Filozof Gabriel Rockhill’in The Philosophical Salon için yazdığı yazıdan çevrildi.

Türkçesi: İlker Kocael

Yazının ilk bölümü:https://www.ekdergi.com/michel-foucault-marksizm-dusmani-sahte-bir-solcu-mu-ilk-bolum/


1970’lerde ve 1980’lerin başında, Foucault’nun değişken siyasi yönelimi muğlak solcu yörüngeden iyice saptı. Geçirdiği evrimin birçok açıdan André Glucksmann’dan çok da farklı olduğunu söyleyemeyiz, kendisi bu dönemde Foucault’nun en sık siyasi iş birliğine girdiği kişilerdendi. Elit muhafazakâr akademik çevrelerden sonra 1960’ların sonunda kısa bir süre Maocu entelektüel çevrelerle içli dışlı olan bu ikili komünizmin “totalitarizm karşıtı” eleştirisini benimsedi ve Doğu’da Batı destekli muhalif siyasete omuz verdi. Glucksmann ve diğer nouveaux philosophes büyük ölçüde Foucault’nun çalışmalarına yaslandılar ve onu Marksizm karşıtı bir analiz çerçevesi olarak öne çıkardılar. Bunun karşılığında Foucault onları bolca övdü, özellikle Glucksmann’ın komünizm karşıtı uzunca yazısı Les maîtres penseurs’ü göklere çıkardı. Bu kitapta Glucksmann, Hitler ve Stalin’in birlikte yeni türden bir holokostu yaşamımıza soktuğu fikrine destek veriyordu (Kızıl Ordu’nun Nazi savaş makinesi karşısında aldığı tarihsel zaferi çaktırmadan es geçerek) (22).

Gluckmann’ın şiddetli komünizm karşıtlığı, Foucault’da olduğu gibi, henüz serpilmemiş bir pleb popülizmi ve dışlananların metafiziği ile iç içe geçti. Enternasyonel sınıf mücadelesi zihinlerden silinirken yerini sözde totaliter şeytani güçler ve ikisinin de “pleb” dedikleri grubun saf ahlaki mükemmelliği arasındaki soyut çarpışmaya bıraktı. Bu ikinci grup, Foucault’nun da belirttiği gibi “sosyolojik bir gerçekliğe” tekabül etmiyordu. Burjuvazide de bulunabilecek ve iktidar ilişkilerinden kaçan bir je ne sais quoi’ya (Ç.N. “bilmem nedir”) işaret ediyordu (23).

Nouveaux philosophes’un, dolayısıyla Foucault’nun CIA tarafından önemli birer varlık olarak görülmesi bizi şaşırtmayacaktır (24). Bir taraftan Fransa’da Marksizmin yıkımına önemli bir katkıda bulundular ve mevcut sosyalizme karşı yoğun bir propaganda savaşı yürüttüler. Özellikle de ABD’nin milli güvenlik politikaları çerçevesinde takdir ve teşvik ettiği Doğu’nun siyasi muhaliflerini merkeze alan medya gösterilerine aktif bir biçimde katıldılar (25). Diğer taraftan, tüm enerjilerini Doğu’nun sözde şeytani eylemlerine karşı sarf ederken, savaş sonrasının en büyük emperyal gücü ABD’nin eylemlerine gözlerini kapadılar -tabii bu eylemleri “insani müdahaleler” olarak meşrulaştırmadılarsa. ABD’nin bu dönemde 50 yabancı hükümeti devirmek için girişimlerde bulunduğunu unutmamak gerek. Bu iki yönelim de tabii ki komünizme karşı dünya çapında bir savaş yürüten -geniş çaplı 3000 operasyonda en az 6 milyon kişinin ölümünün, ve 1947 ile 1987 arasında yürütülen 10 bin küçük çaplı operasyonun doğrudan sorumluluğunu taşıyan (bildiğim kadarıyla bunların hiçbiri bu en meşhur güç ilişkileri kuramcısı tarafından zikredilmedi)-CIA’in işine geliyordu.


1970’lerin sonunda, gelgeç huylu Foucault sosyalizmin mevcut tüm biçimlerinin amansız muhalifi olarak ortaya çıktı. 1977’de verdiği mülakatta; SSCB, Küba, Çin ve Vietnam’ın da dahil olduğu uzun bir sosyalist ülkeler listesi vererek, bu ülkelerde en ufak bir umut ışığı ya da işe yarar bir yönelim işareti göremediğini söyledi. Bu da onu şöyle büyük ve kesin bir yargıya götürüyordu: “Sosyalizm geleneği kökten bir biçimde sorgulanmalı, çünkü mevcut sosyalist gelenek bugüne kadar kınanmayacak hiçbir şey ortaya koyamadı” (27). Küresel tarih üzerine kestiği bu ahkamın ironik tarafı gözlerden kaçmasın: Akademisyenlerin uzmanlık alanları dışında konuşmaması gerektiğini söyleyen ve kendini de bu şekilde sınırladığını açıklayan bir entelektüel, hiçbir tarihsel ya da felsefi çalışması ciddi bir biçimde konunun tarihine ya da konunun geçtiği coğrafi alanlara eğilmese de sosyalizmin ölümünü ilan etmekte bir sorun görmüyordu. Belki de entelektüellerin uzmanlık alanlarından bahsederken sömürge coğrafyasını zikretmeyi unutmuştur: Yani Batı’da “şimdinin tarihi” son derece karmaşıkken ve uzman bilgisi gerektirirken, farklı konularda uzmanlığa sahip Avrupalı entelektüeller söz konusu dünyanın geri kalanı olduğunda herhangi bir bilgi temeline yaslanmadan büyük ve kesin iddialarda bulunabilirler.

Bahsedeceğim olay da Foucault’nun bu tavrını açıklayıcı nitelikte: Foucault’nun istikrarsız “radikal” siyasetinin Avrupa dışında yeni bir ilgi alanı bulması, yani kendisinin uzmanlığıyla ilgisi bulunmayan İran’a yönelik ilgisi. Foucault 1978-79 İran Devrimi’ne büyük destek verince, bazıları onun devrimci politikaya geri döndüğünü düşündü. Ne var ki onun desteği, devrimin CIA’in kukla hükümetine karşı başlatılan emperyalizm karşıtı bir mücadele olmasından kaynaklanmıyordu. Konu üzerine yazdığı uzun yazılarda Foucault bundan hiç bahsetmez zaten. Onu asıl etkileyen şey, Marksist geleneğin iki ilkesinden sapan bir devrimle karşı karşıya olmaktı (İran’da sahada bulunan Marksist güçlerin materyalist bir analizini sunmadı tabii): sınıf mücadelesi ve devrimin öncüleri. Foucault’nun sıkça övdüğü şiddetli Marksizm karşıtı François Furet’ye dayanarak ve pek de incelikli olmayan Oryantalist bir tavır takınarak, Foucault bu “geri kalmış” ulusun, Avrupa’nın geçmişinde de bir dönem yaşandığı gibi ruhani bir siyaset doğurduğunu, bunu da modernleşmenin doğum sancılarını çekmeden yaptığını söylüyordu. Bu görüşleri ve durumla ilgili genel olarak bilgi yoksunluğu nedeniyle yoğun eleştiriler aldı. Ve güncel siyaset üzerine gazete yazıları yazmayı usulca bıraktı.

1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında, Foucault bir dönem hayranlık duyduğu sol siyasete tiksinti ile bakmaya başladı ve onu reddetti. Daha 1975 yılında, gruplarına Marx üzerine bir konuşma yapıp yapamayacağını soran bir göstericiye sert bir cevap verdi: “Bana artık Marx’tan bahsetmeyin. Bu beyefendinin adını bir daha duymak istemiyorum… Onunla bağımı tamamen kopardım” (28). Her geçen gün daha da reaksiyoner siyasete yaklaşan Glucksmann gibi, Foucault da neoliberalizme büyük ilgi göstermeye başladı. 1978-79 derslerinde neoliberalizmi anlatırken bu ideolojinin “azınlık bireylerin ve azınlık eylemlerini tolere eden, alanın dalgalı süreçlere açık bırakıldığı farklılık sistemlerini optimize eden bir toplum” fikrini desteklediğini söylüyordu (29). Neoliberalizm üzerine yapılan tüm ciddi Marksist analizlerden farklı olarak, Foucault dikkatimizi öncelikle onun ideolojik unsurlarına çekiyor ve siyaseti düşünmenin farklı bir biçimi diye sunarak onu değerli kılmaya çalışıyor. Ancak dikkatimizi, aşırı sömürü ve yoğunlaştırılmış baskıya dayalı küresel bir proje olması dolayısıyla neoliberalizmin emperyalist ve sömürgeci yönüne çekmiyor.

Aynı zamanda öğrenci ve işçi hareketleriyle de arasına bariz bir mesafe koydu ve “sessizlik” ile “kesin imtinaya” dayalı aktif olmayan bir asi olduğunu söyledi (30). Etik meselesine kapılan kendi kuşağının birçok diğer entelektüeli gibi, Foucault somut siyasi mücadelelere sırtını dönerek bireyci, yaşam tarzına dayalı anarşizme, hatta “kendine itina göstermeye” odaklanan basit liberterlik biçimlerine doğru kaydı. “İdeallere ve belirli amaçlara” tâbi olan, feminizm ve eşcinsel hareketi gibi özgürlük hareketlerinin örgütlenme biçimlerini sorguladı (31). Bu hareketlerin özel ve dışlayıcı kulüpler kurduğunu söyleyerek şu sonuca vardı: “Gerçek özgürleşme kendini tanımak demektir, ve bu çoğu zaman hangi grup olursa olsun bir grubun aracılığıyla gerçekleştirilebilir bir şey değildir” (32). Eğer kişisel aydınlanma özgürleşmenin en büyük idealiyse, ve ortak hareket etmenin yolu kapandıysa, akıl veren entelektüel kendi izole küçük burjuva etkinliğini özgürleşmenin kendisi olarak sunuyorsa, söylemsel darbesini başarılı bir biçimde gerçekleştirmiş demektir. Yaşasın karşı devrim!


Bu da yetmezmiş gibi Foucault; Hannah Arendt ve Furet gibi Marksizm karşıtı entelektüeller korosuna katılarak; gulag meselesini indirgemeci ve basit bir biçimde ele alıp ortak siyasi eylem yoluyla sosyoekonomik ilişkiler sistemini radikal bir biçimde dönüştürmeye kalkışmanın kaçınılmaz olarak korkunç sonuçlara yol açtığını iddia etti (33). 1984’te yazdığı ve en çok okunan denemelerinden birinde şöyle diyordu:

“Kendimizin tarihsel ontolojisi, küresel ve radikal iddiada bulunan tüm projelerden uzak durmalıdır. Deneyimlerimiz bize gösterdi ki, güncel gerçekliğin oluşturduğu sistemden kaçma ve başka bir toplum, başka bir düşünme biçimi, başka bir kültür, dünyaya başka bir bakış programı oluşturma iddiası, bizi daima geleneklerin en tehlikelilerini yeniden üretmeye itti (34).

Gerçek, maddeci değişim için mücadeleden kaçınan Foucault onun yerine bireysel, söylemsel bir eleştiri pratiği geliştirdi. Bu düşünceyi, aydınlanmış despotizmi savunan Kant’ı, kitlelerin aristokratik düşmanı Nietzsche’yi, tövbe etmemiş Nazi Heidegger’i dahil ettiği ancak Marx’ı dışarıda bıraktığı Avrupa merkezli bir geleneğe yerleştirdi. Bu geleneğin atası olan Aydınlanma’nın eleştirel tavrı, Foucault tarafından, akıl ve söylem yoluyla “bilmeye cesaret etmek” ama aynı zamanda monarşinin ve onun ordusunun dayattığı toplumsal düzenin kurallarına her zaman itaat etmek olarak görüldü ve buna indirgendi. Foucault’ya göre ideal eleştiri biçimini ortaya koyan Nietzche ise yalnızca Marksizm değil, sosyalizm, demokrasi ve kitlelere iktidar verebilecek herhangi bir siyasi proje karşıtıydı. Domenico Losurdo’nun ayrıntılı biçimde açıkladığı gibi, Nietzsche kendi deyişiyle “radikal bir aristokrattı”: Foucault’ya benzer biçimde aklı tahakkümle bir tutarak; sınıf, ırk, cinsiyet ve cinselliğe dayalı hiyerarşilerin akılcı ve bilimsel bir eleştiriye tâbi tutulmasını engellemişti.

Birçok Maskenin Arkasındaki Adam


Foucault kariyeri boyunca kendi kişiliğini kurguladığı entelektüel bir küçük burjuva oyunu oynadı. Çok değişken bir biçimde farklı etiket ve mevkileri üstlenip bıraktı, sanki bunlar takılan ve çıkartılan maskelermiş gibi. Ama bunun arkasında seçilebilir bir yüz yoktu. Onun durumunda öznel olan -ya da zihin diyelim- nesnel olana galebe çaldı. Onu yorumlayan birçok kişi kendi şahsına münhasır özne gibi oksimoron barındıran bir imajı kutsadılar, çünkü bu yorumcuların maestrosu -kendi analiz nesnelerinden farklı olarak- asla ele avuca gelmezdi çünkü onun zekası, dönüşüm hikâyesinin tarihsel bağlamına yerleştirilebilir örüntülere dayalı olduğunu düşünen ve indirgemeye alışkın entelektüellerin zekasını daima alt ederdi.


İki önemli biyografi yazarının da birçok kez vurguladığı üzere, maskelerin arkasındaki yüzün bir siyasi fırsatçı ve küçük burjuva kariyeristine ait olduğunu düşünmemiz mümkün. Savaş sonrasında komünizmin yükselişi ile kısa bir dönem Marksist maskeyi denedi, tabii onun üzerine Nietzsche’nin bıyığını da yersiz bir şekilde yerleştirdi. Reaksiyoner Beşinci Cumhuriyet’in erken dönemlerinde de Gaulle’cü bir yere doğru savruldu, akademik kariyeri ilerledikçe ve hükümete hizmet ettikçe açık bir biçimde komünizm karşıtı oldu. 1960’ların sonunda ayaklanmalardan hemen önce sahnenin değiştiğini anlayınca hemen hızlı bir kostüm değişikliğine gitti. 1970’lerin ortasında reaksiyoner komünizm karşıtlığı nouveaux philosophes kılığında geri dönünce ve medyada büyük etki yaratınca, şekil değiştirmekte mahir Foucault yeni bir değişim fırsatı gördü: Kariyeri Amerikan akademisine doğru açılan Foucault’nun orada büyük bir ilgiyle karşılanması sürpriz olmadı. Tabii bu kendisinin bazı meselelere dair fikir değiştirmek için öznel sebeplere sahip olmadığı anlamına gelmez. Ancak bu oyunculuğun çok açık bir örüntü sergilediği de bir gerçek. Diğer Fransız kuramcılar gibi ama yine kendi damgasını vurarak, Foucault bir radikal telafi-ediciydi. Küresel teori endüstrisinde sahip olduğu ün, radikal görünüp eleştirel teoriyi kapitalizm yanlısı cephe içinde massetmeye dayalı bukalemunluk yeteneği ile doğru orantılıydı.

Nihayetinde, Foucault’nun çalışmalarının tarihsel bağlamı içinde ne türden bir toplumsal işlev gördüğünü merak edenlerin bu çalışmaların maddi siyasi sonuçlarına bakmaları yeterli. Marksist gelenek sayısız özgürleşme mücadelesine ve devrime katkıda bulunmuşken, Foucault’cu geleneğin böyle bir etkisi hiç olmadı. Ne var ki Foucault, komünizm karşıtı akademisyenlerden müteşekkil çok güçlü bir küçük ölçekli sanayi yarattı. Bu sanayidekiler, devrimci teori ve pratikten kaçabilecekleri ama aynı zamanda radikal imajlarını koruyabilecekleri şekilde efendilerinin dünya merkezli evrenini savunmaya devam ediyor.

NOTLAR

[22] On Foucault’s relationship to the nouveaux philosophes, see Michael Scott Christofferson, French Intellectuals against the Left: The Antitotalitarian Moment of the 1970s (New York: Berghahn Books, 2004); Peter Dews, “The ‘New Philosophers’ and the End of Leftism,” in Radical Philosophy Reader, eds. Roy Edgley and Richard Osborne (London: Verso Books, 1985), 361-384; Peter Dews, “The Nouvelle Philosophie and Foucault,” Economy and Society 8:2 (May 1979): 127-171.

[23] Foucault, Dits et écrits IV, 421.

[24] See Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor of Dismantling the Cultural Left,” Los Angeles Review of Books (February 28, 2017): <http://thephilosophicalsalon.com/the-cia-reads-french-theory-on-the-intellectual-labor-of-dismantling-the-cultural-left/>.

[25] Aleksandr Solzhenitsyn, whose rightwing critique of the U.S.S.R. served as the gold standard for Glucksmann and Foucault, was welcomed in the West by Hienrich Böll and the CIA networks he was involved with in Germany (see Hans-Rüdiger Minow’s 2006 documentary for ARTE, Quand la CIA infiltrait la culture: <https://www.youtube.com/watch?v=58QTcf_mFag>).

[26] These numbers were calculated by the Association for Responsible Dissent, a group composed of 14 former CIA officers. John Stockwell, one of its founding members, discusses their findings here: <https://www.youtube.com/watch?v=RD8OOyoavZM>. Also see his book The Praetorian Guard: The U.S. Role in the New World Order (Boston: South End Press, 1991).

[27] Foucault, Dits et écrits III, 398 (my emphasis).

[28] Macey, The Lives of Michel Foucault, 348-9.

[29] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France, 1978-79, ed. Michel Senellart, trans. Graham Burchell (New York: Palgrave Macmillan, 2008), 259-260. The best book on Foucault’s relationship to neoliberalism is Daniel Zamora and Michael C. Behrent, eds., Foucault and Neoliberalism (Cambridge: Polity Press, 2016). Also see Daniel Zamora, “How Michel Foucault Got Neoliberalism So Wrong,” Jacobin (September 6, 2019):  < https://bit.ly/3kEqSUN >.

[30] Foucault, Dits et écrits III, 670.

[31] Ibid. 677.

[32] Ibid. 678.

[33] It bears recalling that, according to a 2016 report by the Bureau of Justice Statistics, 6.6 million people are under correctional supervision in the United States (https://www.bjs.gov/content/pub/press/cpus16pr.pdf). At the end of the Great Purges, the total incarcerated population in the gulag climbed to 2 million, but more than half of all inmates were freed when Stalin died in 1953. Soviet prisons, moreover, were not death camps, and most inmates returned to society, at a rate of 20 to 40 percent of the prison population each year according to archive records. Michael Parenti has provided one of the most rigorous historical accounts of the gulag, which is a welcome antidote to the insipid scare tactics commonly used to circumvent sober analysis, in Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism (San Francisco: City Lights Bookstore, 1997), 76-86.

[34] Foucault, Dits et écrits IV, 575.

[35] See Domenico Losurdo, Nietzsche, the Aristocratic Rebel, trans. Gregor Benton (Leiden: Brill, 2019).