünüp devam edelim: Doğa karşısında insan bir denge konumunda değildir. Doğa, sonsuz kuvvetlere sahiptir ve insan, bunu iyi kötü dengelemek için sosyal bir varlık olarak kuruludur ta en başından bu yana. Küçük çete-sürüler halinde örgütlenmiştir ön-insan grupları. Beslenmek, güvenliği sağlamak, üremeyi sürdürmek için doğa elemanlarına karşı yürütülen milyonlarca yıllık mücadelede hiçbir bakımdan olduğu yerde kalmak ve yetinmek lüksüne sahip değildir elbette; ve nihayet bir ada zemininde kalan yalnız Bay Crusoe belki yiyecek içecek ve güvenlik bakımından tehdit edilmiyordur ama doğanın bizim baş edemeyeceğimiz başka kuvvetleri vardır ve bunların arasında, onun anlamdan yoksunluğu da bulunuyordur. Dolayısıyla söz konusu edilen, bedeni sürdürmekten ziyade, bedenin içselliğini sürdürmektir. Hele öteki’nin yaratıcı baskısının olmadığı bir yerde.

Öyleyse ilerlemek gerekecektir. İnsanların bulunmadığı bir yerde insanların toplum halinde bulunuşlarının koşulları inşa edilecek ve bunlar işletilecektir. Bu bakımdan, Bay Crusoe’nin iç dünyasında saklı bulunan toplumsallığın bütün kodları çağrılır ve bu sahne içine Bay Crusoe kendisini yerleştirir. Speranza’ya dayatılacak ahlak kurallarını incelemeye geçmeden önce, bir özne konumunu işgal eden yeni bir varlıkla, bizzat ada-Sperenza’yla tanışmak gerekiyor. “Kendisiyle konuşan herhangi bir kimse olmadığından, adayla uzun, yavaş ve derin bir ikili konuşma sürdürmekteydi: El kol ve baş hareketleri, eylemleri ve girişimlerinin her birisi birer soru oluşturuyordu. Ada bunlara mutluluk ya da mutsuzlukla karşılanan yanıtlar veriyordu. Bundan sonra, artık her şeyin adayla olan ilişkilerine ve düzenleme işindeki başarısına dayandığından kuşkusu yoktu. Bin değişik şekilde, kâh şifreli kâh simgesel olarak adadan durmaksızın yayılan mesajlara her an kulak kabartıyordu.” Sayfa 46-47

Ada-Speranza Bay Crusoe ile konuşmaya başlamıştır. Gerçi metinden gerçekte ne dediğine dair bir bilgi edinemeyiz ama Bay Crusoe’nin sonsuz yalnızlığı ve yakıcı öteki ihtiyacı, ada-Speranza tarafından, bir doğa alanı tarafından, Bay Crusoe’nin üzerinde yaşamaya mahkûm edildiği bir zemin tarafından tuhaf biçimde karşılanıveririr. Peki, gerçekte ne olmaktadır.

Öteki-özne, her durumda toplumsal bir üretimin ürünüdür. İnsan değerleri bakımından kurulu, anlam ve iletişim bakımından işleyen bir özne-öteki konumunu işgal etmenin tek yolu, bunun toplumsal bir zeminden kalkışmasıdır ve bu zemin, insan toplumlarını oluşturan elemanlar nasıl kuruluyorsa öyle kurulmalıdır; entelektüel emekle; dolayısıyla bir dili öğretmek, değerleri kazandırmak, sürekli toplumsallaştırmak ve bu toplumsallığı çeşitli veçheleri itibariyle sürdürmekle mümkündür. Bu bakımdan ada-Speranza, yeni bir özne olarak yükselirken bir ikame toplumsal-özne-öteki’den başka bir şey olamaz.

O bir kendilik değil kendiliğindenliktir. Kurulu değil verilidir. Ne ki ona Bay Crusoe-ben, bir kendilik atfetmesin. Böylece çok gerekli öteki, ada-Speranza şahsında, Bay Crusoe tarafından üretilerek kurulur. Muhtemelen Bay Crusoe’nin kendi bilincinin duymak istediği için ürettiği yankısı olarak konuşacaktır. Olumlayan ve olumsuzlayan ada-Speranza değil, Bay Crusoe’nin kendi kendisiyle konuşan bilincinin soran düşünen yanıtlayan alanlarıdır. Değil mi ki Bay Crusoe, adayla ilişkisinde yeni bir aşamaya girmiş ve onu ehlileştirmeye, insanileştirmeye, işlemeye, dizginlerini tutmaya karar vermiştir. Artık ada kendi öyleceliğine sahip olmaktan çıkarak Bay Crusoe’nin bilinç ve eylemlerinin dolaysız nesnesidir. Dolaysız nesnelik onu Bay Crusoe’nin bilincine eklemleyecek ve ada bu bakımdan bir ses ve iradeye sahip olacak ve Bay Crusoe ile konuşacaktır; söz konusu olan Bay Crusoe eylemlerinden başkası değildir.

7-

Öncü kapitalist bireyin bilincine içeriden bakıyoruz aslında. Pre-kapitalist değil, artık oluşmuş, henüz olgunlaşıp çürümeye meyletmemişse bile kuruluşunun temel öğelerini kavrayarak edinmiş ve bunları kullanmaya bütünüyle kararlı bir birey olma tarzıdır bu. Toplumsal ilişkiler yalnızca bir çıkar ilişkisine indirgenmiş ve bu “öz” etrafında yeniden şekillendirilmiştir. Kısaca, çıkar sağlayamayacağı hiçbir insan ilişkisi tarzı, kapitalist birey açısından anlamlı değildir ve nihayet, kendi içselliğini de kendini sömürmek, mal ve değer biriktirmek adına kullanımlık nesneye dönüştürmüştür. Doğa elemanları, doğal biçimde sadece soyulacak içeriklerdir; para ediyorsa anlamlıdır, bu kadar. Bu bakımdan zaman, yeni bir sömürü imkânı sunması bakımından önemle düzenlenecektir. Tarım rejiminin doğaya çok bağlı döngüsü etrafında düzenlenen zaman artık geçerliliğini yitirmiş ve yeni biçimde, sömürünün artırılabilmesi, mal ve değerlerin biriktirilebilmesine hizmet eder hale gelmiştir. Bay Crusoe için de doğal durumdur bu. Adaya düştüğü andan itibaren zamanı, hayatı düzenlemede kullanmayı düşünür, ancak henüz ada üzerindeki varlığını yerleştiremediği için bu mümkün olmamıştır. Oysa yeni ada rejimi, kapitalist bir işletme olarak ele alınacaktır. Doğal olarak zaman da kapitalist bir içerikle çalışmanın hizmetine koşulmalıdır. Bunun için gerekli elemanlar takvim ve saattir. Kapitalist işletme olarak ada ve işletmeci ve mal olarak Bay Crusoe, değerleri biriktiren ve bu yoldan değerli olabilen olarak duruma kesinkes el koyar. “Birden buyurgan bir açık seçiklikle gözümün önünde beliren şey, zamana karşı savaşmak, yani zamanı hapsetmek oldu. Gün be gün yaşadığım sürece kendimi bırakıyorum, zamanımı kaybediyorum, kendimi kaybediyorum. Aslında bu adadaki meseleler zaman birimlerine çevrilebilir ve eğer burada-en alt seviyeden başlayarak- zamanın dışında yaşamaya başlamışsam bu bir rastlantı değildir. Takvimimi yeniden düzenleyerek kendime yeniden sahip oldum… Aslında buradaki durumum her gün Yeni Dünya’nın sahillerine gemiler dolusu çıkan yurttaşlarımınkine bayağı benziyor. Onlar da bir biriktirme ahlakına uymak zorundalar. Onlar için de zamanını kaybetmek bir cinayet, zamanı bölünmez bir hazine gibi saklamak başlıca erdemdi.” Sayfa 49-50

Sömürünün konuları bellidir; ada, hayvan ve bitkiler ve bunları işletecek olan Crusoe’nin kendisi. Biriktirme ahlakı, yükselme dönemindeki kapitalist için yeni yatırımları mümkün kılacağı için kutsal addedilir. Böylelikle kendisini işe koşmak, üretim bakımından anlamlı eylemleri sıralayabilmek ve bu bakımdan vakit yitirmemek; böylece daha çok ürün elde ederek stoklamak açısından zamanın yönetimi, Crusoe’nin kendisini sömürmesinin temel koşuludur. Fakat içi rahattır Bay Crusoe’nin. Nihayetinde bütün yurttaşları, tıpkı onun gibi Yeni Dünya kıyılarına doğa elemanlarını ve kendi ve başkalarının emek zamanını vahşice sömürme motivasyonuyla çıkıp duruyordur.

Ancak bu yeterli değildir uygarlık evrenini simüle ederek adaya yerleştirmek, Bay Crusoe’nin zihnini adada yansılamak ve bu yoldan adaya uygarlık getirmek için. Ada zamanının takvim ve su saati yoluyla ele geçirilmesi Bay Crusoe’nin kendisi tarafından işe koşularak azami verim esasına göre ada topraklarının işletilmesi yeterli midir? Elbette biliyoruz ki bu, kapitalist sömürü açısından zerre kabul edilemezdir. Ada, bütünüyle ele geçirilmelidir. Yutulmalı ve kapitalist bünye tarafından bütünüyle sindirilmesi tamamlanmalıdır. Değil mi ki ada bir başıboşluk ve düzensizlik alanıdır; kapitalist beden, bütün adayı ve onun bütün potansiyelleri dâhil olası imkânlarını kapsayacaktır. Beden, ada ölçeğinde genişlemekle tatmin olmaz. Adanın varsa bir geçmişi, mümkün bütün geleceği, üzerinde ve altında ve içinde olabilecek her şeyiyle yeni gövdenin emrine sunulmalıdır. Bedenin genişlemesi olarak adanın içerilmesi; pratik verimlerine el koymak ve ek olarak Bay Crusoe’nin zihni tarafından içerilmek, yani Bay Crusoe’nin bir uzantısına dönüştürülmek, asli varlığından soyundurulmak; öyle ki, artık adanın bir varlığı kalmasın ve Bay Crusoe oraya bütünüyle yerleşebilsin. Sonsuz bir genişleme imkânı vardır; bütün Dünya ve üzerindeki insan nüfusu ve onların bütün emek-zamanları ve bütün hayvanlar ve bütün bitkiler ve bitkileri üreten ve sürdüren toprak ve güneş varlığı, bütünüyle Dünya ölçeğinde genişleyebilen bir beden-zihin; yeni kapitalist bireyin tipik bir örneği olarak Bay Crusoe. “Adanın alanını ölçme işine girişmek, bütün topraklarının yatay izdüşümünün görüntüsünü çıkarmak, bu verileri bir kadastroya kaydetmek gerekecek. Her bitkinin etiketlenmiş, her kuşun bileğinin künyelenmiş, her memelinin kızgın demirle işaretlenmiş olmasını isterdim. Işık geçirmez, içine girilemez, gizli kaynaşmalar ve kötücül burgaçlarla dolu bu ada, soyut, saydam ve iliğine kadar kavranır hale gelene dek dur durak yok!” sayfa 55

Kendi dışında hiçbir şey bırakmayan, kendi varlığına katılmamış hiçbir şeyin yaşamasına izin vermeyen bir gövde-zihin. Modern insanın yükselişinin muazzam görkemli tanıtımı gibi bu parça. O zaman ileri sürmek gerekir; her şeyi kapsayarak genişlemeye giden bu beden-zihnin temel motivasyonu nedir? Her şeyi içe aldığımızda ne olacaktır? Aslında yanıt basittir: her şey bilinir, işaretlenmiş, defterlere kaydedilerek anlama alanına getirilmiş, uçan kuştan esecek rüzgâra kadar (elektrik tribünlerinin kanatları kapitalist bir işletme olacaktır gelecekte) yürüyen hayvanlardan mağara deliklerine kadar yutularak gövdenin sonsuz yerleşikliği, serilmişliği, yutmuşluğu tamamlanınca, gövdeyi tehdit eden ne kalır? Böylece büyük sorun çözülüyordur; her şey gövdeye dâhilse gövdeyi tehdit edecek hiçbir şey yoktur. “Robinson, ancak Speranza’yla bütünüyle örtüştüğünde sonsuz zengindir.” Sayfa 57. Ve sonsuz güvende.

8-

Ancak her şeyi ele geçirmenin temel mantığı sadece ele geçirmek değildir elbette; her şey pratikte ele geçirilemezdir, istenen bu olsa bile. Kapitalist Bay Crusoe bilir ki başka Bay Crusoeler de kendi adalarına, kendi mal stoklarına sahiptir ve bunlar, bunlara sahip olmayanlara satılmalıdır ki bu yoldan genişleme devam etsin. Bu ise belli bir düzen ve mantık içinde yapılabilir bir şeydir. Dolayısıyla kaçınılmazca herkes için ortaklaşa kullanılabilecek bir değerler skalası üretmek ve bunu kaçınılmazca kullanmak zarureti vardır. Bu yoldan Bay Crusoe, adasında bir Ağırlıklar ve Ölçüler Müzesi açacaktır. Doğal olarak en dayanıklı malzemeden inşa edilecektir müze ki doğanın bozucu ve yeniden düzenleyici kuvvetlerine olabildiğince dirensin ve Bay Crusoe’nin sonsuzluğa doğru yol alan kapitalist bedeninin garantörü olsun. Elde edilen ürünlerin toprakların alınıp satılabilecek her şeyin ölçüsü olarak. “Ertesi günden başlayarak, Robinson bir Ağırlıklar ve Ölçüler Müzesi’nin temellerini attı. Bunu çadır şeklinde, ancak bulabildiği en dayanıklı malzemeden inşa etti: Granit kütlelerinden ve iki taraflı laterit bağtaşlarından. Burada, bir çeşit sunağın üstünde-her biri bir put gibi- ve duvara dayalı olarak-mantığın silah sergisi gibi-parmak, ayak, yarda, çeyrek dönüm, pint encablure, yulaf ölçeği, kile, galon, çekirdek, drahmi, aveurdupoi onsu, avoirdupoi libresi ölçülerinin değerlerini sergiledi.” Sayfa 57.

Bizi kutsal olan hakkında bilgilendirir ve önünde diz çökmeye zorlar. Kapitalizmin dini olarak para ve malların sonsuz ele geçirilmesinin kutsal mabedinde bulunuyoruz. Bir malın parasal ederinin belirlenmesi ya da takas ölçeği için piyasa karşılaştırmasının mümkün olması için kurulmuş bir düzen; kapitalizmin kalbi olan malların ruhu olarak değer; değerler müzesi. Bir bakıma bütünüyle yararsızdır kimseyle ticaret yapılamayacağı kesin olan bir adada böyle bir müzeyi düzenlemek. Ancak Bay Crusoe’nin içselliğini düzenlemesinin bir yansıması, bunun bir dışsal görünümü gibi konumlanırsa anlamlı olacak bir çaba. Ağırlıklar ve Ölçüler Müzesi, törensel düzenlenişi içinde bir sunağa da sahiptir. Kapitalist din olarak ticaretin değerler sisteminin düzen altına alınması ve korunması olarak yeni din; Bay Crusoe bu dinin kurucusu, rahibi ve inananıdır doğal olarak. Bize müjdelenen, ilk Robinson Crusoe’de müjdelenerek egemen olan ve bütün dünyaya yayılarak onu geçiren yeni dinin ilk ortaya çıkışıdır bu; ilk ilan edilişi, ilk taraftarlarını toplaması.

9-

Elbette uygar bir girişimci olarak Bay Crusoe bir anayasaya ihtiyaç duyacaktır. Burjuva sınıfının yeni düzeni, eski düzenin soya dayalı ayrıcalıklarını ve dinsel kurumların egemenliğini reddedecek ve üretim, ticaret ve talanla elde edilecekleri biriktirecektir bu yeni insan. Demek ki elinden alınmamasını garanti altına almak istemektedir. Yeni ayrıcalıklı sınıf olarak eline geçirdiklerinin toplumsal uzlaşıya sunulması ve bunun onaylanmasını talep edecektir. Bu onay olmaksızın yeni kapitalist sınıf, ele geçirdiklerinin sonsuza dek kendisinde kalacağından emin olamaz. Herhangi bir kral ya da dinsel yetke tarafından biriktirdiklerine el konmamasının tek garantisi, yeni toplumun yeni insanları arasında bir hukuk oluşturmak, bir değerler sistemini inşa etmektir. Ancak bu olursa yeni biriktirme düzeninin merkezindeki kapitalist bireyin hakları artık geri dönüşsüz biçimde kendisine ait olacaktır. Ancak bütünüyle bir uzlaşmadan da söz edemeyiz. Yeni kanunların ruhunu tesis etmek ve yeni ruhları bu kanunlara göre tesis etmek için elbette silahın, şiddetin de yardımı gereklidir. Yeni ilişkilenme modeli toplumsal kabulle korunmaya başlayana kadar.

Böylece Bay Crusoe, adada geçerli olacak bir anayasanın maddelerini yazmaya girişir. İlkin adaya kendisini genel vali olarak atar ve bunu kayıt altına alır. Elbette aynı madde, yasa koyma ve yürütme yetkilerini de kendisine bahşediyordur. Ancak henüz seküler bir temel bütünüyle kazanılmadığı, burjuva bireyin hakları gözü kapalı toplumsal genel haklar bakımından kabul görmediği için dinle, dinsel kutsallaştırmayla uzlaşmak zorunda hisseder kendini ve Kutsal Işık’ın rehberliğine sığınır.

Böylece birinci anayasa maddesi açıklanmış, kaydedilerek ilan edilmiştir. Bay Crusoe tören giysileri içindedir ve ayakta yazı yazabileceği bir düzenek kullanmaktadır. İkinci maddenin yazımı için gereken temel sağlanmış sayılmalıdır. Ana gövdesiyle toplumun bütününü tarif edebilecek bir zemin kazanılmıştır. Fakat şartlar olağanüstüdür. Speranza adası kapitalist bir işletmeye dönüştürülecektir, bütün hakları bakımından Bay Crusoe’ye tapulanmıştır, ancak bu ilişkilerin yürütülebilmesi için iletişim sisteminin, dilselliğin sürdürülebilir olması gerektiği açıktır. Bu bakımdan Crusoe, ikinci maddede zaruri olana yönelecek ve ada sakinlerinin düşünme eylemlerini yüksek sesle yapmalarını emrederek kayıt altına alacaktır.

Bundan iki umulan vardır; ilk olarak kendisi konuşma yetisini kullanmamaktan dolayı yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yüksek sesle düşünme kuralı, olası diğer tüm ada yurttaşlarına neden uygulanmak istenmektedir peki? Başka ada yurttaşları bulunursa, Bay Crusoe’nin mesele edindiği dili unutmak, kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır. Ama şu büyük ve dindirilemez talep; bir toplumun bütün fertlerinin ne düşündüğünün daha baştan bilinmesi amaçlanıyorsa, yani denetim ve güvenlik bakımından bu mesele ele alınmışsa, o zaman durum bambaşkadır.

Bu talep, elbette öylece ileri sürülemeyecekti. Böylece, içinde bulunulan koşullar göz önüne alınarak, kendisinden başka kimsenin olmadığı bir adada bütün ada yurttaşlarını yüksek sesle düşünmeye davet etmek, olası bir muhalif düşünme biçimini baştan belirlemekten başka bir amaca hizmet edemez. Kapitalist toplum yerleştikçe ve kurumlaştıkça, toplumun denetiminin ve gözetiminin sağlanması için verdiği mücadelenin rüşeym halini buluyoruz bu tuhaf ikinci anayasa maddesinde. Bay Crusoe, sonsuz denetimi altında tutabileceği bir toplumu kurmak ve buna kendisini efendi atamakla, bütün kapitalist bireylerin ve onların örgütlenmesi olan devletin derin ve sonsuz ve dindirilemez arzusunu dışa vurmuş olur.

Bir diğer madde, ada sakinleri için dolaşma özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Her ihtiyaç, bu amaç için baştan öngörülmüş yerlerde giderilecek, bu yoldan kendisi için bataklığın çekiciliğine kapılmasının önünün tıkanması hedeflenecektir.

Bay Crusoe’nin bataklık yaşantısını hayvanlığa yaklaşma olarak anladığını biliyoruz. Bunun olası zararları da açıktır. Ancak neden bu yaşantının çekici olduğunun açıklanması gerekir. Ada, bütün doğal verimleriyle bir insanın yaşamını sürdürmesi için onu destekleyecektir. Bu bakımdan ada sakininin özellikle çalışmasına, bütün adayı kapitalist bir işletmeye çevirmesine neden ihtiyaç vardır? Mesele sadece ekonomik değildir; ekonomi bir ahlak yasası gibi görünse bile bu yanıltıcı olur aslında. Ekonomi, bir içsellik inşası ve sürekliliği için bir gerekliliktir. Bütün o anlamsız ticari girişimler, üretim faaliyetleri ve mal biriktirme krizleri, takas ya da satış şansı olmadığı, ayrıca bunları gerçekte tüketme ihtimali de bulunmadığına göre, aslında Bay Crusoe’nin iç yaşamını düzenlemeye yönelik kararlardır. Bu bakımdan, kapitalist ilişkiler üzerinden iç yaşantılarımızın kurulu bulunduğu, kendiliğin önemi, beden eylemlerimizin ve içsellikle edinilmiş bütün duygu ve arzuların üretim ve ticaret kurallarına göre yeniden düzenlenmesi, onları da kapitalist değer yasasının parçası haline getirmek, kaçınılmazdır. Bu bakımdan, kapitalist piyasa yasaları, içsel yaşantımızı kendisine eklemleyecek ve onu kendisinin bir simülasyonu gibi işlemesi için düzenleyecektir. Böylece duygusal içeriklerin bütünü kapitalizmin emrine verilmiş bulunacaktır. Hazların en büyüğü olarak mal ve para biriktirme, sonsuz büyümenin uygulanabileceği bir içselliğe sahip olmayı gerektirir; bu bakımdan, aslında sonsuz bir içsizliği gereksinir ki mal ve para edinme değerlerinin sonsuzluğunun içine birikeceği bir kap olsun artık. Nitekim gelişen kapitalizm, insani bütün içerikleri para biriktirme yasasıyla değiştirerek düzenler. Tek gerçek değer olarak paraya sahip olmak ve onu sürekli olarak artırmak, kapitalist ruhsallığın onsuz edemeyeceği yeni tipte bir ruhsallıktır; dinsel değerlerin tasfiyesi gelecek, insan ilişkilerinin bütün özü; erotik duygusal bütün tatmin biçimleri, basitçe eğer parasal bir değere tekabül etmiyorsa kovulacaktır.

Elbette Bay Crusoe kendi gezinme özgürlüğünü elinden almalıdır. Maddenin yazım amacı da budur. Bu yoldan, bataklık yaşantısının çekiciliğine bir direnme hattı kurmaya çalışıyordur. Hayvani olanın ada yaşamından sürülmesi; hayvani olanın çekiciliği; bu çekicilik, bedenin çalışmadan azat edilmesini içerir. Durmaksızın süren iş süreçlerinin insani olmayan tarzından kaçınmanın yeridir; kapitalistler için alkol de böyledir işin doğrusu ve sömürünün konusu olmayan, stokları artırmanın konusu olmayan bu cihetten sayılacaktır; işten kaytarıcının eğilimleri.

Dördüncü maddede Cuma günleri oruç günü olarak ilan edilir. Bu, dinsellikle yapılan ittifakın bir gereği olarak anayasa maddesi olmaya hak kazanmıştır. Öte yandan oruç, yine çalışmanın sürekliliğinin garanti alınmasına dair bir işareti bağrında taşır. Eğer açlık mümkünse, çalışmak elzemdir. Buna ek olarak iç disiplin, yeme içmeden kesilme, kapitalist için bütün arzu tarzlarının dönüştürüldüğü para-değer sistemine yeniden ve aceleyle katılmak için bir kesinti sayılsa yeridir. Nihayetinde yeme içmenin engellenmesi, para kazanma sürekliliğinde bir kesintiye sebep olmaz ancak paranın kullanılmasından mahrum olmak anlamına gelir. Kapitalist, refahından geçici vazgeçmeyle refahının temelini sağlamlaştırma ihtiyacındadır. Geri döndüğünde yeme içmeye, daha çok biriktirmeye dört elle sarılması için fazladan motivasyona sahiptir artık.

Bütün kapitalistler bilir ki çalışanların kendilerini yeniden üretmesi gerekir. Böylece üretim-sömürü süreklileştirilebilir. Çalışanların dinlenmesi bir bağış değil, kapitalistin çıkarına bir ara vermedir. Böylece yeni maddede Pazar günleri tatil ilan edilir. Elbette saat 10.00’da kutsal metinden parçalar okunacak ve uyutucu bilgiler etrafında tefekküre dalınacaktır. Bir temenni değil anayasal bir emirdir söz konusu olan.

Zevk verici maddelerden enfiye kullanımı sadece adanın valisinin ayrıcalığıdır. Fakat vali, iyi bir yöneticiden bekleneceği üzere bu zevkin kullanımını kısıtlar; aslında niyeti zevkin süresini uzatmaktır çünkü tütün pek kısıtlıdır.

Anayasa maddelerinin yazımına kısa bir ara verilerek ceza yasalarının yazımına geçilir. Elbette, yasalar, onlara uymayanlar için cezalar içermeksizin anlamlı sayılamazlar. Bir toplumun ve siyasi organı olarak devletin kuruluşu açısından önemli bir eşiktir bu. Şimdilik bedensel cezalardan kaçınılacağı açıklanır. Öldürme ve sakatlama gibi ağır bedeller ödetilmeyecektir ada yasalarına karşı gelenlere. Çünkü nüfus bakımından ada henüz tek kişiden oluşmaktadır ve nüfus, elbette yönetilecek şeylerin içindedir; açıkçası modern devletler açısından da nüfus, tıpkı verimli topraklar, işletilebilecek orman ve madenler, petrol ve doğalgaz yatakları ve tatlı akarsular nevinden bir sömürü yönetimine tabidir. Burada, başlangıç noktasında, yeni kapitalist devletin ham eğilimlerini takip etmek açısından bilgilendirici olduğu söylenebilir.

Böylece, geriye uygulanabilir iki ceza kalmaktadır: Birincisi açlığa mahkûm etme ki Bay Crusoe bunu zorunlu oruç günleri olarak formüle edecektir. Böyle ehlileştirilmiş kelimeler, açlık cezasının yalın anlamını biraz olsun perdeler. İkinci ceza ise hapistir. Kapatma cezası elbette en yaygın ve geniş biçimde uygulanan cezaların başında gelir. Bunun için açılacak yeter derinlikte bir çukur öngörülmektedir. Bir yerde tutmak yetmez Bay Crusoe için suçluyu; onu normal insanların bulunmakta olduğu toprak zemininin de altına göndermek, yerin içine doğru göndermekle, bir bakıma gömülmeyi çağrıştıran bir ceza uygulayacak, böylece ceza tamamlandığında yeniden bir ölü seviyesinde değil, yaşayan insan seviyesinde bulunmasına izin verecektir mahkûmunun. Bu yoldan mahkûm, yitirdiği şeyin sadece istediği yere gidebilmek olmadığını, yitirdiği şeyin insan olmanın doğası olduğunu anlamalı ve kendisine yüklenecek kâr getirici yükümlülükleri ihmal etmemelidir.

Bundan başka, çekiciliğiyle ünlü bataklık, cazibesine kapılanlar için kapatılmıştır ama yine de buna başvurulur ve bataklığa gömülürse bir adalı, orada geçirdiği zamanın iki katını çukura atılarak bedelini öder.

Üçüncü ceza maddesi, dışkılamayı düzenler. Muhtemelen kendi dışkısından bile sakınmayacak bir düzeye inmesiyle ilgilidir bu maddenin ceza hükmünde yerini alması. Nitekim öngörülen ceza, oruçtur; yememek yani. Böylece dışkılamanın, yemenin doğal sonucu olduğu ancak dışkıyla ilişki kurmanın ancak izin verilen biçimde gerçekleşebileceği karara bağlanır. Bu yoldan, en temel bedensel süreçlere bile kanun ve yasaklarla yaklaşılabileceği, yaşamanın çeşitli cihetlerinin yöneticinin bilgisi ve iznine tabi kılınması gerektiği de karara bağlanmış olur. Bay Crusoe’nin adasında bu kirliliğe yol açmanın diğer anlamı şu olsa gerektir; Ada bir işletmedir. Toprağı sürülmüş ve ekilmiş, hayvanlarına ve sularına sahip çıkılıp el koyulmuştur. Topografyası kadastro edilerek Bay Crusoe’nin üzerine geçirilmiştir. Yaşamak için izin alınacak ve tebaa olunacaktır ve bu değer üreten yapıyı kirletmek, o değerin azalması sonucuna da doğal olarak yol açacaktır ve değerin azalması demek, mal ve ürün biriktirmenin sekteye uğraması demektir. Dolayısıyla, buna asla izin verilmeyecektir; dışkılama yoluyla adanın para kazandıran bedenine zarar verecek bir temastan kaçınılacaktır.

Ceza Yasaları’nın Dördüncü Maddesi kaleme alınırken Bay Crusoe biraz düşünme ihtiyacıyla, tebaasına kendini gösterir gibi kapıdan dışarı birkaç adım atar. Kendisi için yüce bir andır; ne olsa bir adaya el koymuş, adını vaftiz etmiş, onu kapitalist dine bağlamış, bütünüyle yutmuş ve adanın bedeniyle kendi varlığını bütünüyle eşitlemeyi başarmıştır. Ada artık bizzat onun şahsi gövdesinden başka bir şey değildir ve bu Bay Crusoe için kutsallıkla karşılanabilecek bir duygu yaratmıştır. İşin içine bu durumda Tanrı da karışacaktır. O zamana, anayasa ve ceza yasalarının yazımı esnasında kendini göstermeyen Tanrı, elbette Bay Crusoe‘yi onaylamak, anlamak, alkışlamak ve ayrıcalıklı hissettirmek için mesaiye çağrılır. Metinden takip edelim: “Kutsal Ruh’un bana, Speranza’nın yasa yapıcısına inişini göstermesi gereken ayrıcalıklı bir durum varsa, diye düşündü Robinson, işte bunun gibi bir gün, bunun gibi bir dakika olmalı. Başımın üstünde dans eden ateşten bir dilin ya da dosdoğru arşa yükselen bir duman sütununun benim Tanrı’nın tapınağı olduğuma tanıklık etmesi gerekmez mi?” sayfa 61. Nihayet Tanrı da işe koşulmuş bulunuyor. Tanrı, yeryüzünün yeni egemeni olan bu türü, burjuva-kapitalist bireyi ululamakla mükellef kılınmıştır. Bizzat Bay Crusoe bir tapınaktır. Hüküm verendir ve ceza uygulayandır. Değerleri bilen ve kendinde toplayandır. Yeryüzü mülkünün tek gerçek sahibidir ve başka bütün insanlar, ancak onun çıkarları ölçeğinde yaşamalarına izin verilecek bir nüfus kalabalığından başka bir şey değildir. Doğal olarak mutlak efendidir ve Tanrı, gökyüzünden inerek ona biat etmeli ve kârlı işletmesi olan yeryüzünden gerçekten çekilmelidir.

Nitekim beklenen olur ve Selamet Koyu taraflarından (burası Bay Crusoe’nun adaya çıktığı yerdir ve bu yüzden bu isimle vaftiz edilmiştir) bir duman yükseliyordur. Gerçi bu Tanrı’nın inayetiyle izin verdiği kutsal bir duman değildir. Adanın ziyaretçileri vardır.

10-

Kendisine kutsiyet atfedilen, üretimin, para ve mal biriktirmenin, kapitalist düzen kurma ve sonsuzca yayılmanın alanı olarak ada; neredeyse Tanrı tarafından kutsanan ada sahibi, kimsenin vekili olmayan sonsuz yücelikte elde etme gücü olarak Bay Crusoe, adaya getirilen uygarlık ve onun garanti altına alınmasının yasa ve cezaları, hepsi tehdit altındadır; çünkü gerçek yeryüzünde kapitalist düzene uymayan insan olma tarzları sürmektedir halen. Yeterince kuvvet biriktirilince bütün yerli halklar hizaya sokulacaktır elbette. Bütün Amerika nüfusu katledilerek kapitalizmin işleyebileceği alan açılacak buna yerleşilecektir Avustralya da bu kurucu yeni insanın eylemlerinden nasibine düşeni alacaktır ve Afrika kıta halkları, köleleştirilerek Amerika plantasyonlarının hizmetine sunulacaktır. Emeklerinden ve hayatlarından şeker kamışı ve elbette para, bir kapitalistin tek kutsal nesnesi olan para üretilecek ve bu derhal istiflenecektir. Geri kalan ne varsa, kapitalist terbiye araçları kullanılarak sisteme uydurulacaktır. Ta ki geriye para kazanma hırsından başka tek bir potansiyel içerik kalmayana dek. Ancak şu anki durumda henüz Bay Crusoe bu denli bir güçle dolu sayılamaz. Onun gücü, kurucu bir güçtür henüz. Kendi mantıki sınırlarına varmaktan çok uzaktır. Böylece yamyam oldukları anlaşılan yerliler işlerini bitirip adadan çekilirler. Bay Crusoe ise, anayasa maddelerini tamamlamak üzere konutuna döner.

Bu yeni tehlikenin ışığında yazılacaktır bu madde. Vali, Speranza Adası’nı, tahkim edilmiş ada olarak kayda geçer. Artık adanın yeni bir durumu vardır; savaşa hazır olmaktır bu. Adadaki düzene savaş ilan edilmiştir. Doğal olarak henüz bir ordu bulunmasa bile, ada düzeninin korunması için çok gerekli olan savaş kaçınılmazdır ve bütün savaşları yürütecek bir komutan generale gerek vardır. Böylelikle anayasa maddesinde Bay Crusoe’nin general olarak atanması sağlanır.

Kapitalizm, kendi çıkarları açısından yararlı olmayan her varlığa, insana, hayvana, bitkiye ve bütün doğa elemanlarına savaş açmıştır. Yalın kâr amacını karşılamayan her varlık, kullanımına uygun olmayan, çıkar sunma kapasitesi bulunmayan insanlar da dâhil, daha kaynağında boğulacak, yok edilecektir. Fakat bunun için gereken iç kuvvetler nereden toplanacaktır; elbette dinsellikten. Bu bakımdan birkaç saat önce Bay Crusoe’nin hizmetine koşulan Tanrı, manevi tahkim için yine cepheye çağrılır. Sekizinci madde böylece şekillenir: “Pazar ayini, çalışma günleri de yapılacaktır” sayfa 64. Buna, çalışanlarına dini telkinde bulunmayı görev addeden bütün ortalama kapitalistlerin başvurduğu akılcı bir önlem olarak da bakılabilir ve geçerliliği kanıtlanmış bir tutum olduğu ispata gerek duyulmaksızın ortada sayılmalıdır.

11-

Bay Cruseo’nun egemenlik alanlarının kapsamı sürekli genişler. Zaman da hükmedilecekler listesine konmuş, işletmenin yönetimine uyarlanmış, başlatılmıştır. Takvim düzeni sayesinde günler birbiri ardına sıralanmış ve çalışmaların iskeletini oluşturacak biçimde hizaya sokulmuş, Bay Cruseo’nun adaya geldiği ilk zamanlarda yaşadığı günlerin birbirinin içine geçmesi, birbirine yapışması ve yaslanmaları, ayırt edilemez, bu bakımdan kullanılamaz hale gelmeleri önlenmiştir. Ancak bu elbette yeterli sayılmamalıdır. Zamanı mümkün olduğunca bölmek, birbirine benzemeyen günleri de kendi içinde bölmelere ayırmak ve bu yeni düzen içinde günün başlamasını, sürmesini ve bitişini apaçık bilmek gerekmektedir. Tıpkı bir fabrikada olduğu gibi. Bu bakımdan Bay Cruseo, bir su saati icat ederek günlerin içindeki zamanı da kullanılabilir nesneler halinde dilimler.

Bay Crusoe, zamanın ritmik sürekliliğini üreten su saatinin ihmal sonucu durması üzerine, zamanı durdurabileceğini de keşfeder. “İşte demek ki Robinson’un –salt yalnızlığının ürünü olan- ada üzerindeki sınırsız gücü, zamanın hâkimiyetine dek varıyordu. Hayranlıkla, artık su saatini tıkamanın ve böylelikle saatlerin uçuşunu havada asılı bırakmanın, yalnızca onun elinde olduğunu hesap ediyordu…” Sayfa 76.

12-

Romanda, en başından beri ikili bir sistemin çalıştığını kaydetmek gerekiyor. Kurucu-inşa edici bir Robinson ve işletilecek arazi olarak Speranza Adası ve Speranza Adası’nın bağrındaki dağıtıcı, bozucu, uygunsa bu deyim yozlaştırıcı, fakat aynı kuvvetli ölçekte rahatlatıcı, çözücü, insanı eylemlerinden alıkoyan ve onu doğanın sonsuz döngüsüne davet eden güçlerin etkileri ve bunlara maruz kalan Robinson.

Bay Crusoe bu iki yönelimin de etkilerine açıktır ve hem kurucu kuvvetleri uygulayan, adaya uygarlık düzenini getirip dayatan bir akıl olarak etkinlikte bulunur, hem de Ada’nın kuvvetlerine maruz kalır ve onun doğasının dağıtıcı-bozucu etkilerini hissederek açılan yolları kat eder.

Düzensizliğin, kaosun etkileri, çürüme olarak bataklıktır ilkin. Çağrısı güçlü ve uyuşturucudur. Buna, Ada’nın güçlü mağarasının Bay Crusoe üzerindeki etkilerini de eklememiz gerek. Bu noktada, bu incelemeye girişmeden önce, Bay Crusoe’nun içselliğinde bu iki alanın da bulunduğunu, dolayısıyla büyük kurucu uygarlık kuvvetleriyle dopdolu bir Bay Crusoe bulunduğu kadar, çözülmeye meyilli, bozulmakta kendi kurtuluşunu gören, doğanın sonsuz kaotik alanında erimeye heves eden bir içsellik alanına da sahip olduğunu kayda geçmek gerekir.

Kurucu olarak insan, kuruluş olarak insandır. Bir kurucu konumu öylece elimizin altında bulacağımız bir uygarlık aleti değil, kendisi de belli koşullar altında kurulmuş bir pozisyondur; insan böylelikle, kuruculuğu bakımından türev bir konumda yer alır. Böylelikle, insanın kendisinin de doğa karşısında verdiği mücadele içinde kurulduğunu, toplumsal bir varlık olarak dönüşümü ve kuruluşu içinde kurulagiden bir varlık olduğunu, var oluşunu sürdürmek için bu kuruluşun izlerini takip etmekle yüz yüze kaldığını belki ama nihai olarak kendisinin bu kuruluş etrafında bütünüyle anlaşılamayacağını söylemek gerekir. Bu bakımdan, insanın kuruluşu meselesi, kaçınılmaz biçimde ötekiyle etkileşimi ve güç birliği içinde bir eylemler bütünü olarak anlaşılacak. Saltık bir insan var oluşu tasavvur edilemeksizin onun doğa karşısında toplumun diğer bireyleriyle ilişkiler içinde girdiği mücadele ve bunun formu üzerinden anlaşılacak bir yönü vardır ve bu yön, bütünüyle kuvvetle doludur elbette. Ada Speranza’ya boyun eğdirme kuvvetlerinin kaynak ve dayanağı da budur. Öte yandan, Bay Crusoe’yi kaçınılmazca öteki’ni aramaya ve arzulamaya iten kuvvetler de yine aynı zeminden kalkışıyordur. Doğa elemanlarının ehlileştirilerek insan türünün hizmetine sunulması etkinliği, bize doğa elemanlarının tahakkümünü değil, öteki’ni verir, bunu üretir bir bakıma. İnsan, sonsuzca kendi toplumsal atmosferini üretiyordur ve bu atmosferin nefes alınacak birimi, öteki varlık’tır. Doğayı sömürme teması, kaçınılmaz biçimde öteki üreten bir tema olmak durumundadır. Bay Crusoe açısından durum çaresizlikle doludur elbette, bu bakımdan. Bu durumda da Bay Crusoe, ada-öteki’yle yüz yüze kalacaktır. Doğa karşısında konumlanacağı, ya da doğayla mücadele içinde harekete geçireceği, takas ve ticaretin konusu haline getireceği, emredeceği, esir alacağı, bu yoldan kendisini daraltarak sonsuz dağınıklığa bir form vereceği öteki’nin bulunmadığı koşullarda gerçekten de elinde iki öteki imkânı kalıyordur; bu, iki kendilik imkânı kalıyordur biçiminde de okunabilir doğal olarak. İlki, yerine-öteki’dir. Atanmış öteki denebilir. Uygarlık tek başına kalınsa bile, ötekiyle birlikte kurulduğu için, onun elemanlarını adaya çağırmak, öteki’ni çağırmaktır. Bütün yaşamın sürdürülme sınırını aşan faaliyetler, üretimin aşırılığı, ürün fazlasının stok edilmesi, çok gerekli olmayan patlayıcının stoklanması ve korunmaya devam edilmesi, hayvanların ıslahı ve damgalanmaları, kurucu toplumsal bir güç olduğunu bildiğimiz dinin adaya davet edilmesi ve kabul edilerek temel tefekkür meselesi olarak konumlanması, zamanın bölünerek kullanımlık bir nesne olarak uygulama kuvvetlerine maruz bırakılması, yasaların düzenlenmesi, ceza maddelerinin dizaynı, bütünüyle adaya davet edilen toplumsal öteki’nin veçhelerini teşkil ediyordur. Bu bakımdan öteki, ada üzerindeki yerine-toplumsallıktan başka bir anlama gelmez. Bay Crusoe, kurucu dediğimiz toplumsal değerlerin işletilmesi için kendini ve imkânlarını bir zemin olarak sunar ve öteki, onunla birlikte ada üzerinde egemenliğini kurar.

İkinci öteki ise ada-öteki’dir. Bay Crusoe, uyurken uyuşan sol kolunu kaldırması üzerine bir tefekküre dalar. Tartıştığı konu, elbette kendisi üzerine düşünmeyi mümkün kılan somut ve elle tutulur ve üzerine etkilerini salan bir öteki’nin olmamasıdır. Nitekim bu kol ve onun ekli bulunduğu beden, henüz anlamını bulamayacaktır Bay Crusoe’nun gözünde, çünkü hiçbir bakışa, talebe, etkiye maruz kalmadığı açıktır. Fakat bu etki hiç mi yoktur? Ben kimdir, apaçık önemli bir sorudur Bay Crusoe için nihayet yanıt, elinin altındakilerle inşa edilerek çıkagelir: “Çünkü eğer bu Robinson değilse, demek ki Speranza’dır.” Sayfa 72

Anlıyoruz ki Bay Crusoe kendini bir kendilik olarak kavramak için gereksindiği insan-öteki’nden mahrum kalınca, bir ben inşası da artık mümkün olmamaktadır ve nihayet, ada-Speranza, Bay Crusoe tarafından ben olarak atanır; muhtemelen de ada-Speranza’yı tamamlayacak öteki olarak bizzat kendisini ileri sürebileceği içindir bu. “Bundan böyle kâh insanın kâh adanın üzerine konacak ve beni sırayla bir birisi bir diğeri haline getirecek bir uçan ben var.” Sayfa 72

Bu tespit, bir bakıma bütünüyle doğrudur. Çünkü kendisi kurucu Bay Crusoe olarak adanın atanmış valisi ve yasa yapıcısıyken bütünüyle Bay Crusoe’dir. Fakat uyumuş ve yeni uyanmışken, su saati durdurulmuşken, bataklığa gömülüyken, dağılan bir yağışa katılarak işiyorken Bay Crusoe, kendisi doğa tarafına geçmiş bulunuyordur ve bu konumu işgal ediyorken o, ada-Speranza etkin ve kurucu bir ben olarak arzı endam eder; öteki olarak doğa- Bay Crusoe atanmıştır artık ve ben, bu yoldan uçarak Bay Crusoe ve ada-Speranza arasında dilediği gibi gezinebilmektedir.

Buradan bakınca, sabitlenmiş ve bir konuma oturmuş bir benden söz edilemez görünüyor. Ben, durmaksızın kendini kendisi dışındaki öteki-ben konumlarıyla sabitleme ihtiyacı içindedir ve öteki konumunu işgal eden benler de başka ötekilerin konumlarına göre konumlanmaktan müteşekkildir. Bu bakımdan parmakla gösterilerek sabitlenebilecek bir ben, söz konusu edilemez. Bundansa, durmaksızın konumlanması gereken bir ben-ağ sistemi olduğu ileri sürülebilir daha çok.

13-

Ada-Speranza kendiliği, Bay Crusoe’nin kendi yaşamıyla ilgili algısı değiştiği andan itibaren bambaşka bir biçime dönüşecektir. Ada, bütünüyle ele geçirilmiş, ürünleri gelmeyecek bir gelecek için konserve edilmiş ve yığılmış, hayvan ve bitki tabiatı bakımından ele geçirilmiş, üzerindeki coğrafya alanı kadastrolanmış ve Bay Crusoe üzerine kaydedilmiş ve nihayet Bay Crusoe, adaya vali ve general olarak atanarak siyasi disiplin de bütünüyle sağlanmıştır. Fakat Bay Crusoe, bu başarılarının ardından değişime uğramıştır.

Bay Crusoe su saatini çalıştıran mekanizmaya suyu eklemeyi unutmuştur. Bu da doğal olarak saatin durmasına yol açacaktır. Bu unutuş, zaman hakkındaki yargısını bütünüyle başka bir zemine kaydıracak kuvvettedir. Kendisini yozlaşmadan-bataklıktan korumak ve kurtarmak için zaman yönetimini yeniden icat etmek zorunda kalması kadar devrimci ve dönüştürücü bir farkındalıktır bu. Öyle ki, tıpkı Fransız devrimi başladığında, birbirlerinden habersiz Paris şehrinin saat kulesine çeşitli yönlerden ateş eden işçilerin yaşadığı özgürleşme tepkisini çağrıştırır.

Öte yandan saatin durduruluşu sadece Bay Crusoe’i özgürleştirmemiş, ada-Speranza üzerinde de benzer bir etki yapmıştır. Daha fazla “yararlı” ürün vermek için Bay Crusoe tarafından kırbaçlanmaktan kurtulan ada-doğa elemanları tekrar özlerine doğru yol almaya başlarlar. Saflık ve kendilerinde bulunan yetkinlik alanına dönüyor ve var oluşlarının temeline tekrar kavuşuyorlardır. Böylelikle Bay Crusoe, ada-öteki olarak bir kültürel-uygar adadan başka bir adayı fark edecektir. Bu ada, pembe şafakların adası, gergin ve diri bir ada. Kullanımlık ada olmaktan ziyade üzerinde bulunmaya alan açan bir ada. Bay Crusoe için bir ada değil, kendisi için ada olmayı bilmemesi itibariyle bir kendilik olarak ada değil, kendiliğinden-kendinde kaim bir ada ve doğa gibi verili, kurulu-olmayan bir ada.

Bu noktada, Bay Crusoe’nin en yakıcı sorunu olan kendilik, öteki ve ada-Speranza hakkındaki akıl yürütmelerini irdelemek gerekecek. Bu yoldan, yine öteki meselesini epistemoloji temelinde yeniden ele almak mümkün olacak gibi görünüyor.

Bay Crusoe keşfedecektir ki iki türde bilgi vardır. “Başkası yoluyla bilgi ve benim tarafımdan bilgi” sayfa 78. Bu iki bilgi tipinin ilki, karanlık bir odada dolaştırılan şamdan alegorisi üzerinden anlaşılır. Şamdan, bazı nesneleri bilmenin aydınlığına getirecektir. Parça parça, yarım yamalak elbette. Ancak nesneler bu aydınlatmaya maruz kalmakla asli varlıklarından ne eksilir ne artarlar. Dolayısıyla bu bilme, yarım bir bilmedir. Parçalı bilmedir. Ve nihayet bu bilme, öyle ki bir yabancının bana ait bir odada dolanması gibidir. Ben bu dolanmayı ve bu bakışın görmesine maruz kalan nesneleri zaten biliyorumdur ve anlaşılan bu yoldan, bu görmenin ben tarafından görülmesi üzerinden bilme gerçekleşir. Öteki, burada, nesneleri bilerek benim için bilinir kılan bir işlevi üstlenir. Bilme için gereken görme duyma tatma koklama hissetme gibi etkinlikler, beni bilen öteki-özne’ye bağlar ve nesneleri bileni bilerek bu yoldan bilgi edinirim. “Çünkü, o kişi başkasıdır ama o nesneleri ben-bütün sahneyi gözlemleyen kişi-bilirim” sayfa 78

Aslında bilme üzerine yürütülen bu acemice tefekkür, ancak Bay Crusoe’nin içinde bulunduğu olağanüstü koşullar bağlamında açıklanabilir ve bir anlama tekabül edecekse, bu yoldan eder. Öteki, ben-özne’yi bütünleyen, tamamlayan bir etkiye sahiptir demiştik. İnsan bütünüyle sosyal bir varoluştur. Başkası bulunmaksızın bir kendilik edinemez ve tam da bu yüzden Bay Crusoe’yu başkası bilme eyleminde bulunarak bilme gibi toplumsal-zihni bir etkinliği gerçekleştirir, bu bakımdan onun zihni eylemi ile benim zihinselliğim arasında tıpkı sosyal ilişkilerde olduğu gibi bir ilişkisellik ortaya çıkar ki ben, öteki-özne’nin baktığı bana ait odayı-dünyayı zaten kendimce de biliyorumdur ve anlamlandırmışımdır da, diye akıl yürütülebilir. Ada-Speranza’nın kendini açması, açıklaması, saltık ben özne olarak zihnimin ada-Speranza’yla ilişkiye girebilmesi ise bir başka ön koşula gereksinim duyuyordur. Bizzat ben olarak bilme, dolayımsız ve başkaları üzerinden olmaksızın saltık nesne ve zihin ilişkisi nasıl kurulur?

Yine sorun başka-öteki sorunudur aslında. “Ben’i, başkasıyla bir tutmadan betimlemeye çalışırsak…” sayfa 79.

Ben bir başkası olarak kurulabilir ama ortada özellikle içsellik olarak uygarlık değerleri gibi silsileye dayanılamaz çünkü en ilksel bir aşamayı, bilme aşamasını araştırıyoruz. Ben, bir başka zihin ve onun bütünlediği nesnelerin bilgisiyle dolayımlanarak bir bilme aşaması tesis ediyordu.

Ben-zihin, nesnelerle ilişkiselliği içinde nesneleri bilir. Bunun için onlarla etkileşime girecektir elbette. Ancak nesne, kendini bilen bilince gereksinim duyulmaksızın vardır. Doğa elemanları öylece bulunuyordur ve bulunmayı sürdürürler; üzerlerine ışık düşürülmeksizin de bu böyledir. Öyleyse nesnelerin dışarıdan düşürülecek bir ışığa gereksindikleri ileri sürülemez. Bu, olsa olsa öteki-zihin’le ilişkilenme modelimiz açısından anlamlıdır, nesneyi kavramak için değil. Bu bakımdan nesneler içten aydınlatılmışlardır ve bizim zihnimizin onlara tutunmasına ihtiyaçları yoktur; vardırlar ve zihnimizi tetikleyerek ve ona dayanak oluşturarak onu üretirler. Yine de doğanın öyleceliğiyle ilgilenmiyor, Bay Crusoe’nin zihni faaliyetleri, somut toplumsal bağlamdan çözülmüşken nasıl sürdürülebiliyor, buna odaklanmak istiyoruz. Dolayısıyla Speranza-ada, bizzat Bay Crusoe’yi oluşturacak, onun zihinselliğini kendi yansımalarıyla kuracak tek özne konumundadır. Bu bakımdan, zihnin yapısının ve işleyişinin doğa elemanlarının bir türevi olduğu bilgisine Bay Crusoe ile birlikte ulaşıyoruz. “İşte o zaman Robinson Speranza’dır. Kendi bilincine ancak güneşin bir avuç ok sapladığı mersin ağaççıkları yoluyla varabilir, kendisini ancak sarışın kumun üzerinde kayan dalganın köpüğünde tanır” sayfa 79.

Bir aşama sonrası için Bay Crusoe’nin yürüttüğü bilme tarzı şu olacaktır: Ada nesneleri, kendilerini bilinir kılan zihin etkinliği tarafından çatlatılarak ele geçirilir. Artık nesneler bilmenin elemanları tarafından emilmişler ve öylece varlıklarından soyundurulmuşlardır ve Bay Crusoe’nin bilincinin uzantısına dönüşmüşlerdir. Bay Crusoe’ye göre nesne bu yoldan özne derekesine düşer. Yani asli özünden (o öz neyse) soyundurulur ve zihnin elemanları arasına katılır. Bu, bir düşmedir. Doğa elemanlarının zihin elemanları tarafından söndürülmesidir ve onlardaki yüce oluş’tan eser kalmamasıdır artık.

Elbette Bay Crusoe’nin bütün uygar etkilerinin hiçleştirilmesini buluyoruz bu noktada ve bütün bu etkilerin, üzerinde bunca durulan, uğruna büyük savaşımlara girilen ve düzenlemek için zamanlara binilen ve emekler sarf edilenin bütünüyle yadsınması, bunun yerine kendi özleri itibariyle yüceltilmiş nesneler dünyasının Bay Crusoe bilinci etkisiyle söndürülmesiyle karşılaşıyoruz. Bu, bir bakıma ada kuvvetlerinin galebe çalması anlamına gelir; bu yoldan bataklık kuvvetlerinin ama keçi üretme eylemlerinin değil, kumsalda salınan dalga parçalarının ama tarım arazilerine el koymanın değil ve güneşin altın saçlarının egemen ağaçların küçük ellerine düşürülüşü ama anayasa ve ceza yasası maddeleri yazmanın değil.

Özne, küçük düşmüş nesnedir” sayfa 80. diyecektir Bay Crusoe. “Gözüm ışığın, rengin kadavrasıdır. Burnum, gerçekdışı oldukları kanıtlandıktan sonra, kokulardan kalan tek şeydir. Elim, tutulan şeyin varlığını çürütür. Öyleyse bilgi sorunu, tarihe aykırılıktan doğar. Bu aykırılık, özneyle nesnenin eşzamanlılığını içerir. Oysa nesne ile özne bir arada var olamazlar; çünkü ikisi de önce gerçek hayatın içine sokulmuş, sonra da ıskartaya ayrılmış olan aynı şeylerdir. Robinson, Speranza’nın kişisel dışkısıdır.” Sayfa 80-81.

Akıl yürütme takip edilebilir görünüyor. Koklanan şey koklama eylemi yüzünden kendiliğinden uğratılacaktır; koklanan nesne o kokuya indirgenerek. Dokunduğumuz şey, asli nitelikleri itibariyle artık dokunularak yerinden uğratılır; dokunma duyumuzun bizdeki etkimesine indirgenerek dokunulan nesne. Görerek bir nesneyi bilme alanına taşımış ve onu öldürmüş oluruz; görme eyleminin bizdeki sonucundan başka bir şey olamaz görülen nesne; nesne, görülen-nesne olur artık.

Hem nesne hem de zihin-özne, kendi başlarına varlık olurlarsa ancak kendi tarihselliklerini sürdürebilir ve buna bütünüyle yerleşebilirler, bu akıl yürütmeye göre ki esasen zihin bir türevse ki öyledir, ne bir eşzamanlılıktan söz açılabilir ne de kutlu nesnelerin öldürücü zihin eylemlerine maruz bırakılmasından. Fakat nesne ve özne bir arada var olamazlar, özne zihnin de esasen bir nesne olması bir yana bırakılacak olursa, belli bir akıl yürütme modeli açısından doğru görünüyor. Bir “gerçek hayat” araştırması yapılsa bu nerede bulunurdu, gerçekten sorulması gerekir ama nesnenin bilen özneye ve onun etkilerine maruz kalması meselesi, Speranza adasından öz varlığını koparıp alan Bay Crusoe’nin bilincinin etkilerinin kaçınılmaz sonucu ise, doğa elemanları asıl ve tözsel alan-yatak, Robinson ise bunu yerinden söken zihin’dir ve bu bakımdan bu bilme eylemi ada-Speranza varlığını yerinden uğratıyorsa, Bay Crusoe etkisi itibariyle ada-Speranza’nın kişisel dışkısı, denebilir. Ancak bir zihnin bilme eylemiyle adayı kirletmesi için adanın bütünüyle kutsal bir var oluş alanına taşınması gerekir. Nihayet ada varlığın bilincimiz üzerinde bir etkisi olmayacaksa ada henüz bulunmamış olacaktır; ada bulunduğu andan itibaren bilincimizin kendine has tarihsel biçimine göre işlem görmeye başlayacak demektir. Nitekim bu tarihselliği, adaya uğrayan yamyam kabile elemanlarının adayla etkileşimiyle Bay Crusoe’nin uygar adayla karşılaşma bilinci arasındaki farktan öğrenebiliriz. İkisi de insan türünün üyeleri olan bu varlıklar, ada üzerinde ve ada üzerine bambaşka tasarruflarda bulunacaklardır. Dolayısıyla, yamyam zihninin bilmesi açısından ada, sadece işlerini görmek için uygun bir zemin olsa gerektir ve Bay Crusoe için aynı ada, İngiltere’deki bir çiftlikten fazlası değildir vb.

Ve bu görüş açısına göre ada, asıl özne olarak kendini var ediyordur ve kendisine eklemlenecek bir zihne ihtiyaç duymaz bu durumda. Şaibeli akıl yürütmeler bunlar. Asıl sorunlu kavram özne kavramıdır. Ada açısından bu öznelik, hiçbir bakımdan mümkün değildir; ada doğa eylemlerinin sonucu olarak, anlaşıldığına göre bir volkan püskürmesinin ürünüdür, milyonlara varan yıllar içinde özne olmaya kalkışmamış, kendi öyleceliği içinde varoluşunu sürdüregelmiştir. Adaya doğrudan özne konumunu atfetmek için Bay Crusoevâri bir akıl yürütmeye, bir uygarlık filozofyasına gereksinim vardır. Ada bu bakımdan bir özne olmaktan ziyade, kendinde varlık olarak süregiden öyleceliktir.

Fakat bu akıl yürütmeyi kurtaracak bir kapı aralanıyor gibidir metinde. Takip edelim.

Bereketli ve uyumlu, kusursuz bir şekilde işlenmiş ve yönetilen, bütün iyi niteliklerinde güçlü bir dengeye sahip, bensiz, yolunda dosdoğru ilerleyen bir ada. Bensiz, çünkü bana o kadar yakın ki saf bir bakış olarak bile artık benim için dayanılmaz hale gelir ve benim de o yakın, fosfor ışıltıya indirgenmem gerekir. O ışıltı ki kimse onu bilmeden, bilincinde olmadan, bilinçli bir insan olmadan her şeyin bilinmesine neden olur… Ey ince ve saf, bunca kırılgan, bunca değerli denge!” sayfa 81

Sahiden kırılgan bir denge burada ileri sürülen. Bilmeden ve bilincinde olmadan her şeyin bilinmesi ifadesi bize ne veriyor?

Robinson ve ada karşılaşması yaşandığı andan beri Robinson aktif-özne’dir ve ada, öznenin eylem ve tasarruflarına maruz kalarak hem biçimini hem de Bay Crusoe tarafından atfedilen anlamını durmaksızın değiştirir. Bunu yeterince takip ettik diyebiliriz. Ancak şu var; eğer ada Bay Crusoe zihni tarafından aydınlatılmadan da aydınlıksa ki öyledir; işler Bay Crusoe’ye bağlı olmaksızın da yürüyecekse ve yürümüşse, adanın kendine ait bir bilme tarzıyla süregeldiği ve süregideceği kendiliğinden anlaşılacaktır. Bay Crusoenin denkleme ısrarla kendini yazması anlaşılabilir elbette. Çünkü kendisi bir bağlama iliklenmeden varlığını sürdüremeyen, anlam sorunu etrafında mesai harcayan bir türe, insan türüne dâhil bir canlıdır. Adada yaşayan keçiler bakımından adayla ilişki, basacak zemin ve yenecek bitkilerin çeşitliliğidir, bir de içilecek tatlı su sunuyorsa ada, biliniyordur. Bu bakımdan insan zihninin kendine bir iliklenme bağlamı aramasını veri alıyoruz ve yine de adanın kendi bilmesinden söz edebiliyoruz. Bu nokta karara bağlanmalıdır; elbette bu yapılabiliyorsa. Ada üzerinde etki eden doğa kuvvetleri, oluşumundan başlar elbette. Bir volkan püskürüğü olarak ada zemini. Topraklaşma için gereken uzun süreler. Bitki ve hayvan habitatlarının kuruluşu için gereken zamanın geçmesi. Rüzgâr ve güneş ve deniz kuvvetleri; yağmurlar. Bütün bunlarda bir zihni faaliyet bulamıyoruz ve bir bilme, mümkün görünmüyor artık.

Şöyle de sorulabilir: Denklemden Bay Crusoe çıkarılırsa ada varlık ne durumdadır? Milyonlarca yıldır olduğu şey neyse onu olmaya devam etmek elbette. Robinson için ada varlığı denklemden çıkarılırsa peki? Ne yazık ki ayağını basacağı zemin, besleneceği hayvan ve bitkiler, başını sokarak yağmur ve rüzgârdan korunacağı ada bedeni, eğer ada bunu sunmuyorsa artık tatlı su, üretim ve sahiplik faaliyetlerinin konusu olacak toprak kalmıyordur. Denklem adayla kurulabilir. Bay Crusoe’suz kurulabilir, ama sadece denkleme Bay Crusoe yazılarak adasız kurulamaz. Burada bir denge, ince, saf, kırılgan ve değerli olması şurada dursun, en basit ve kabasından bir denge bulunmamaktadır.

14-

Su saatinin durdurularak zamanın dışına çıkıldığı, zamanın tüketilen bir kaynak olarak algılanmadığı bir dönemde Bay Crusoe, Speranza’nın kalbinde bulunan ve işin aslı o güne dek adadan soyularak talan edilen besin maddelerinin yığıldığı bir silo görevini gören mağaraya girecektir. Bu mağara, bir tür ada kasasıdır. Besinlerle tıka basa doldurulmuştur. Kullanmadığı çeşitli araç gereç için olduğu kadar, yıkıcı kuvvetiyle gemiden ele geçirilen barut stoku için de bir depodur.

Adanın yönetici efendisi olarak Robinson su saatini durdurarak konumunu terk etmiş durumdadır. Ada için kişisel değerlendirmesi, onun bir dişi varlık olduğudur. Verimli, üretken, besinler ve tatlar sunan, huzur bahşeden bir dişi varlık. Ve tam ortasında bir delik gibi algılanan mağarası, doğal olarak Robinson’a çekici gelecektir.

Aslında yakından bakılınca işler ileri sürüldüğü kadar masum olmasa gerektir. Çünkü ada egemeni olarak Bay Crusoe, hiç de egemenliklerinden soyunarak dişisinin koynuna sokuluyor sayılamaz. Ada egemeni olarak, adanın girilmedik, kendisine kapalı gibi görünen bir deliğinin bulunması, Bay Crusoe için keşif merakıyla maskelenmiş bir egemenlik alanını bütünleme arzusu olarak okunabilir. Bütün barutunu buraya yığmıştır ve patlaması halinde ada üzerinde yıkıcı etkileri salacağı açıktır bu barut kütlesinin. Somut hiçbir amaca hizmet etmeyecek böylesi bir materyal neden adanın güvenli mağarasında ısrarla konumlanmış ve saklanmış olsun? Herhangi bir tedbirlilik meselesi sayılamaz bu tasarruf. Çünkü Bay Crusoe apaçık farkındadır meselenin: “… zincirlerinden boşanması yalnızca kendi yetkisinde bulunan ve varlığıyla gerçek bir güç duygusu esinleyen bu yıldırıma çok bağlıydı. Bu kulakları sağır edici tahtın üzerinde, adayı ve ada sakinlerini Jüpiter’e özgü buyurganlığının altında kul köle ediyordu.” Sayfa 82-83.

Mesele anlaşılıyor; dişi-ada üzerinde, adanın deliğine yerleştirilmiş bir patlayıcı materyalin tetiğini elinde tutmak, onu dişilik organı sayılabilecek bu delikten yakalamak, Bay Crusoe’yi kudretli hissettirir. Tıpkı öldürme yetkisini elinde bulunduranın, bu yetkiyi kullanmaksızın da kendini kudretle dolu hissetmesine benziyor.

Öte yandan, Bay Crusoe tahıl, et, süt stoklarını tuttuğu bu yere kendisini de stokluyor denebilir. Adadaki mağaranın dibe inen kanalından geçerek kendini zorlukla soktuğu bir yuvacık bulur Bay Crusoe ve kendini adanın beyaz ve çıplak bademi olarak, adanın en has üretimi olarak hisseder burada. Kabul edilir ki kararlı bir tutum değildir buradaki. Egemeni olmak için içine girilen ada var bir yanda ve kendisini, onun meyvesine, ‘ruhuna’ dönüşmüş hissettiren bir ada diğer yanda. Adanın bir zemin, tözsel bir temel varlık olduğu açıktır. Ona uygulanan kuvvetler meselesinin üzerinde durduk yeterince. Ama bizim uygarlığımızın doğaya eklemlenmiş, aslında onu esas alan ve onu dönüştürmekten pek başka bir şey yapamayan türev kuvvetleri düşünülürse, ada, asli varlık olarak orada, yerini kaybetmeksizin durmaktadır. Bu bakımdan ada, üzerinde olan biteni mümkün kılan zemin, asla dayanaklarını yitirmeyecek tözsel doğanın bizzat kendisidir. Bay Crusoe’nin bütün böbürlenmeleri karşısında, denizden kazanılmış bir alanı işgal eden gövdesiyle kadim bir varlıktır. Bu bakımdan Bay Crusoe, kendisini adanın içine yerleştirmek ve onun bir parçası olmakla meşgul olmak zorundadır da bir açıdan. Şu ünlü ada-öteki’nin akli ve bedensel varlığına bütünüyle etki etmesinin önünü açar bir yandan ve adanın tam içindeyken, mağaranın dibindeki karanlık yuvada yuvalanmışken yaşadığı neredeyse bütün içsellik Bay Crusoe’nin çocukluğuna dairdir; annesiyle ilgili hatırladığı kadar tasarımları sürer durur. Adanın içinde, annesinin içinde gibidir ve onun koruyuculuğunu hisseder. Buna eklenmesi gereken şu olabilir; Bay Crusoe iyice dar olan bu yuvaya yerleşebilmek için bedenine süt sürmek zorunda kalmıştır ve uygun tek pozisyon da cenin pozisyonudur.

Çürümeye ve çürütmeye yatkınlığıyla bataklık deneyimi ile mağara deliğine girme deneyimi bir bakıma akraba sayılır. İkisi de doğanın kendine has kuvvetlerinin alanına dâhil ve Bay Crusoe için mağara tecimsel mallarıyla doldurduğu ve sonra kendisini de içine soktuğu bir ana-ada rahmi. (Geçerken söylemek gerekirse, bataklık da birtakım su yönetme sistemleri kurularak pirinç yetiştirmek amacıyla uygar tarıma “kazandırılacaktır. Anlaşılan Bay Crusoe, kendini doğa alanının saf tözselliğine teslim edermiş gibi görünürken bile bu alanları insan etkinliğinin verimleriyle nasıl doldurarak ele geçireceğini ve doğayı mümkün bütün kapasiteleriyle ele geçireceğini hesap etmekten geri durmaz) Yaşadığı çocukluğunu yeniden deneyimleme, kadim adanın bağrında kadim anayı bulma gibi deneyimler bile onun ancak kutsal kitap üzerinden bir alegori kurarak sözde bir aydınlanma aşamasına varmasına yol açabilir; çünkü nihai ve tam anlamıyla bir medeniyet yürütücüsüdür ve içselliğini de ancak bu biçimde ele alabilecektir.

Ama bunu küçümsemeli miyiz? “Eğer insanı hayvandan ayırt eden şey, doğanın hayvana karşılıksız vermiş olduğu şeyleri-giysisi, silahları, rızkı- insanın yalnızca kendi üretiminden beklemesiyse temel sorun, asıl insanlık sorunu budur.” Sayfa 94.

Artık biliyorum ki başkasının varlığı, insanoğlu için temel bir öğe olmasına rağmen, yeri doldurulamaz değil.” Sayfa 93.

İkinci akıl yürütme temelsiz görünüyor. İnsanın temel sorunu doğa kuvvetleri karşısında varlığını sürdürmek için emek etkinliğine dayanmaksa ve bu onu kaçınılmaz öteki’ne bağlıyorsa, yeterince gördüğümüz gibi öteki ancak ikame bir ötekidir; kurtuluş alanı olarak ada-anne bedenine bağlanmak bile içine mal yığılmaksızın düşünülemeyen bir mağara-rahim aracılığıyla olmaktadır; ve kendini de çocuk Robinson olarak mağara-rahim’e zorla sokar. Çocuk, annenin ürünüdür ve çocuk Robinson da işletilen adanın ürünü olmalıdır. Buradaki tecim mallarının örtük ötekilerden başka bir şey olmayan uygarlık elemanlarının/kuvvetlerinin, yani üretim ve hasat ve saklama bilgisinin toplumsal karakterine dayandığını görmezden gelemeyiz. Üretimin karakteridir toplumsal olan ve insan, üretimden bağımsız bir var oluş geliştiremez; nicedir böyledir ve Bay Cruso, üretimin ve malları biriktirmenin yeni karakterini temsil eden bir sınıfın, burjuva sınıfının doğuşunun şafağıdır ve bütünüyle gömülüdür buna; bütün ötekileri içinde barındıran üretim süreçlerinin bilgisini ada-ana’ya uygulayacaktır doğal olarak; onun kurulu yeni doğası budur ve bunun içinde saklı ötekilerin kendisine ayan olmaması, durumunu değiştirmeyecektir.

15-

Saf anlamıyla cinsellik, yaşanamaz karakteriyle nerededir peki? Bay Crusoe tutsak bulunduğu adada özgürlüğü, uygarlığı ve öteki’ni ikame gereçlerle yerine yerleştirmiştir. Cinsellik için henüz bir çözüm görünmez ufukta. Ancak hem türü en genel anlamıyla, üreme anlamıyla ilgilendirir cinsellik ve hem de kaçınılmaz öteki’ne muhtaç bir etkinliktir. Elbette erotik etkinliklerimizin sadece bir yüzüdür; fakat kök-yüz. Yine de bu bile yatağından taşırılarak yeni yataklara akıtılabilirdir. Cinsellikle ilgili olarak başka bedenlere dolaysızca ihtiyaç duyuluyor gibi görünmesine rağmen, daha geniş bir anlama gelecek biçimde erotik olan, seks eyleminin ötesinde yerleşimler inşa etmemizin önünde bir engel bulunmaz. Ancak buraya gelmeden, Bay Crusoe’nin türünün ve uygarlık bilincinin taşıyıcısı spermleriyle ilgili ne gibi tasarruf hayalleri içinde olduğuna kısaca bakalım: “Speranza’nın valisinin tohumuna bulanıp, York’a kadar uçarak, terk edilmiş karısını dölleyecek efsanevi bir kuşu düşlediği oluyordu.” Sayfa 96-97. Bay Crusoe, üstün kurucu ve kazanıcı bilgilerle dopdoludur ve eylemleri de bir adayı ele geçirecek, onun bütün kanallarına nüfuz edecek kadar kudret taşıyordur. Elbette kutsal tohumları, geride bıraktığı karısına kadar ulaştırılmalıdır; çünkü yaygın gibi görünen ama epey zor bir şeyi yapmış ve bütün varlığını başkalarını ve doğayı tahakküm edecek, sömürüsünün konusu haline getirecek materyaller olarak yeniden kodlamıştır ve bu kod, kendini her insanda tekrarlayan bir yaşama biçimi haline gelene kadar sonsuz kere tekrarlanacaktır. Yine de insanların bütünüyle içine giremeyeceği mahirliklerle kapalı alanlar barındıracaktır bu yeni insan olma biçimi; Bay Crusoe’nin bize müjdelediği ve örneğini sunduğu budur. Herkes burjuva düşünme tarzına katılabilir ama herkes sınırsız soyguna fiili olarak dâhil olamaz; burjuva seçkinciliğinin de temellerini atar Bay Crusoe. Seçkindir, çünkü yepyeni bir acımasızlığı temsil etmektedir. Asla doyurulamayacak bir içsel kuvvetin ortaya salınmasının kristalize edildiği, bir metinde ilk biçimi bulunarak heykel gibi somutlaştırılan başkahramandır. Bu kadar önemli bir insanın döllerinin sürmesi için elbette kutsal bir kuşun döllerini York’a kadar taşıması iyi olurdu. Kapitalizm, işleme zemini bulduğuna göre, sınıfına yeni taraftarlar toplayacaktır elbette. Ancak onun kutsal ve çoğalması kaçınılmaz tohumları, yani kendiliği, yani iş bilgisi, hasat ve ürünleri kaldırma ve tecimsel hale getirme bilgisi, yasa koyuculuğun bilgisi, cezalandırma bilgisi, toprağa diz çöktürme bilgisi sadece fantezi olarak York’a taşınacak değildir. O, karakterini bizzat adaya zerk edecek, adadan çocuk yapmak isteyecektir. Şu nüfuz edemediği doğa kuvvetleri tarafından yıkılmış bir ağacın uygun yarığına cinsel organını sokarak nihayet doğrudan cinsel eylemin sarsıcılığını uygulama zemini bulur. Ada bedene doğrudan girerek onu döllemiştir artık. Tekrar ve tekrar, tıpkı cinsel eylemlerin doğal karakterine uygun biçimde, sürekli bir döngü içinde devrilmiş ağaçta gördüğü kalçaları ve yarığı ziyaret eder. Bu çiftleşmeden umarı şudur Bay Crusoe’nin: “Robinson, herkesin başının üzerinde erkeklik ve dişilik organını- kocaman, canlı renklerle bezenmiş, kokulu- gururla taşıyacağı bir insanlık düşlüyordu.” Sayfa 98

Cinselliğin doğal temellerinin yükselişi, bastırılamaz biçimde ortaya çıkışı, doğa elemanlarıyla cinsel birleşme yaşanması Bay Crusoe’yi doğaya-doğasına mı yaklaştıracaktır? Hayvan varlık temeline insanın? Ya da erotik eylem ve cinsel doyum, bedene saplı bulunan arzunun bu taşma için kendine has bir yol bulması ve bu yoldan doğanın gövdesine katılma ve ulaşma mıdır burada olan? Pek değil. Mesele, çiçeklenmiş cinsel organlarını başlarının üzerinde taşıyacak yeni bir insanlık soyu düşünmek, bu bakımdan cinselliğin sere serpe yaşandığı, cinsel organların saklanma zahmetine girilmediği bir tür doğa-oluş, beden-oluş’a dönme talebi değildir işin aslı. Asıl talep, Bay Crusoe’nin bir başlatıcı olmasıdır. Onun kutsal tohumları tarafından açlık duyduğu cinsellik bakımından serbest kılınmış ama muhakkak bütünüyle bir başlatıcı enerjidir ortaya çıkan. İnsanlığı, bu kendi yeni esasları çerçevesinde, uygarlığın vardığı aşama bakımından temsil ederek ve cinselliği serbest kılarak, onu çiçeklendirerek başlatmak, başlatıcı olmak istemektedir. Bay Crusoe nihayet gerçekten de burjuva insanının romanı olmak bakımından bir ilktir; ilk kahramanıdır burjuvazinin. Bir tür talancı, efendi, ikiyüzlü dinselliği ve sahte yücelik duygularıyla dolu olması, türünün geleceği açısından epey belirleyici sayılmalıdır.

Peki, Bay Csuroe’nin süregiden cinsel eylemlerinin bir örümcek tarafından ısırılan cinsel organı yoluyla cezalandırmasını nasıl anlamak gerekir? Bay Crusoe bu durumu, elindeki tek gereci kullanarak anlayacaktır doğal olarak. Ahlak gerecidir söz konusu olan. Doğaya, bir örümceğin ısırma etkinliğine içerilmiş bir ahlak bulmak pek mümkün görünmüyor. Bu bakımdan Bay Csuroe haksızdır. Organı, bir örümceğin yuvası olabilecek kuytuya sokulmuştur ve örümcek, bildiği tek savunma refleksini kullanarak bu yabancı nesneyi ısırarak kendini kurtarmaya çalışmıştır.

Durum buysa, beyefendinin cinsel organı doğa açısından yeni bir bütünlenme ve kucaklaşma vesilesi değil, yabancı muamelesi görecek tanınmadık bir nesnedir. Ağaca yerleşmiş örümcek açısından Bay Crusoe ve uygarlaştırıcı cinsel organı, ait olmadığı yere sokulmuş durumdadır ve reddedilir.

Bay Crusoe’nin cinsel faaliyetleri sürer. Örümcek tarafından ısırılarak ağaç gövdesinden atıldıktan sonra, yine kendine has aydınlanma anlarından birinde adanın bedeni üzerinde, bir belende yatarken adayı cinsel arzunun nesnesi olarak kavrar ve adasıyla çiftleşir. Bir alıntı gerekli ve aydınlatıcı olacaktır: “Adanın, yanındaki, neredeyse şehvetli varlığı onu ısıtıyor, heyecanlandırıyordu. Onu sarmalayan bu toprak parçası çıplaktı. O da çırılçıplak soyundu. Kollarını iki yana açmış, kasıkları heyecanla dolu, bütün gün güneşten yanmış ve akşamın serin havasında misk kokulu bir ter salgılayan topraktan gelen büyük bedeni bütün gücüyle kucaklıyordu… Cinsel organı toprağı bir saban demiri gibi kazdı ve yaratılmış tüm şeylere karşı sonsuz bir acımayla oraya aktı. Pasifik’in koca yalnız adamı imgesi için ne garip tohumlardı bunlar! Burada, şimdi, tükenmiş olarak toprakla evlenen adam yatıyor.” Sayfa 102.

Yattığı yeri bir kadının bel çukuru ve sırtına benzetir Bay Crusoe ileriki satırlarda vs. ada onun dişi-öteki’dir. Tarıma elverişli bir dişi; çalıştırılmaya ve ürünlerine el konmaya açık, saban demiriyle rahmi sürülerek dişi bedeni olarak kullanılmaya uygun tohumları, “acımayla” akıyor ada toprağına. Sonsuz acıma duyuyor; nihayetinde bir efendinin keyfi kullanımına sunulmuştur dişi-ada. Mükemmelen açıklayıcı bir zihin; eylem ve etkinliklerinin farkında ve ada üzerindeki tahakkümünün sınırlanmasını istemiyor. Nitekim onu bir toprak zemin olarak, üzerindeki verili imkânlar ya da üretim alanları açısından ele geçirdikten başka, bataklık ve içi boş mağarası bakımından ele geçirdikten ve hükmü altına aldıktan sonra, devrilmiş ağacıyla çiftleştikten sonra, elinde kalan bir başka imkânı değerlendirmek mantıklı oluyor; adayla doğrudan cinsel ilişki kurmak. Böylelikle onu o dönem kültürünün bir erkeğinin dişisiyle yapmayı normal, doğru ve ahlaka uygun bulacağı biçimde dölleyerek karısı yapıyor; kendini doğrudan efendi olarak atamanın kültürel kodlarla belirlenmiş bütün yönlerini uyguladığını izledik; ada valisi/generali ve yasa koyucusu olmuştu. Bundan başka uygarlık bilgileriyle adanın bütün toprak, bataklık ve mağara ve bitki ve hayvan varlığının ele geçirilmesini izledik. Geriye sadece adayla doğrudan kurulacak bir cinsel ilişki yoluyla adanın dişileştirilmesi ve üzerindeki tahakkümün sağlamlaştırılması kalıyordu, tamamlandı.

16-

Ele geçirme, iktidar kurma, kendi dışındaki bütün kuvvetleri kendi yararına koşma gibi kavramlarla konuştuk şimdiye dek. Fakat Bay Crusoe açısından hep gizli bir tehdit de alttan alta kendini duyurdu. Bay Crusoe’yu bir insan olma modeli olarak kavrayarak bugüne kadar süregelecek olan bir insan biçiminin ilk tözü, onun ilk kristalize olmasını bulduk metinde. Ancak bu noktada şuna da dikkat çekmenin ve ağırlıkla üzerinde durmanın zamanı geliyor; uygarlaştırıcı insan kuvvetlerine karşı dağıtıcı, insan olmanın dışına doğru ilerleyen, doğaya ve onun akli olmayan kuvvetlerine yönelik bir eğilim. Bu eğilim kendini su saatini durdurarak serbestliğe adım atışta, bataklık ortamının hayvanileştirici ılıklığında, hasattan tiksinme ve ürünleri kılıçtan geçirmede, mağara gövdesine girerek kendisini topraklaştırmasında ve nihayet, cinsel eylemleri yoluyla adayla kendini eşit kılmasında da açığa çıktı. Bu bakımdan hep iki yüzü olan, bir imkân bakımından sonuna kadar zorlanırken adada bulunmak, bir diğer imkânın bastırılması ama durmaksızın kendini duyurması biçiminde ortaya çıktı.

Bay Crusoe ada beleniyle yaşadığı cinsel birleşmeyi şöyle anlıyor: “Ve ben insanlıktan çıkma aşamasında bu yeni ilerlemeyi gerçekleştirirken, aynı zamanda bütünleyici benliğim de pirinç tarlasını yaratarak…” sayfa 107.

Devamında Bay Crusoe ile ada Speranza arasında, kutsal kitap parçaları aracılığıyla gerçekleşen sevimli seslenişler, birbirine aşk ilan etmeler sürer. “Böylece Speranza, artık konuşma yeteneğine sahip bulunuyordu” sayfa 108. Konuşma yeteneği neden gereklidir? Bay Crusoe için öteki, kendisiyle ilişkiye girecek ve onu kesinleyecek katılıklara sahip olmalıdır; herhangi bir öteki’nden beklenen neyse, yani yasaklar ve davet ve imkânlar ve engellemeler. Bir erkeğin bir kadınla yaşayacağı ilişkinin özsel nitelikleri ve aslında herhangi başka birisiyle. Bu bakımdan, özel bir sosyalleşme biçimi olarak ada-dişiyle bu ilişki, adanın konuşma alanına dahliyle uygarlık alanına getirilişidir. Ve buna ikinci anlam, karakter de eşlik eder; ada, sadece üzerinde habitatı bulunan bir toprak parçasıdır ve onunla konuşma içeriği barındıran bir ilişki, uygarlaşma alanına gidişi işaret ettiği kadar ondan kopuşu da işaret eder; doğa elemanlarına sosyal roller ikame edilmesi, şizofrenik anlam süreci inşa etmektir ve şizofrenide her zaman yönetilemez olanın karakter ve güç kazanmasını buluruz. İkiliğin türevi uygarlık açısından doğa alanıdır elbette. Hep dışarıda kalacak olandır ve içeriye davet edilmesi, epey riskli bir dengelilik akla getirir. Nitekim bu nokta metinde de açıklığa kavuşturulacaktır: “Var olmak, ne demek var olmak? Dışarıda olmak, sistere ex (Lat : dışında olmak) demek. Dışında olan var olur. İçeride olan var olmaz… … Dışarıda olmayan in-siste’dir. Var olmak için diretir. Bütün bu küçük dünya, büyüğünün, yani gerçek dünyanın kapılarını zorlar…” sayfa 104.

Bütün varlık alanının doğa alanı-dışarıda olan olarak tarif edilmesi gayet açıktır. Dışarıda-olmayan, ancak olmaya çalışmakla vardır; esas var oluş alanı dışarıdadır ve varlık alanının bütününü kaplıyordur. Demek ki varlığa gelmeye çalışan içerideki-akıl, dışarıdaki varlık alanına gelmeye çalışıyordur. Durmaksızın çekimine kapıldığı budur. Böyle bakılırsa, bir bataklık, çürüyen ve maddenin bozunmuş çeşitli biçimlerini barındıran bu doğa elemanı, bütün kurucu Bay Crusoe bilgilerinden çok daha “vardır”.

Bay Crusoe bu akıl yürütmeler sonucu cinsellik ve ölüm düşüncesine ve bunların birbirine yaslanarak iç içe geçmelerine, cinselliği ölüme benzetmeye vs ulaşacaktır. Bu da başka bir zemini teşkil ediyor; böylece cinsellik, dışarıda olana yönelme, ama tam da içeride olandan kaynaklanma olarak dışarıdakini arzu eden içeridekidir ve yaşamı üretmesi bakımından olduğu kadar, cinsel doyum sonrası ölüme en yaklaşılan an olduğu ileri sürülerek de tamamen dışarıdadır vb. bu döngüde, cinsellik içeriden kaynaklanıyor, dışarıdaki cinsel çekim sahibi şeylere yöneliyor; ölümün alt edilmesi, ve ölüme yaklaşma, içsellikten taşarak dışarı çıkılması ve dışarıdakine dönüşerek sonsuz bir alana adım atılması, kendi varlığının kısıtlılığından taşma ama tam da bu yüzden ölümle kucaklaşmanın kaçınılmazlığı; bunun kabulü…

Aslında üremek, kendi başına ölümlülüğü kabul etmektir. Ölümlülüğün bilincinde olmaktır üremek; aksi durumda üreme eyleminin hiçbir pratik anlamı kalmayacaktır; koşul, ölümsüz olunmasıdır. Bay Crusoe’nin cinsel organıyla toprağı döllemeye çalışması, cinsel organıyla mezarını kazmayla ilişkilendirilemez başka türlü.

Bunlar bize, kısaca konuşmak gerekirse, kendini gerçekleştirmek için varlığına can atılan öteki’nin dışarıda olması bağlamını, ada-Speranza’nın öteki olarak ikamesinin aynı zamanda insanın ikili karakterindeki karanlık alanı, cinselliğin içindeki ölümcül gücü ve bu bakımdan yine kurucu güçlerimize eşlik eden bozucu-çürütücü bir kuvvet alanını; ölümü içimizde taşımamızı ve canlılığın en yüksek biçimi halindeyken, cinsel eylem esnasında ölüme, doğanın bilmediğimiz alanına geçmesek bile sınıra ayak basışımızı veriyor. Böylece varlığımız, durmaksızın tehdit altındadır. Doğa kuvvetlerine katılmakla tehdit edilir ve uygarlaştırıcı kuvvetlerimizin ele geçirmediği alanlar bizi durmaksızın ölüme yaklaştırmakla tehdit eder. Bu bakımdan bütün uygarlık süreçlerinin doğa tehditleri karşısında insan ilişkileri örüntülerinden oluşan toplumsallığımızın özel biçimde harekete geçirilerek dağınık ve denetlenemez olana karşı bir bariyer inşa etmek olduğu ileri sürülebilir. Fakat öyle ki bu dağınıklık alanı-doğa kuvvetleri, kendi çağrılarına sahiptir ve bu çağrılar da yüksek bir erotik tasarım oluşturacak güçtedir. Hem içimizde öngöremediğimiz birtakım alanları kaplar ve bunların etkilerinin su yüzüne çıkmalarını bataklıkta ya da toprakla sevişirken ya da mağara içlerinde karanlık bir yuvaya kıvrılmakla buluyoruzdur, hem de doğa, düpedüz diyelim kuvvetli yağmurlar olarak bizim üzerimizde etkilerini saladurur; ya da kurtarıcı kayığımızın bilmediğimiz böcekler tarafından tamamen yenmesi ve artık haline getirilmesi de denebilir; ya da başka insanların bilmediğimiz kültürleriyle yine güvenlik alanlarımızı ihlal etmesi biçimini alır bu doğa tehditleri; bilmediğimiz ve yönetemediğimiz her şeyi kapsar ve bizi ölüme yaklaştırır. Ve nihayet, Bay Crusoe’nin öyküsünün başlangıcında, yine şiddetli bir doğa kuvvetinin, Pasifik fırtınasının uygarlığın sığınağı olan bir gemiyi paramparça ederek kayalıklara savurması vardır.

Belenle girdiği cinsel ilişkinin kendine has bitki çocuklarını keşfeder Bay Crusoe. Bu, adanın insanlaşması mıdır yoksa Bay Crusoe‘nin doğa bir elemanına doğru dönüşmesi mi? Bu ikili karakterin metinde işlemesini yine kısa bir alıntıyla takip edip ilerlemek gerek: “Artık karısı olarak adlandırabileceği adayı, valinin bütün girişimleriyle kıyaslanamayacak ölçüde daha derin biçimde insanlaştırmıştı. Buna karşılık daha sıkı birlik, kendisi için kendi insanlığını terk etmede bir ileri adım anlamına mı geliyordu, buna inanıyordu kuşkusuz ama bunun boyutlarını ancak uyandığında, sakalının gece boyunca uzayarak toprağa kök salmaya başlamış olduğunu fark ettiği sabah ölçebildi.” Sayfa 111.

Bedensel varlığımızın hayvani alt yapısı hemen elimizin altındadır. Pek çok hayvan türüyle kardeş bir forma sahibizdir ve beslenme, barınma, üreme eylemlerimizin köklerini, hayvan türlerinde de pek benzer biçimde buluruz. Bu, elde bir bilgidir ve doğaya doğru atılan adımlar bakımından, hayvanlaşmaya doğru bir gerileme, aslında mantık ölçüleriyle tasarlanabilirdir her zaman. Ancak Bay Crusoe, bu noktada bir adım daha ileri giderek, epey uzak akraba sayılmamız gereken bitki varlığına doğru bir gerileme yaşıyor. Adayı tarif eden şey hayvanlardan çok ehlileştirilmiş bitkileridir; şöyle ki, ada hayvanlarından olan keçiler, domuzlar ve deniz canlıları, zaten öylecedirler ve onları ehlileştirmekten ziyade bir yere kapatarak kullanma ya da arazide ya da denizde avlama ya da kaçamayacak durumda olanlar için düpedüz toplama geçerlidir. Bu bakımdan bunlar üzerinde uygarlaştırıcı kuvvetler pek az uygulanır. Fakat bitki habitatı için durum böyle değildir. Bitkiler, yararlı denebilecek türlerinin ekim dikimi için çok daha büyük akli ve bedensel kuvvetleri gereksindiler. Tarla açmak ve sürmek ve tohum ekmek ve sulama ve hasat zamanı büyük emek harcamak gerekti. Ayrıca bataklıkta yetişecek pirinç için sulama kanalları ve bu suyun seviyesinin yönetimi bilgilerinin hayata geçirilmesi, yine ekim dikim ve hasat süreçleri. Epey bilgi gerektiren ve çok emek ve zamana mal olan eylemlerdir bunlar.

Dikkatimizi çekmesi gereken şu olsa gerektir; bitki ıslahı ve üretimi için, hayvanları kullanmaktan çok daha büyük külfetlere katlanmak gerekir; bu bakımdan bitkiler, hayvanlara oranla çok daha fazla doğaya yakındır. İnorganik doğadan doğrudan beslenirler. Toprak ve güneş ışınları, ne hayvanların ne de hayvan beden alt yapısına sahip insanların yararlanabildiği, dönüştürebildiği hammaddelerden değildir. Dolayısıyla hayvanlar ve insanlar, bitkilere dayanarak yaşamda kalır, yükselirler. Bu zaviyeden bakılınca, inorganik doğayla organik varlıklar sınırını bitkiler işgal ederler.

Böylece açıklığa kavuştuğunu umuyorum ki Bay Crusoe’nin sakalları, onu bir tür hayvan varlığıyla ilişkilendirmektense, bu bakımdan insan oluşundan gerileme yaşamasındansa, bitki varlığına doğru bir gerilemeyi işaret eder biçimde, doğaya girmek, sokulmakla ünlü köklerin eylemini akla getirir biçimde doğaya, toprağa girer, kök salar.

17-

Adanın ikili bir karakteri vardır; durmaksızın düzen ve nizama getirilen bir tarımsal fabrikadır o; ya da ikili karakterin asıl sahibi Bay Crusoe’dir. Durmadan nizama getirme enerjileri, çözülme ve dağılma hattıyla çatışmasını sürdürüyordur ve ada bu mücadelenin fonunu ve nesnesini oluşturur.

Bay Crusoe, adayla girdiği mücadele içinde bu iki akar arasında salınmasını sürdürüyordur. Adanın bedenine Benjamin Franklin’in bazı özlü sözlerini yazarak elbette tutumlu ve “ahlaklı” olma fikirlerini yeniden ve yeniden getirir. Yazı, ada bedeninde bulunarak adayı bir bilgi alanına taşır. Bir insan bilgileriyle damgalanmış, işaretlenmiş, sabitlenmiş, bu bakımlardan sahiplenilmiş ama taşıyıcı, doğal olarak yazılı bilgiyi geri yansıtan bir ayna gibi Bay Crusoe’nin zihnini besleyen ve eylemlerine yön veren bir kitap gibidir. Bay Crusoe’nin elindeki tek kitap kutsal kitaptı. Ancak artık Bay Crusoe, ada bedenini yazılarla doldurarak kendi zihninin bir yansısını elde eder; öyle ki bu zihin, kendi yazdıklarını okumak zorunda kaldığı her durumda kendini ada üzerinden yeniden kuracaktır.

Ancak adanın bedeninin yazılarak akıl alanına kazanılması yetmeyecektir Bay Crusoe’ye. Yazı, varlığı aklın alanına taşımanın bilinen iyi yöntemlerinden birisidir elbette ve işleyen ikili yapısı içinde adanın kötücül ve aşağılayıcı enerjilerinin bastırılmasına hizmet etmesi umulan bu eylem, kendi etki alanını genişletir; keçilerden her birisinin üzerine, yine bir özdeyişin harfini yazmak, durmadan hareket eden sürünün bir an olsun doğru sıralamaya ulaşmasını ummak ve bunu kadere bağlamak, bir düşünce olarak belirir.

Bu, bütünüyle adanın karanlık tarafından vazgeçilmediğine dair işaret sayılsa yeridir. Ada, üzerine yazılar yazılarak uygarlık alanına kesin biçimde taşınıyordu. Fakat yazıyla kazanılan, sadece ada-bedende kalmamalıdır; çünkü nihayetinde, inorganik bedenin kazanılması ve hizmete alınması, ya da akıllı bir özne-öteki olarak kurulması da denebilir, ya da Bay Crusoe‘nin insan varlığının uzantısı haline getirilmesi, onun ayna zihnine dönüştürülmesi ve kurulu öteki-zihin olarak tam da ihtiyaç duyduğu öteki’yi yazı üzerinden tekrar üretme denemesi de, yeterli gelmez. Risk alınmış, doğanın kendi başına kuvvetleri, aklın, yoluna girmesinde etkide bulunmaya çağrılmıştır. Keçiler, 114 harflik bir özdeyiş harf harf üzerlerine yazılarak bir düzen ihtimali için kendi doğalarına uygun biçimde gezinecekler ve bu rastgelelikten belki akli bir düzen çıkacaktır. Bu bakımdan, doğa, bir akıl üretir, insan aklı da doğanın üretimidir; ancak yazı düzeni ve akli olanın üretilmesi için doğal olarak türümüzün milyonlarca yıllık bir süreç içinde doğanın parçası ve ona karşı etkileri ve iç örgütlenmesi ve mücadelesi gerekmiştir. Bay Crusoe ise, kader kavramına sığınarak keçi sürüsünün üzerlerinde yazan harfe göre düzene girmesini beklemek niyetindedir. Adadan kovmaya çalıştığı düzensizliği, elbette kendisine çekici geldiği için, kendisini yok etme kuvvetlerini duyumsadığı için yazıyla kovan Bay Crusoe, düzensizliği, gelme ihtimali bulunmayan bir olasılık hesabının gerçekleşmesine zar atarak arka kapıdan geri almıştır.

18-

Sonunda karşılaşma yaşanacaktır; Bay Crusoe, ünlü Cuma’ya, kendine has koşullar içinde kavuşacak ve onun hayatını kurtararak ada yaşantısına dâhil olmasını sağlayacaktır.

Bu zamana kadar takip ettiğimiz ikili karakteriyle uygarlık ve doğanın kör kuvvetleri, hem Bay Crusoe açısından hem de ondan yansıyarak ada açısından işlemeyi sürdürüyordu. Artık bir üçüncü figür için vakit gelmiştir. Bu bakımdan metni incelemeyi sürdürmek gerekecek.

Oradan birkaç metre ileride, ağaç görünümündeki eğreltiotlarından bir yığının içinde siyah ve çıplak bir adam, panikten aklı başından gitmiş bir halde alnını yere eğiyor ve elleriyle beyaz ve sakallı, silahlarla donanmış, keçi yavrusu derileriyle kuşanmış, başı kürkten bir şapka ile örtülü ve Batı uygarlığının üç bin yılını sindirmiş bir adamın ayağını ensesine koymak üzere arıyordu.” Sayfa 116

Keçi yavrularını öldürerek bedenlerinin yenebilir kısımlarını çoktan sindirmiş, derisiyle giyinmiş Batılı uygar adam; üç bin yıllık birikim, bir karaderili için sadece ensesine ayağını koymaya tenezzül buyuran.

İyi bir özet. Üç bin yıllık uygarlık; gerçi uygarlığın kökleri daha derindedir ve insan oluş’un kökleri de milyonlarca yıla dayanır. Bu bakımdan şu büyük uygarlık meselesi ayrıca tartışılmaya değerdir, niyetimiz burada bu olmasa da. Bundan başka, hayvanların kürkleriyle giyinmek, yeryüzünün girdiği buzul çağı fazlarında bir gereklilik olarak ortaya çıkar. Tropik bir adada böyle giyinmenin anlamı üzerinde düşünmek gerek; bedenin giysinin içlerine sürülmesi bağlamında, başkalarının önüne çıkma pratiğimizin “doğası” bağlamında, vs. uygarlık çizgisinde “geri” kalmış insan soylarının hayvanlıkla eşdeğer tutulması ayrıca bir vakıa; hayvanlar gibi giyinmiyor oluşları da onları hayvanlaşmaya yaklaştırmasını kolaylaştırır; düşünmemiz gerekecek.

Bay Crusoe, yerliyi kurtardıktan sonra, onu giydirir (çünkü çıplaklığından utanıyordur) besler ve güvenlik içinde geçen ilk geceden sonra ki yerli, köpekle koyun koyuna uyuyacaktır bu ilk gecede, ait olduğu yerde, hayvanla iç içe; sabahında kumsalı denetler. Verdiği ilk tepki, gülmektir; katılırcasına gülmek.

Üç günlük uygarlık eğitimi sonrasında Bay Crusoe’nin seyir defteri için yazdığı ilk notlara göz atalım: “Bari oturaklı bir yaşta olsaydı da benim temsil ettiğim uygarlık karşısındaki zavallılığını sakince ölçebilseydi! Ancak, bu alt düzeydeki ırkların olağanüstü erken gelişmişlikleri göz önüne alınırsa on beş yaşından büyük olmasına şaşarım ve çocukluğu, benim öğretilerime küstahça gülmeye itiyor onu.” Sayfa 118.

Öteki’yle karşılaşmak için yıllarca büyük eksiklik içinde yaşayan Bay Crusoe, karşılaşma yaşanınca delirmişçesine gülüyordur ve Cuma da, anlaşılan kendisinin uygarlık öğretilerine düpedüz gülüyordur.

Öylesine özlenen öteki Bay Crusoe’ye gülüyor ve Robinson da gülüyor, kurtulmak hissiyle (muhtemelen uzun yalnızlıktan) isterik ve çılgınca bir gülüşle. Metin kendini açmayı sürdürecektir ancak bu kadarı için kısa bir tespit gerekli olabilir: Bay Crusoe, bir denge elemanı olarak öteki açlığı içindeydi ve bu öteki yerine ada-Speranza’yı vekil olarak atamıştı. Ancak vekil öteki, kendi kuvvetlerini, uygarlık alanına getirilmesi gereken ve kendilik olarak varoluşunu başkalarına dayandırmayan bir varlık tarzına sahiptir; ya da öyleceliğine diyelim. Dolayısıyla, Bay Crusoe ancak ona kendi uygar kuvvetlerini uygulayarak onunla öteki’yle kurabileceği ilişkiyi kurmuştu. Onun bedenini ehlileştirerek ki bu tarımdır, onun bedeni üzerinde gezinen varlıkları çitlerle kapatıp gövdelerine musallat olarak ki bu hayvanlardı ve deniz bedeninin bir parçasıyla adaya sokulan balık ve kaplumbağa gibi canlıları avlayıp sindirerek. Bunlardan başka, öteki ada-Speranza/beden’e yazılar yazarak; birtakım özlü sözler. Borç ve yalancılıkla ilgili, mal biriktirmekle ilgili vs.

Bunun yerine koyabileceği insan-öteki adaya geldiğindeyse ise, büyük bir boşalmayla gülmeye başlar. Üstün uygar güçlerini üzerine salabileceği yeni öteki’ne kavuştuğu kesin gibidir. Fakat gülme, sadece zeki bir canlı türünün mutlulukla ilintili tepkisi değildir; gerilimin boşalmasıyla tetiklenebileceği gibi, inanamamakla da tetiklenir; şaşırma.

Ancak Bay Crusoe’nin deftere not ettiği Cuma gülmesi bunlardan hiçbirine benzemiyor. Cuma’nın gülmesi, kendisine dayatılan uygarlık kodlarını saçma bulmasıyla ilgilidir; saçma olana da güleriz ve bu, başka bir dizge için anlamlı-önemli olanın Cuma kodları içinde hiçbir karşılığı bulunmamasıyla ilintili olsa gerektir.

Ve Cuma, kendisine ad verilerek vaftiz edilmelidir elbette. Hizmete alınmıştır. Vali, bir öteki’ye kavuştu sonunda, yemek sunan zenci kölesine ama iş listesini buraya almak makul olacak: “Cuma, Robinson’un emirlerini anlayacak kadar İngilizce öğrendi. Toprağı temizlemeyi ve işlemeyi, tohum ekmeyi, biçmeyi, toplamayı, bitki şaşırtmayı (sanırım aşılama bu) çapalamayı, ekin dövmeyi, öğütmeyi, elemeyi, yoğurmayı ve pişirmeyi biliyor. Keçileri sağıyor, sütten peynir yapıyor, kaplumbağa yumurtalarını topluyor, bunları rafadan pişiriyor, sulama dereciklerini kazıyor, alabalık havuzlarına bakıyor, kaçan hayvanlara tuzak kuruyor, oyma kayığı kalafatlıyor, sahibinin giysilerini yamıyor, çizmelerini cilalıyor.” Sayfa 119. Ancak bitmedi. “Akşam sırtına bir uşak giysisi geçiriyor ve valinin akşam yemeğinde ona hizmet işini yerine getiriyor. Sonra yatağını ısıtıyor ve konutun kapısına çektiği ve Tenn’le (Robinson’un kazazede köpeği) paylaştığı ot yatağına uzanmadan önce efendisinin soyunmasına yardım ediyor.” Sayfa 119-120.

Bütün ada nasıl dize getirildiyse; toprak tarım için düzenlendiyse, hayvan nüfusu kayda alınıp kullanıma açıldıysa, öyle, deniz elemanları sofraya sunulduysa, bunun gibi; ada bedeni üzerine yazılarla uygarlık karakteri kazandırıldıysa…

Cuma, ehlileştirilenler listesinde kendi sırasını işgal edecektir; sorun sadece beyaz adam olmakla ilintili değildir; sorun, daha karmaşık teknoloji makinelerine sahip olmaktır ve bu makineler, insanlar ve doğa üzerinde tahakküm kurmanın makineleridir. Doğayı ehlileştirmek için ürettiğimiz makineler; avlanma, kesme, parçalama gibi işlerimizi gördüğümüz taş gereçler değil söz konusu olan. Metal temelli teknolojik nesneler. Kılıç ve barut patlamasını yönetebildiğimiz borulardan müteşekkil tüfekler. Öldürebilen gereçlere sahip olmak ve bunları üretmek için gerekli karmaşık organizasyonların bir parçası olarak bu uygarlığın doğa insan ve nesne yönetimiyle ilgili bilgiyi kullanabilme kapasitesi. Cuma karşısında ayağa kalkan ve efendilik taslayan gereçleri üreten teknoloji sahibi uygarlıktır ve Robinson, bu uygarlığın ürettiği bir bireydir. Böyle bakılırsa, Cuma bütün bir Batı Avrupa uygarlığı tarafından köle alınmıştır da denebilir.

Ancak Cuma açısından efendiden üzerine boca edilen bütün maddi aşağılamalara katlanmak mümkün görünüyor. Anlaşıldığı ölçüde söylersek, Cuma henüz çok gençtir. Görece kolay etki altına alınabilecek bir on beş yaşı yaşıyordur. Fiziki dayatmalara katlanır ve işe yarar bir çizgide tutulabilir görünür. Bay Crusoe’nin kurallar listesine harfiyen uymak zorundadır. Modern bir kentlinin bile uymakta zorlanacağı ve kaçamak için arka kapılara ihtiyaç duyacağı bu uzun liste, baskıyla Cuma üzerinde egemen kılınmıştır. Ancak zor ve zorbalıkla dayatılan bedensel işlere uymaya gücü yeten Cuma’nın, işler dinsel vaazlara tahammül etmeye gelince, direnci kırılacaktır. İlk dayağını da bu yüzden yiyecektir.

O zaman güler, korkunç bir kahkaha patlatır; vali ve onun yönetilen adasının kuşandıkları yalancı ciddiyeti bozan ve maskesini alaşağı eden bir gülüştür bu. Robinson, düzenini temelinden çökerten ve otoritesini yıkan bu çocukça patlamalardan nefret eder… … Robinson diyordu ki: Tanrı sınırsız gücü olan, her şeyi bilen sonsuz derecede iyi, sevecen ve adil bir efendidir, insanın ve her şeyin yaratıcısıdır.” Sayfa 120.

Bay Crusoe, apaçık bu gülüşte kendisine yönelik bir hakaret seziyordur. Tanrı kelimesinin yerine Bay Crusoe koyulsa yeridir; öylesine iyi ve yüce bir varlıktır ki ada-Speranza’ya kendisine hizmet etme fırsatını sunmuş, hayvanlara yenmek üzere bedenlerini öne getirmelerini buyurmuş ve onlara bunu bağışlamış, bitkileri kendi gücüyle melezlemiş ve ayırmış, verimlerini silolara doldurmuştur; bunlardan büyük bağışlar görülmemiştir ve şimdi de Cuma yaratılıyordur. Bir yabaniden bir insan, kutlu bir Hıristiyan yaratılıyordur. Vaazına gülünmesi, doğrudan Bay Crusoe’ya gülünmesidir ve elbette şiddet, tek yanıt olabilir. Vaaz, Cuma’nın gözyaşlarını bastırırken duaları tekrarlamasıyla sona erecektir.

Fakat boyun eğmiş olmanız yetmez; ya da dayakla boyun eğdirilmiş olmanız. Bu sonsuz dua tekrarları kendi ikna süreçlerine yol açacaktır elbette, buna henüz zaman olsa bile. Ancak kutsal olana boyun eğdirilmesinin amacı, kutsal olana boyun eğdirmek olmasa gerektir; kutsal, mistik dokusuyla kendisine en kolay boyun eğilebilecek bir içerik sunar ve boyun eğme alışkanlığı yaratmada ilk elden sahaya sürülür genellikle.

Bay Crusoe, Cuma’ya hizmetlerinin karşılığı olarak ayda yarım İngiliz lirası ödemeye başlar. Elbette ayda %5.5 gibi bir faizle bizzat kendisine yatırmasını sağlamıştır; durumu Cuma’nın anlaması şimdilik gerekmiyordur anlaşılan. Banka kurumunun bulunmadığı koşullarda kurucu Bay Crusoe, bizzat banka vazifesini üstlenmiştir. Şu eksik öteki’nin aslında ne için arzu edildiği ortaya çıkıyordur metin içinde, yükselerek. Aranan bir öteki’nden ziyade, çoğaltılmış bir tekilliğin işleyebilmesi için bir zemin olarak sözde ötekidir. Dolayısıyla, yeterli kodlarla donanmamış bir Cuma öteki olmak şöyle dursun, muhtemelen Bay Crusoe’nin kendiliğini bile bozma kapasiteleri taşımaktadır. Ve fakat işler burada kalmaz ve Cuma, bazı gereç ve ihtiyaçları için Robinson’a para ödeme yetkisini edinir. Bunlara ek olarak yarım gününü satın alabiliyordur. Elbette istenmeyen bir tembellik ve başıbozukluk, sermaye birikimini akamete uğratma kapasitesi taşıyan eylemlere meyletmemesi için tam gününü satın alması izni verilmemiştir köle Cuma’ya.

Acınası bir sevgi talebi, bütün bu kurucu kuvvetlerin uygulanması ve Cuma’nın uygarlaştırılmasına eşlik ediyordur. Gerçi bilinir, mecbur kaldığımızda içten bir sevgi duymaya meyilliyizdir. Mecburiyetin yüceltilmesi ve içselleştirilmesinin bilindik yollarından bir tanesidir bu. Ancak Cuma için durum böyle mi olacak; takip edelim.

Öteki’nin gerçekten bir başka varlık olma tarzı mı, bir başka zeminde işleyebilen bir zihin mi, yoksa kendi’nin ayna-karşılığı mı olduğu sorununa ışık tutacağı da umulur bu tartışmayı yürütmenin.

Seyir Defteri’nden: “… onun adına da davranan ve düşünen benim.” Sayfa 124. Devamla, “Ona hiçbir zaman ‘beni sev!’ demeyi göze alamayacağım; çünkü biliyorum ki ilk kez emrime uyulmayacak.” Sayfa 124. Düzenli olarak dövdüğü Cuma’ya birtakım açıklamalar yaparken elini genişçe açması üzerine çocuğun sakındığını görür. Bunun üzerine düşüncesini defterden takip edelim: “Ve ne yazık ki her şey beni, hem de günün her ve gecenin her saatinde Cuma’nın gözünde benim kaçık olduğumu inanmaya itiyor! O zaman kendimi onun yerine koyuyorum… … kendimi yegane arkadaşımda (arkadaşımın gözünde; açıklayıcı olması için çeviriyi bir parça düzelttim) bir canavar olarak görüyorum, tıpkı görüntüyü bozan bir aynada olduğu gibi.” Sayfa 125.

Ünlü öteki’nin gerçekten bir başkalık olarak ele alınmadığı, sadece kendinden kalkışan ve ayna gibi kendi yansısını çoğaltan insan teklerinden ibaret olduğu yeterince açıktır. Dolayısıyla, tam kendisi gibi olmayan ve bu kodlarla yaşamayan, aynı dili konuşmayan, aynı Tanrı’ya inanmayan, tıpkı kendisi gibi giyinmeyen ve bütün bunlar tamam olsa bile kendini efendinin kullandığı silahın muadiliyle koruyamayan herkes çok gerekli öteki değil, zararlı ve zehirli bir yabancıdır sadece. Terbiye edilerek kullanımlık eşya statüsü edinirse kendisine hayatta kalacak, yoksa topyekûn yok edilecektir. İnsan türü, kendisine bütünüyle benzemeyen her varlık karşısında içten bir düşmanlık besler ve yok edici güçlerini salar. İster doğa elemanları için isterse de kendi türünün başka kültür kodlarına sahip olanları için, temel motivasyonu yabancı bulduğunu eriterip kendine benzeterek ya da yok ederek kendi güvenli alanını durmaksızın inşa etmektir. Aranan öteki, kendiliğin aynadaki yansımasından başka bir şey değildir; kendiliğin onaylanması ve sonsuz tekrarı ve bunun yarattığı onay ve güven duygusudur asıl gereksinilen. Yoksa romantik bir kavram olarak öteki’nin işleyişte bir yeri yoktur.

19-

Bay Crusoe açısından Cuma’yla girdiği ilişki bir bakıma apaçıktır; kölesini bir yandan ehlileştirip uygarlaştırmaya çalışırken bir yandan da onunla insani içerikte bir ilişkinin hayallerini kuruyordur. Adada biriken üretim fazlasının silolardan taşma aşamasına geldiğini hesap ederek, tümden bir tüketim çılgınlığı yaşanacak bir karnaval gecesi tertip etmeyi düşünür. Ancak bütün bunların ne anlama geleceğine dair şüphe içindedir. Değil mi ki ada onu daha önce de diğer adaya, bataklığın ve uyuşmanın adasına, mağaranın içlerinde kendini dindirmenin ve üretimi boşlamanın adasına davet etmiştir. Sonunda çelişkilerini bastırmanın ve Cuma’yla ilişkisini son bir kez sınamanın kararıyla Cuma’ya, bir çukur eştirmeye ve yanına eştirdiği bir çukurla bu çukuru kapattırmaya ve bunu böylece sürdürmeye dönük bir emir verir. Cuma’yı aşağılamanın ve onu bir makineye, asla sorgulamadan katlanan bir hayvana indirgemenin kararıdır bu. Cuma ise bu emre riayet etmenin ötesinde, dört elle sarılarak delirmiş gibi çalışarak yanıt verecektir. Doğrusu, aptalca anlamsızlığın üstesinden gelmek için anlamsızı bir anlamı varmışçasına yüklenmek ve beklenenin ötesinde ciddiyetle ele almak, emri boşa çıkarmanın bir yoludur ve Cuma bu yolu keşfedecek ve kat ederek Robinson’u emrinin anlamı sorunuyla yüz yüze bırakacaktır; çünkü ada bedenine yapılan bu gereksiz müdahale köpek Tenn’i de delirtmiş, hayvan büyük bir erotik tepki vererek eşilen ve dağıtılan toprağa iştahla saldırmıştır. Üstüne, yorulan ikili, gece olunca koyun koyuna, Bay Crusoe’nin asla sahip olmadığı bir huzur ve yorgunluğun getirdiği tatlılıkla uykuya dalmaktadır. Böylece ada, Cuma ve Tenn bir tarafta kümelenir, Robinson ise belirgin olmayan enerjilerini yönetemez biçimde yalnızlığı içinde kalır. İlginç olan, adayla seviştiği pembe belenin sırrını ve sevişme yetkisini Cuma’ya verip vermediğini sorgulamasıdır.

Ada_Speranza’yla sevişme ayrıcalığı neden Cuma’ya da verilmiş olsun? Muhtemelen Cuma bunu akıl etmeyecektir. Fakat şu var ki ada-beden/kadın, şu saçma emir yüzünden içine girilir hale gelmiştir. Derin çukurlar eşilerek açılmış ve Tenn’in ve Cuma’nın baş döndürücü eylemlerine maruz kalmıştır. Tam da ada-beden Cuma’nın erotize ettiği eşme eylemi nedeniyle; dört elle, şehvetle sarılarak üstlenmesi sonucunda amaçsız bir emri boşa çıkaran ama bunu zevkle yapan, bu bakımdan üreme niyeti olmaksızın seks yapmaya benzeyen tuhaf bir biçime kavuşmuştur ve Bay Crusoe bu eylemdeki amaçsız zevkliliği, pembe belenine yönelen kendi amaçsız zevkliliğiyle ilişkilendirmiştir. Bir vazgeçiş anında geceyi pembe belende geçirmek üzere konutunu terk eder.

Cuma, efendi Bay Crusoe yokken konuta girer ve gece üç gibi su saatinin tıkanarak durdurulduğunu keşfeder. Tenn’in de fark edeceği gibi Cuma, adanın yeni efendisidir bu durumda.

Bay Crusoe, babasının anısına bir saygı tutumu geliştirmek için bir tür kaktüs bahçesi düzenlemiştir. Latince isimleri levhalara yazılmış kaktüs türlerinin bir araya getirilmesinden oluşan bir bahçe. Bay Crusoe’nin bilezik, tuğra, haçlar, küpeler, şapkalar ve şallar ve çeşitli süslü kılıkları saklayan sandığını bu bahçeye taşır Cuma ve bütün kaktüsleri bu mücevheratla dikkatlice süsler. Onları giydirir, şapkalandırır ve şallarla sarar. Bir tür bitki krallığı kurmuştur ya da süslenmelerine bakılırsa kaktüs sosyetesi.

Biriktirmeyi bilmeyen (ne büyük günah sayılmalıdır) Cuma için bütün bu mücevherat ve süslü kılıklar, sadece renkleri ve dokuları itibariyle çekicidir ve elbette görünümleri insanı andıran kaktüs bitkilerini süslemekte pekâlâ kullanılabilirdir. İki farklı anlam ve değer alanının karşılaşmasıdır bu; araya şiddet ve zorbalığın dayatmaları girmeksizin Cuma kendi doğasına uygun davranmıştır ilk kez. Akabinde Tenn’le oynarken pirinç tarlasının batağına saplanır hayvan ve Cuma gözünü kırpmadan Tenn’i kurtarmak için savakları açar ve tarlayı örten suyu boşaltır. Bütün ürün zayi olacak ama Tenn kurtulur.

Elbette Bay Crusoe, Cuma’nın bir tür kişilik taşıdığını bu yollardan da tekrarla deneyimleyecektir ve kurmaya çalıştığı uygar insan figürünün kendisi olmaksızın bir gün bile dayanamayacağını görecek ve yönetilen ada imgesinin çöküşünü bulacaktır bu keşiflerinde.

Buraya kadar tamam; ancak Cuma bir grup ağacı bütünüyle yerinden söker ve kökleri yukarıda, dal ve yaprakları toprakta olacak biçimde yeniden diker. Ağaçların buna bu dalları köke dönüştürerek canlılıklarını sürdürmekle tepki verdiklerini söyleyelim ve ekleyerek inceleyelim; Cuma, bütünüyle bir bitki adama dönüşecek şekilde ağaç yaprakları ve çiçeklerle sarılmış halde ortaya çıkar ve neredeyse Tenn’i yanıltacak kadar ustacadır bu dönüşüm.

Zorla ve zorbalıkla dayatılan düzene yönelik güçlü bir başkaldırının işaretleridir bunlar Bay Crusoe’ye göre haksız da sayılmamalıdır. Doğayı disipline eden müdahaleler değildirler; tam aksine, doğanın akışına katılmak ve bitki adama dönüşmek, doğanın akışına müdahale etmek ama onu tamamen yoldan çıkarmaktansa ona yeni bir yol önermek gibi ağaçların tersinden dikilmesi, düzenin nihai amaçlarından olan seçkin ve ender bulunur değerli materyale ulaşıp zenginlik/üstünlük nişanları olarak biriktirilmiş olanı kaktüs sosyetesinin emrine vermek gibi eylemlerle kurulu düzeni boşa çıkarmak; üstüne Tenn’in Speranza bedende açılan yaralarda ettiği çılgınca danslar. Düzen, tutumluluk, hesap kitap, örgütlenme, üretirken vahşice saldırganlık ve tüketirken kısıtlama gibi ada/uygarlık değerlerine karşı Cuma’nın kendi doğası; vahşinin, uygar olmayanın doğası ve tam da bu doğanın, ada doğasıyla işbirliği içinde bulunması, Bay Crusoe’nin kendi adasından kovulması.

20-

En sonunda Cuma yapacağını yapacak ve ada-Speranza’yla, tıpkı Rıobinson’un yaptığı gibi cinsel ilişkiye girecektir. Bay Crusoe’nin öfkeli cezalandırmasıyla karşılaşması kaçınılmazdır; nitekim böyle de olur. Takip eden günlerde gerilimli bir kararsızlık egemen olur Robinson’a. Ta ki Cuma, çaldığı tütün ve pipoyu mağarada tüttürürken yanlışlıkla kırk tonluk barutu ateşleyene ve her şeyi havaya uçurana kadar.

Bu büyük patlama şans eseri ya da yazarın bir lütfunca Tenn dışında can kaybına yol açmaz, ancak konut, kale duvarları, maaş dağıtım kulübesi (Bay Crusoe bir gayretle bunun için bir kulübe inşa etmiştir), takvim direği ve küçük kilise havaya uçmuştur.

Böylece adada yeni bir dönemin başlangıcının işaretleri belirir. Bay Crusoe ise buna itiraz edecek gücü kendisinde bulamadığı gibi, içten içe arzulamakta ve desteklemektedir anlaşılan. Kısa bir alıntı: “Biraz önce meydana gelen büyük felaketin olmasını kendisi de gizlice, yürekten istiyordu. Aslında, yönetilen ada sonlara doğru, Cuma’yı olduğu kadar onu da yoğun biçimde bunaltıyordu.” Sayfa 153.

Patlamaya ek olarak, patlama gecesi, Speranza’nın koruyucu ruhu sayılmak gereken dev sedir ağacı, tam da Robinson altında otururken patlama etkisiyle olacak, gürültüyle yıkılacaktır. Cuma, Robinson’u son anda kötü bir akıbetten kurtarır. Bu yoldan Robinson işletilen adayla bağını artık koparacak ve Cuma’nın kurtarıcı eline sarılacaktır. Israrla sürdürülmeye çalışılan uygarlık rejiminin sonu gelmiştir artık.

Ada Speranza’nın mutlak egemeni ve yöneticisi olmaktan kendi doğasının keşfine giden yolda Cuma’nın rehberliğine başvurmaya evrilen süreç başlamıştır. Takip edelim. Önce tropik iklim için uygun olacağı biçimiyle tamamen çıplak gezmeyi göze alacaktır Bay Crusoe. Bu tamam, ancak elleri üzerinde yürümeyi öğrenene kadar ısrarla çabalayacaktır. Rehber Cuma’dır doğal olarak ve bu, Cuma’nın baş aşağı diktiği ve bu yoldan ada düzenine baş kaldırdığı ağaçların yeni durumuna pek benzemektedir. Bu bakımdan Bay Crusoe de kendini Cuma’nın koruyucu ellerine teslim ederek baş aşağı diker. Böylece ada üzerindeki iktidarından, Cuma üzerindeki iktidarından bütünüyle vazgeçmiş olur ve bunun yerine, sereserpelik ve kendi akarına uygunluk gelecektir. Eller, ayaklarla yer değiştirmiştir. Büyük uygarlık projesi için ne hazin bir son!

Bu arada ada kendini onarıyordur. Keçiler yeniden kendi doğalarına döner ve en yaşlı ve bilge tekelerin liderliğinde otlamayı ve çoğalmayı sürdürürler. Cuma, kendi oyunsu yaşam algılayışı içinde erkek hayvanları yakalayarak onları dövüşe davet eder ve genellikle yere yatırmakla yetinir. Sonunda en büyük tekeyle girdiği mücadeleden kendisi sağ çıkar ancak teke bir yardan düşerek ölmüştür. Ve Cuma açıklar; “Büyük teke öldü ama yakında onu uçurup şarkı söyleteceğim…” sayfa 162.

Artık Cuma enerjisi egemendir adaya. Teke derisi tabaklanarak bir uçurtma olarak gerilir ve gökyüzüne salınır. Adanın en güçlü varlığı, gökyüzüne ulaştırılmıştır. Ada rejiminin bu bütünüyle ters yüz edilmesi esnasında Robinson pek ortalarda görünmez artık. Cuma ve onun “yabanıl” enerjileri ortada salınmaktadır. Muhtemelen, kolayca besin maddelerine ulaşılıyordur ve güvenliklerini tehdit edecek hiçbir canlı yoktur. Ada, üzerinde serbestçe salınılacak bir zemindir; tıpkı geri kalan Dünya gibi.

Bundan başka, adanın gerçekten en kudretli varlığı olan tekenin kafatası bir kırmızı karınca yuvasının üzerine terk edilerek bütün yumuşak dokularından arındırılmıştır. Cuma, kafatasını alır ve bundan şarkılar söyleyen bir müzik aleti üreteceğini ileri sürer. Birtakım düzenekler sayesinde kafatası rüzgâra tepki verecek biçimde yeniden dizayn edilir ve iki uçucu akbaba kanadıyla da sabitlenir; yeryüzündeki kudretli varlıkların uçurulması ve şarkılar söylemesi; sadece doğanın kuvvetlerinin birbiriyle pek orijinal biçimde ilişkilendirilmesi; yerin ve göklerin kükremeyle birbirine karışması ve karşılaşması; sonsuzluğa doğru açılan bir müzik; ezgiler ve böğürüşler; Robinson ve Cuma’nın çıkan sesler karşısında birbirine sarılarak büzüşmesi, ağacın hayvanın ve havanın en özel karışımının insanlar üzerine saldığı kuvvetler olarak ses; doğanın böğürtüsü!

21-

Besbellidir ki yaşlı, sakallı, despot sürü lideri teke Robinson’un atanmamış vekilidir ve Cuma hayvana canını ortaya koyarak meydan okurken sadece oyun olsun diye böylesine sert bir mücadeleye girişmiş değildir. Yaralanma pahasına öldürdüğü hayvanın iç organlarını ortaya çıkaracak ve metrelerce uzunluğundaki bağırsaklarını temizleyerek müzik aleti için bir organa dönüştürecektir. Kafatasını kırmızı karınca kolonisinin yuvası üzerine bırakarak bütün yumuşak dokularını bu böceklere yedirecektir ve elbette beynini de. Derisini tabaklamak üzere bir çukurda idrar biriktirecek; bu arada Robinson’dan da rica ederek onun da bu havuza işemesini sağlar, sepi işlemini bu yoldan yapacak ve gergin deriyi uçurtmaya dönüştürecektir.

Robinson, artık iyice belirlemiş sayılmalıyız ki doğrudan adadır; işletilen ada. İkinci ada, altta yatan ve arada bir su yüzüne çıkarak Robinson’u bataklığa ve oradaki alçalmaya sürükleyen taraf, anlaşıldığına göre doğanın kendiliğinden kuvvetleri ve Robinson’un içindeki dağılma ve çözülme çizgisidir. Bundan başka, ada-Speranza’ya uygulanan kuvvetlerin toplamı uygarlık tarafından biriktirilmiş ve burjuva bireyde kristalize olmuş biçimiyle Robinson’da temsil düzeyinde vücut bulur; bu bakımdan bu yeni birey bizzat burjuva sınıfının ayaklanmış halidir ve kapitalist bir işletme olarak adaya apaçık zulmeder. Böylelikle şu sonuca ulaşmada mahsur yoktur; Robinson yerine teke öldürülüp dağıtılırken aslında Bay Crusoe öldürülüp dağıtılmıştır; iç organlarına varana değgin ve beyni bütünüyle yok edilmiştir. Dönüştürülen organlar eski bağlamlarından kopartılarak doğa kuvvetleriyle buluşturulur. Burjuva akılla harekete geçirilen bütün sistemin içinde gizlendiği bu organlardan kurtulmak üzere teke organlarından kurtulunmuştur. Nihayet, bağırsaklar ve kafatası, rüzgârın müziğini dile getirecek biçimde yeniden düzenlenir.

Fakat anlaşılan bu vekil teke katli Bay Crusoe’yi yeterince tasfiye etmemiştir Cuma nezdinde. Vekil, aslın yerini tutmak için dolayım kullanır sonuç olarak ve Cuma belki sezgisel olarak bu tasfiyeyi epey uğraşarak başarır ancak doğrudan Bay Crusoe’ya saldırması da gerekmektedir; hem de Bay Crusoe artık Cuma’nın varlık tarzı alanına doğru büyük bir adım atmışken ve Speranza’yı rahat bırakacağı ve Cuma’ya uygarlığın inceltilmiş zulümlerini dayatmayacağı ortaya çıkmışken. Böylece Cuma, Robinson’un bir kuklasını ortaya çıkarır. Kukla, kafa yerine Hindistan cevizindendir ve bedeni bambulardan yapılmıştır. Kuklayı Robinson’un karşısında ayağa diker: “Sana Speranza Adası’nın valisi Robinson’u tanıtıyorum.” Sayfa 170. Bir sonraki aşamada Cuma, yerden büyük bir deniz kabuğu alarak kukla Robinson’un kafasına indirir. Kabuk ve kukla paramparça olmuştur. Akabinde artık tasfiyeye uğramış ve dönüştürülmüş, kesin bir dille reddedilmiş eski Robinson’dan kurtulunduğuna göre gerçek ve yeni Robinson’a sarılabilecektir.

Fakat dengeler Bay Crusoe aleyhine bütünüyle değişmiş olmamalıdır; bu, nihai planda hiçbir insanın katlanamayacağı bir durum olsa gerek. Cuma birtakım kurtçukları atıştırırken Robinson kumdan bir Cuma heykeli yaratır ve bunu Cuma’ya tanıtır. Eline geçirdiği ağaç dallarıyla kum Cuma heykelini kırbaçlayarak eski dayakları ve kurtçuk yeme yasağına vereceği tepkiyi simüle eder. Böylece yeni denge kurulmuş bulunuyor. Eski Robinson ve kukla-Robinson ve Cuma ve kum heykelden Cuma. Birbirlerine yönelik biriktirdikleri öfke ve kötülükleri, birbirlerinin gözü önünde kukla ve heykele akıtarak yeni bir uzlaşma zemini inşa etmeyi başarırlar.

Cuma, efendi Robinson’un kılığına girerek arzı endam eder ve kendisini Robinson olarak tanıtır. Bay Crusoe de Cuma gibi tenini karartarak ve basit giysisine bürünerek Cuma’ya dönüşecektir. O kadar ki kendisini kurtardığında Cma’nın yaptığı gibi ayağını ensesine koymasını isteyecek kadar.

Burada olan biten hakkında ne düşünmeliyiz? Adadaki patlamayla birlikte ortaya çıkan ikinci ada, Bay Crusoe’nin içinde ortaya çıkan yeni hat ve Cuma için uygarlığın zulüm olarak beliren ve Robinson’da biçimini bulan işleyişinden kurtularak doğasına uygun hattın artık güçlü biçimde işlemeye başlaması.

Ada patlayarak ama tam da stoklama mağarasının içinden patlayarak gereksiz çalışma ve biriktirilmiş ürününden kurtulur. Bunu tetikleyen Cuma’dır. Çalışmanın ve onun ürünlerinin karşısına Cuma doğası ve keyif verici tütünün kullanılmasının sebep olacağı patlama; bütün ada kurumlarının tamamen havaya uçması; öyle ki artık bir binası olmaksızın maaş ödenmemesi bir şapele sahip bulunmaksızın dinselliğin hayatı düzenleyen yüzünün ortadan kaybolması, çalışmanın sürdürülmemesi artık, çalışmanın bir anda mümkün ve gerekli olmaktan, zorunlu faaliyet olmaktan çıkması ve bunu işleten, adayı ve üzerindeki üretimleri ve bunun kurumlarını işleten Bay Crusoe’nin Cuma’ya, adanın ikinci tabiatına ve kendi ikinci varlığına doğru adım atmasının önündeki bütün bariyerlerin, çöken işletilen adayla berhava olması.

Anlaşılan odur ki Bay Crusoe’yu yıkan ve kendini yeni bir zeminde inşa etmeye zorlayan şey, öteki’nin bulunmamasıdır. Kendisini ayna efekti olarak kullanarak kurabileceği öteki yoktur. Bunun yerine öteki ada ve öteki Cuma vardır ki bu öteki takımı, hiç de onun eylemlerini destekler ve onaylar değildir. Böylece işletilen adadan başka müttefiki kalmayacaktır. Ancak baskı ve despotlukla üstlenilebilecek bir pozisyonu sürdürmenin zemini, öteki ada ve Cuma’nın varoluşlarındaki özel bazı güçlerle hızlıca tasfiyeye uğratılmıştır. Doğanın kuvvetleri apaçıktır ve doğayla iç içelik sahibi her varlık bunlarla baş etmede ve bunlarla uyum içinde kendi yaşamını örmede yetkinlikle donatılmıştır; doğa elemanları olarak bitkiler ve hayvanlar, doğayı kendi amaçları için saptırmaktan ve onun akarlarını kâr elde etmek gibi doğada yeri olmayan faaliyetlere yönelmeyerek doğanın varoluşuna, akışlarına katılır ve mümkün en yüksek uyum içinde yaparlar; eklenirse, bunu başaramayan türler doğanın tarafsız etkileyen kuvvetlerince tasfiyeye uğratılır ve doğal olarak seçilime uğrayarak yaşam döngüsünün dışına atılırlar. Bay Crusoe’nun da bu alana, doğayla arasında fazlaca mesafe bulunmayan, bir doğrudanlıkla doğayla ilişkisi içinde varlığını sürdüren, onun işletme alanı olarak değil yaşama zemini olarak gören Cuma’nın alanına adım atması, mümkün olmuştur ve karakterlerin birbirleri hakkındaki hissedişleri, birbirlerine uyguladıkları eylemlerin biriktirdiği zehir, vekil-kuklalara boşaltılarak iki varlık arasındaki denge yeniden kurulur; yatak ise ikinci adadır.

22-

Bay Crusoe’nin dönüşümünü, havaya uçan uygarlık anıtlarının içinde yandığını sandığı seyir defterini yeniden bulması ve yazılarını sürdürmesi üzerine kolaylıkla takip edebiliyoruz.

Öncelikle güneşin kutlu yükselişi tarafından yeni bir dine alınacak ve bu dinin şövalyesi olarak onurlandırılacaktır. Güneşe yakarıları, yaşadığı değişimin özünü seriyor; Cuma’ya benzemek isteyen ve bunu güneşten dileyen bir Robinson, gerçekten yepyeni bir varlık olmalıdır. Yaşadığı değişimi, güneşin alevlerinin yönü olarak belirleyecektir Bay Crusoe ve belki de duyulmuş en yüce yakarı olan şu yakarı, aydınlanmasının derinliğini verir bize: “Güneş, beni yerçekiminden kurtar” sayfa 175. Bu noktada eklemek gerekir ki Bay Crusoe, bataklıkta da aynı ağırlığından kurtulma duygusuyla özgürleşiyordu.

Bu, doğaya egemen olan uygarlık dininden çıktıktan sonra gelinmesi akla yakın olan doğaya yaslanmaya, onun kuvvetleriyle kuvvetlenmeye, bir doğa olayı olmaya dönüşü çok aşan bir dilektir. Doğrudan doğanın sabit kuvvetlerinden azat olmayı arzulamak, aşkınlığın alabileceği oldukça ileri biçimlerden olsa gerektir. Güneş gibi yaratıcı enerjilerle dopdolu (elbette yıkıcı enerjilerle de) bir büyük varlıktan yerçekiminden kurtulmayı istemek, artık kütlesiz bir uçuculuk talep etmek, Bay Crusoe’nun yaşayabileceği belki en büyük dönüşümdür ve bütün bir uygarlık fikri ve eyleminden kurtulmaktan sonra, doğa zorunluluklarından da kurtulmak istemek, yücelik beklentisi olarak okunabilir.

Bay Crusoe’nun tespitleri sürer; “Patlamanın takvim direğini yıkmasından bu yana, zamanın hesabını tutma gereksinimi duymadım. Bu, unutulmaz değerdeki olay ve onu hazırlayan şeyin anısı, hâlâ canlılık ve yeniliğini kaybetmeden, su saatinin paramparça havaya uçtuğu anda zamanın durmuş olduğunun ek bir kanıtı olarak, aklımda duruyor. O zamandan beri Cuma ve ben sonsuzluğa yerleşmiş değil miyiz?” sayfa 177.

Yine, uygarlığın stokladığı ve tüketmek üzere parçalayarak denetimi altında tuttuğu zaman kavramının tasfiyesinin ötesine geçildiği bir aşamadayız. Sonsuzluğa yerleşmekten söz açabilmek için tarihsel olarak belirlenmemiş bulunmak, en temel varlığın bizzat kendisi olmak gerekir ki elimizin altındadır bu varlık; doğa kadimdir. Süreklilik içinde akış olarak madde.

Artık başkaca nelerden söz açılabilir? Bay Crusoe’nin kendini göğün eşi, dişi türden bir şey olarak tanıtmasından mı? Ana Yıldız’ın döllenmesine açılan Bay Crusoe’dan, ya da.

Cuma Bay Crusoe’yi özgürleştirmenin bir yolunu bulmuştur. Onu teke şahsında öldürmüş, bütün bileşenlerine ayırmış ve göklere salmıştır. Bay Crusoe, kendi var oluşunu artık Güneş’in varlığına dayandıracak ve gök cisimleriyle bir zamansızlık içinde akraba olacak, yeni bir kendi oluş biçimi keşfedecek ve oraya yerleşecektir. Şu ünlü öteki sorunu da bir karara bağlanabilir artık. Bu noktada yazarımız Bay Tournier’yi dinleyelim: “İşte buydu başkası: Gerçek olmak için bütün varlığıyla çabalayan bir olası.” Sayfa 192. Bütün kültür kodlarıyla belirlenmiş, uygarlığın efendiye konfor ve imkânlar bahşetmesiyle gönendirilmiş, doğayı ve her türden varlığı despotluğunun zinciriyle özenle bağlamış ve sömürüsünün kölesi haline getirmiş, bütün bilme kuvvetlerini kendisi dışındaki bütün varlık tarzlarının üzerine salmış birisiyken bile bir patlamayla bambaşka bir varlığın imkânlarının mümkün hale gelmesine yataklık edebilecek sonsuza ve zamansıza açılan bir gerçekliğe ait bir varlık; olası bir varlık. Kendine karşı işleyerek içindeki ikinci-gömülü zemine yerleşme kuvvetlerini açığa çıkaran…