Ana Sayfa Genel Narsistik Tatmin

Narsistik Tatmin

Narsistik Tatmin

Benliğimiz, baskın bir kimlik senaryosunun asma kilitlerinin koruma altına aldığı bir “huis-clos”da tutsak, kelimeler derseniz, yerel kullanımların ve çökelmelerin ürünleri olmaları yüzünden kırılgan; kendiliği inşa etmek ise, hiç kimsenin final çizgisine ulaşmayı başaramadığı yüzlerce kilometreden oluşan engelli bir koşuya benzemeye başladı.

“Önce ben” maksimi, sayıları giderek artan terapi ve kişisel gelişim önerilerinin temelini oluşturuyor. Çünkü bu sava göre yalnızca kendi ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını bilen ve kendini seven istikrarlı bir benlik diğer insanlarla ilgilenebilirdi.

“Kendini düşünme” aslında derinden diyalektik bir olgudur.

Bana kalırsa narsisizm, sadece benmerkezcilikle ya da kendini aşırı sevmekle ilişkili bir şey değildir.

Ego ideali

Narsistik ego idealine gönüllü teslimiyet aslında her toplumda değişik yoğunlukta mevcuttur.

Bu arada, “Ego ideali” terimini bir kusuru ya da bir patolojiyi değil, yeni normalimizi tanımlamak için kullanıyorum.

Modernite insanı narsistik bir ego idealine giderek gönüllü bir şekilde daha fazla boyun eğmeye başladı, çünkü karşılığında bir şeyler aldığını hissediyor. Sosyal tanınma, güçlenme (self- empowerment) hissini tahkim ededursun, bu duygular özneye narsistik tatmin vaat ediyor.

Özellikle ego idealine bağlılık olarak narsisizm, kendimizin daha iyi bir versiyonunu temsil eden ruhun (Psyche) bir alegorisi olarak öne çıktı.

Türkiye’de toplum süperegoya, yani içselleştirilmiş ahlaki otoriteye tabii olan semi-feodal karakteristikler sergiliyor.

Aslında böylesi gelenekçi toplumlar, “yüksek ahlaki otoriteleri” kullanarak narsisizmi kontrol altına almaya çalışırlar.

Peki narsisizm, mücadele edilmesi gereken bir kötülük olmaktan çıkıp itici bir güç, olumlu bir dinamik haline nasıl geldi?

Günümüzde insanlar ego idealinin hükümranlığı altında faaliyet göstermeye başladı. Çünkü ekonomik, sosyal ve onur yaralarının sağaltılması süreçlerinde yüksek ahlaki otoritelerin kötü bir sınav verdikleri ortaya çıktı.

Ancak ego idealine sığınmak da çare olmadı. Ego ideali bu belalı uğraklarda öznenin yaralarını sağaltmaktan ziyade onu yönlendiren baskıcı bir tiranlık olarak öne çıktı.

Ve bu yönelimle birlikte her bireyde sadece psikolojik narsisizm değil, aynı zamanda toplumsal koşulların içine kazınmış olan yeni bir nesnel narsisizm tezahürü boy göstermeye başladı.

Süperegonun en büyük tehdidi vicdan azabı iken, onun yerine artık ego idealinin yol açtığı yıkıcı aşağılık duygusu, kapsamlı bir yaralanma, bir öz-benlik kırıklığı gibi tehditler ortaya çıkmaya başladı, çünkü ego ideali ulaşılamaz bir olgu olarak kendini öznenin çok uzağına konumlandırıyordu.

İnsanlar sosyal konumları veya kaynak eksikliği nedeniyle eylemlerini ego idealini gerçekleştirme hizmetine sunamadıklarında ezici bir yenilgi hissiyle birlikte bir “narsistik sızı” yaşamaya başladılar.

Freud’un kitle oluşumunu tanımladığı mekanizmasına dayanarak söylüyorum; idealine ulaşamayanlar ideali, onu temsil ettiğine inandıkları birine devrederek bu yaralayıcı yenilgi hissinden bir çıkış yolu aradılar.

Freud bu durumda bir liderden, grubun merkezinde duran istisnai bir figürden söz ediyor. Bu figür, bu gruba dahil olanlar için ideal işlevini üstleniyor ve idealle olan ilişki ile grubun üyeleri arasındaki ilişki birlikte “cemaat” dediğimiz sosyalliği meydana getiriyor.

Freud’a göre merkezdeki figürler çok güçlü bir şekilde süperego (süper baba, reis vb.) odaklıdır.

Bu arada, bu tür toplulukların genellikle, kişinin kendi mükemmelliği konusunda birbirlerine karşılıklı güvence vererek çalıştıklarını belirtelim.

Günümüzde grupların merkezindeki ideal figürünün, kah bir yıldız kah siyasi bir figür ya da kültür sektöründen biri veya bir “dava adamı” tarafından temsil edildiği gözleniyor.

Narsisizm, çok istenirse bu Ben-idealine ulaşılacağını ve ona ulaşıldıktan sonra bile Ben’in ve idealin aynı kalacağını öne süren yanıltıcı bir düşünce olarak öne çıktı.

Ancak sayısızca vakadan anlaşıldığı kadarıyla ideal, bir kez ulaşılmaya görsün, yolun başındaki Ben-İdeal ile yolun sonundaki Ben-İdealin birbirlerinden çok farklı oldukları görüldü.

Başka bir deyişle, kendiyle sürekli çatışma nedeniyle kişi, kendisiyle Ben- ideali arasında bir Araf’ta kendine eziyet ediyor, çünkü yolun başı ve sonu farkının üstesinden bir türlü gelemiyor.

Kısacası Narsisizm, Ego-İdeali uğrunda özneyi, ebedi erişilmezliğe itilen küçük benliklere bölüyor.

Buradan “küçük başarılar öforisi” oluşuyor, oysa narsistik tatmin ancak bütüncül bir ideal fikrinden  doğabiliyor. Günlük hayatta olduğumuz şekliyle küçük benlik, haliyle her zaman yetersiz kalıyor.

Onaylayan seyirci

Her şeye kadir olmanın çocuksu cennetinden kovulan, Ben’ine düşmanca konuşlanmış yabancı bir dünyaya maruz bırakılan için tatmin, ancak dışarıdan tanınma yoluyla gerçekleşebiliyor. Tanınma, görüldüğü üzere, bu narsistik doyumda merkezi bir rol oynuyor.

Böyle bir tatmin, aynı zamanda bir tür seyirciye de ihtiyaç duyuyor ve tatmin, bu dış seyirci dolayımında, hem özel hem kolektif bir öforiye dönüşüyor. Bu dışarıklı kitle, sosyal medyadaki beğeniler olabildiği gibi, modern kölenin ‘olağanüstü’ becerilerine övgüler dizen kapitalist patron ya da seçkinler tarafından aşağılanmış kitleye yüksek sosyal statüler vadeden “popülist baba” da olabiliyor.

Yeni bir tanınma biçimi olarak narsistik tanınmada Ben ile sıvazlayan izleyici arasındaki ilişki, karşılıklılık ilkesine dayanmayan hep asimetrik bir ilişki olageldi.

Anlayacağınız her şey, narsistin kendini onayla(t)ması için bir fırsata dönüştü.

“Bana ne veriyor, ne kazandırıyor” sorusu, bu bağlamda, çağımızın mükemmel narsistik sorusu olarak öne çıktı.

Narsistik ahlak

Düpedüz bir oximoron olan “narsistik ahlak”, artık iyiyi ve kötüyü tanımlayan ve bir otoriteyle desteklenen bir süperego ahlakının olmadığı boşlukta ortaya çıkıyor. Bu boşlukta ahlaki otorite, kişinin kendi kimliği/kimlikleri üzerinden inşa ediliyor. Örneğin bu, vegan beslenmeye değer verenler için neyin iyi neyin kötü olduğunun sarih olduğu anlamına gelebiliyor.

Mesela politik olarak doğru olanlar için yol gösterici ilke, ürünlerin adil paylaşımı olurken, iklim kaygısı olanlar için, bölgesel ürünlerin tercih edilmesi ahlaki bir ilke olarak öne çıkabiliyor.

Bu yeni durum, eyleme yönelik yol gösterici ilkenin artık genel sosyal kurallar değil de, her zaman kişinin kendi kimliği olduğu anlamına geliyor.

Totalitarizm: narsistik yaranın kanamaya başladığı yer

Tarih boyunca totaliter yöneticileri patolojik hale getiren şeyin, büyük güç fantezilerine sahip olanın narsistik tanınma saplantısı olduğu anlaşıldı.

Kısa boylu erkeklerin boylarını, prestij ve statü sembolleri aracılığıyla telafi etme davranışlarını temsil eden “Napolyon kompleksi” bu duruma iyi bir örnek oluşturdu.

Alman İmparatoru Friedrich Wilhelm II’ye bipolar bozukluk teşhisi konulmuştu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Adolf Hitler bugüne kadar tarihin en çok analiz edilen tiranı olmayı bu yüzden sürdürüyor.

Narsisizm, aşırı bir savla, aslında bir ideolojidir. Aslına bakarsanız ideoloji, karmaşık ve sert gerçekliğe karşı bir rahatlık, bir teselli ve konfor sağlayan bir şeydir, ancak bırakınız konfor sağlamayı, narsisizm, öznesine ek baskı yaratıyor.

Sol partiler, başından beri saf doktrine dair katı savlarla karakterize edilegeldi.

Bizdeki, özellikle 12 Eylül öncesi Sol’un içine düştüğü “Labil hücre bölünmesi”ni bir çeşit “narsistik sapma” olarak değerlendirenler oldu. Benim en küçük farklılığın narsisizmi olarak adlandırdığım şey, siyasi yelpazenin bu kısmında özellikle çok belirgindi.

Narsistik bir sapma olarak çilecilik

Benim için çilecilik, her zaman derinden narsistik bir davranışı temsil etti.

Antik Yunan filozofları başlangıçta “Askesis”i, hem fiziksel zindelik ve perhiz hem yüksek erdemlik mertebesine ulaşmak için zihinsel eğitim ve egzersizler anlamında kullandı. Bu çileci odak, ekole bağlı olarak, zamanla farklı biçimler kazandı. Örneğin Stoacılar iç huzuru ve özgürlüğü hedeflerken, Kinikler bölgede dolaşan tuhaf gezgin keşişlerden oluşuyordu.

Oruç da dahil olmak üzere cinsel perhiz, erteleme, feragat ve yüceltme, yalnızca bireysel değil aynı zamanda toplumsal beden imgelerini ve toplumsal kimlikleri de üreten temel uygarlık alışkanlıklarının bir parçası olageldiler.

Orucun anlamına ilişkin spesifik düşünceler öncelikle Epikür tarafından dile getirildi. Seneca’nın “Lucilius’a Ahlak Üzerine Mektuplar” adlı eserinde yazdığı gibi, Epikür öncelikle fiziksel ve zihinsel yorgunluktan kaçınmak ve yaşama sevincini diri tutmak için oruç tutuyordu.

Epikür’e göre oruç, ruhsal deneyimleme yeteneğimizi yenileyip yoğunlaştırıyordu.

Ancak kanımca asıl amaç, daha sürdürülebilir bir zevk biçimini ve arzu akışını geliştirmekti.

Bu, modern insanın mevcut yeme alışkanlıkları için makul görünen bir yaklaşımı da ortaya koyuyor. Çünkü modernite insanı, özellikle Batı’nın refah toplumlarında, aç olmanın ne demek olduğunu büyük ölçüde unutmuş görünüyor.

Başka bir deyişle, önceki nesillerin kolektif bilgisinin bir parçası olan “boş” ve “dolu” ayrımının varoluşsal önemi Modernite insanı için kesinlikle anlaşılamaz hale geldi.

Dikkat ederseniz mevcut oruç rönesansı, çoğu insanın her zaman yemek yediği bir kültür olan, benzeri görülmemiş, lüks bir bolluk çağının arka planında gerçekleşiyor.

Yemek yemenin, kısa vadede mutlulukla; uzun vadede ise anti Epikürcü bir yaşam sevinci kaybıyla ilişkilendirildiği bir çağda yaşıyoruz.

Kalıcı bir tokluk ve doygunluk arayan kişi, aşırılık ve çok fazlanın diyalektiğinin ayrılmaz parçası olan boşluğun özlemini giderek daha fazla çekmeye başladı.

Günümüzde münzevi asketik yaklaşımlar ve özellikle oruç tutma biçimleri, bir manevi doktrin inşa etmekten ziyade, can sıkıntısından ve tokluktan kaçınmaya katkıda bulunan bir çeşit tüketim faaliyeti işlevi görüyorlar.

“Boş olma hissi” diyor Cioran, “tıpkı Ekstazi’nin boşluğun koşulu olması gibi, bir ekstaz durumudur.”

Kant da, “Ahlakın Metafiziği” adlı eserinde, batıl korkular veya sahte kendinden tiksinti nedeniyle kendine işkence edip bedenini çarmıha germeye çalışanın manastır çileciliğini açıkça kınıyordu.

Uzakdoğu felsefesi üzerine yaptığı çalışmalardan sonra çileciliğe karşı daha yumuşak tutumlar alan Schopenhauer bile, “İrade Ve Düş Olarak Dünya”da daha dar anlamda bir çileciliği gereksiz bir şey olarak elinin tersiyle reddediyordu.

“Ahlâkın Soykütüğü”nde Nietzsche, çileci uygulamalara yönelik kınamasında en ileri noktaya giden filozoflardandı. Nietzsche çileci uygulamaları, “kendilerine mümkün olduğu kadar çok zarar veren (…) hoşnutsuz, kibirli ve tiksinç yaratıkların hastalıklı Ferisizmi” olarak gördü. Ona göre bu insanlar acıya değer veren aptalca bir ideolojiden başka bir şeyi temsil etmiyordu ve muhtemelen bu onların tek zevkiydi.”

Züht ve oruç uzun bir aradan sonra ancak Fransız filozof Michel Foucault’nun geç dönem çalışmalarında yeniden ciddi bir tefekkür nesnesi haline geldi. Foucault’ya göre çileci uygulamalar her şeyden önce “benliğin teknolojileri veya dispozitifleri”ydiler.

Foucault “Dispozitif”i, “amacı, insanların davranışlarını, jestlerini ve düşüncelerini yararlı yönlere yönlendirmek, idare edip, kontrol etmek olan uygulamalar, bilgiler, önlemler ve kurumlar ağı” olarak tanımladı.

Kısacası, günümüzün stresli gözetim toplumunda öz disiplin ve çilecilik her zaman bir “iktidar mikrofiziği”nin hizmetinde yer aldı.

Sonsöz

Anarşist ve neo-gnostik Simone Weil, 1943’te henüz 34 yaşındayken kendini açlıktan öldürmüştü, çünkü oruçla ilahi olana erişebileceğine inanıyordu.

Ölmeden birkaç hafta önce “Ruhun açlığına dayanmak zordur” diye yazmıştı. Ona göre “kim bir anlığına daha açlığa katlanırsa, ya doğaüstü ekmeği alacak ya da düşecekti”. Weil, doğaüstü ekmeği almasına rağmen düşenlerdendi.

Simone Weil’in ruhun saflığına ulaşmaya yönelik ölümcül orucunu erdemli bir eylem veya narsistik bir sapma olarak kodlamak bu kısa denemenin hedefleri arasında bulunmuyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl