Ana Sayfa Art-izan SANAT VE BİLİM İLİŞKİSİ

SANAT VE BİLİM İLİŞKİSİ

SANAT VE BİLİM İLİŞKİSİ

İnsanın tarih boyunca sanat alanında yaratmış olduğu potansiyel, önemli bir birikim oluşturmuş, sanatı bilimsel olarak incelemek 18. yüzyıldan itibaren zorunlu hale gelmiştir. Çeşitli yönlerden etkileme ve etkilenme biçimlerine sahip olan sanatsal süreçte, birbiri ardına çok farklı sanat disiplinleri ortaya çıkmıştır. Sanat felsefesi, sanat tarihi, sanat psikolojisi gibi…

İnsanın sosyal yaşamının dinsel açıdan değil, bilimsel olarak incelenmesi 18. yüzyıldan itibaren kaçınılmaz olmuştur. Sosyal bilimler toplum içinde yaşayan insanları, toplulukları, grupları incelerken, kapsamı bireyden küresel toplumlara kadar uzanmaktadır.

18.yüzyıla kadar genellikle ahlaki, dinsel geleneksel ya da başka bir anlamda felsefi yaklaşımlar egemen olmuştur. 18. yüzyılda bilimsel yaklaşımlar ve eserler artış göstermiştir.

Bilimle felsefenin ayrılması gerektiği görüşü ön plana çıkmaya başlamıştır. Sosyal olgunun düzenli bir yapısı olduğu, doğal ve fiziksel yasalara bağlı olduğu ifade edilmeye başlanmıştır.

Kant’ın bilimlerin felsefeye bağlı olduklarını savunmuş olduğu düşünüldüğü takdirde, geçen yüzyılın ortalarında felsefe-bilim ilişkilerinin incelenmesi ile düşüncenin pozitif bilimler yoluyla aydınlatılmış olduğu anlaşılabilmektedir. Bu nedenle 19. yüzyılda artık felsefeye dayalı bilimler değil, tersine bilime dayalı olguculuk pozitivizm felsefesi ortaya çıkmış ve giderek kültür ile sanatın oluşumunu deneylere, gözlemlere bağlayarak açıklamaya çalışmıştır.

Felsefenin malzeme ve yöntemlerini artık fizik ve doğa bilimlerinde görmüş olması, insanlığın düşünce gelişiminde yepyeni ufuklar açmıştır. 19. yüzyıldan bu yana artık bilim, felsefeye yol göstermeye başlamıştır. Felsefenin doğa bilimlerinde kendi malzemesini ve yöntemini görmüş olması, onu pozitivizme götürmüş, güzel sanatları da doğanın gerçeğine ve dolayısıyla sürekli gözleme yöneltmiştir.

Düşünürler insan toplumlarda nasıl olmaları gerektiğine daha çok önem vermeye çalışmışlardır. J. J. Rousseau, Voltaire, Holbach, Diderot ve Montesquieu bu anlayışla yazmışlardır. Tarihsel süreçte felsefi nitelikten yavaş yavaş uzaklaşılıp gözleme yönelme görülmüştür. A. Comte ve Karl Marx gibi çoğu düşünür, sosyal bilimlerin ayrışamayacaklarını, bir bütün olduklarını savunmuşlardır.

Günümüzde sosyoloji ve sosyal bilimler, pek çok uzmanlık alanına bölünmüştür.

Frankfurt Okulu, “Eleştirel Kuram” “olarak bilinmektedir. Okulun düşünürleri toplumsal sorunlar, iletişim araçları, aydınlanma, kültür endüstrisi, sanatın işlevleri gibi konularda yapmış oldukları çalışmalar ile felsefe, tarih sosyoloji, bilim teorisi, psikoloji, politika, ekonomi, otorite gibi alanları araştırmışlardır. Bilim, deneysel yöntemlerle yasalara uygun doğrulanmış belirli olguların, konuların, olayların sınıflandırmalarına ait bilgileri içeren, bilgi ile var olan bütündür. Bilgi ise, süje ile obje arasındaki ilişkidir.

Bilgide süje insandır. İnsanı algılamaya, düşünmeye, fiziki ve ruhsal çalışmaya iten şey objedir. Bilgi süje ile obje arasındaki ilişki olup, tüm var olanların kavranılması ile gerçekleştirilir. Sanat çalışmalarında süje ile obje arasında bir ilişki bulunmaktadır. Bir sanat eserinde sanatçının kişiliğinden kaynaklanan yaratımlar, özel bilgiyi oluşturmaktadır. Bilimde süje ile obje arasındaki ilişki dil ile ifade edilirken, dil, sanattaki ifade araçlarından yalnızca bir tanesidir. Diğer bazı araçlar, hacim, renk, kütle, harekettir. Sanat, bilimin ele alınması ile başlanmasından çok daha önceleri var olmuştur. Bilim ve sanatın kesiştikleri nokta özgürlük olup, İkisi de doğaya yöneliktir.

Bilim, dış doğayı bilgi objesi olarak ele almaktadır. Sanat konusundaki bilimin kökleri Platon ve Aristoteles’e kadar uzanmaktadır. Geçmiş dönemlerdeki çalışmalar genellikle sanat tarihi içeriklidir. Daha sonraki süreçlerde uzmanlık alanları ile birlikte disiplinler arası çalışma tarzları oluşmuştur.

Bauhaus ekolü tekniği estetikle birleştirmeye dayalı bir akım geliştirmiştir.

1895’te Röntgen’in X ışınlarını keşfetmesi ile, eski eserlerin ilk hali görüntülenmekte, eserin yaşı, tarihi belirlenebilmekte, resimlere sonradan yapılmış olan eklemeler müdahaleler tespit edilebilmektedir.

20. yüzyıl müzeciliğinde fotoğrafın, röntgen filmlerinin spekrografik tabakaların çok önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu teknolojiler sayesinde pentürün algılanışı, eserlere bakış açısı, algısı değişmiştir. Fotoğrafın imkân verdiği büyütmeler sayesinde Orta Çağ’da zihinsel, teknik, kültürel faaliyetlerin bir arada oluşturulması anlamındaki’ liberal sanatlar’ sosyal bilimler ve doğa bilimleri ile birlikte incelenip yorumlanmıştır. Bilim ve sanat entelektüel bir etki olarak, toplumlarda kültür bağlamında anlam kazanmıştır.

Kültür ve sosyal değerler sisteminin tümü eski dönemlerden günümüze kadar bilimle iç içe olmuştur. Sanat, bilimin ortaya koyduğu somut gerçeklerden ve imkanlardan faydalanmaktadır.

Bilim sanat yakınlaşması fiziki anlamda da gereklidir. Eserlerin korunmasında atmosfer gazları, nem oranı, ısı sistemleri gibi problemler direkt olarak belirleyici olup, bilim sayesinde çözülebilmektedir. Sanat eserlerinin tamirinde, korunmasında, restorasyonunda teknolojilere önemli şekilde ihtiyaç duyulmaktadır.

Bilimle sanatın ortak ve farklı yönleri bulunmaktadır. Doğa, ikisi için de gerçek bir kaynak oluşturmaktadır. Bilimde dışsal doğa, sanatta içsel doğa önem kazanmaktadır. Doğanın yasaları ile bilim arasında büyük bir uyum gözlenmektedir. Bilim doğanın bilinmeyenlerini ortaya çıkarırken, kesinliği ve gerçekliği değiştirilemeyen somut gerçeklerle ilgilenmektedir. İnsanlığın evrimindeki ilk bilimsel kavramlar, insan doğa etkileşiminden kaynaklanmıştır. Bilim, doğayı değiştirmemekte, doğada var olup insanlığın henüz ulaşamadığı gerçekleri araştırmaktadır. Bilim dünyayı nesnel olarak açıklamaktadır. Sanat ise gerçekleri olduğu şekilde değil, olması gerektiği şekilde idealize etmekte ve yeniden yaratmaktadır. Sanat, bunu yaparken öznel bir bakış açısıyla nesneleri ve olayları değerlendirerek doğayı bozmaktadır. Bilim ve sanat etkinliklerinde toplumsal, kültürel ve ekonomik ortam son derece önemli ve yönlendirici olmaktadır. Sanat imgelem gücü ile amacına ulaşmaya çalışırken, bilim soyutlamalar ve kavramlar oluşturarak bilimsel bilgi bütünlüğüne ulaşmaya çalışmaktadır. Sanat eseri bir tek bireyin belli bir zamanda ürettiği bir yaratımdır. Sanatçının doğada estetik ilgi kurduğu nesne gerçek bir nesne değil, sanatçının estetik olarak duyumsadığı nesnedir. Bu yaratımların altyapılarını ise toplumların sosyolojik, politik, bilimsel ve kültürel yapıları oluşturmaktadır. Geometrik kavramlar olan yüzey, çizgi, nokta, resim sanatının temel öğelerindendir. Altın kesim, Mısır piramitlerinden başlayarak, Yunan tapınaklarında, heykellerinde, Rönesans döneminde kullanılmış olan oranlar sistemidir.

Bilim, genel doğrulara ve sistematik deneylere dayalı zihinsel etkinliklerin bütününü oluşturmaktadır. Sanat, insanın bu nesnel gerçeklerle kurmuş olduğu estetik ilişkidir. Bilimsel çalışmalar, 19. yüzyılda yoğunluk kazanmış, bilimde doğruluğu ve gerçekliği ispatlanmış olan yeni olgular, bu dönemde yaşayan insanların düşüncelerini yeniden biçimlendirmiştir. A. Comte’un felsefede pozitivist görüşleri açıklaması üzerine, toplumlar demokratik yönetimlerin kendilerine sağladığı özgürlüklerden güç alarak materyalist, pozitivist bir dünya görüşünü benimsemişlerdir. 19. yüzyıla kadar din ve bilim yalnızca felsefe ile açıklanmaya çalışılmıştır. 18. yüzyıldan itibaren bilim, nesnel gözlem ve deneylerle kendi yeni gerçeğini bulmuş ve felsefeden ayrılmıştır.

Pozitif bilimler felsefeye yol gösterirken, doğa bilimlerini kendi yöntemleriyle pozitivizme yöneltmiştir. Sanat da doğa gerçeğine ve gözlem yapmaya itilmiştir. Heykeltıraş, ressam, edebiyatçı doğayı gözlemleyerek çalışmalarını biçimlendirmişlerdir. Bunun sonucunda Avrupa resminde köklü değişimler gözlemlenmiştir. Bilimsel çalışmaların resim sanatında da en önemli etkisi izlenimci ressamlarda görülmüştür. Isaac Newton’un ışık üzerine yaptığı araştırmaların sanatçılar üzerindeki etkisi resim sanatında ‘izlenimcilik’ denilen üslubu ortaya çıkarmıştır. Bu üslupta çalışan ressamlar, resimlerinde doğa nesneleri üzerindeki ışığın güneş renkleri ile saptanması ile ilgili olarak uğraş vermişlerdir. Doğa biçimleri ışığın etkisi ile kendiliğinden dağılıp kaybolmuş, resimde biçimin yerine renk sistemi egemen olmuştur. 19. yüzyıl resim sanatında renk önem kazanmış, biçimi resimden çıkartma eğilimi göstermiştir.

Rönesanstan beri uygulanan artistik anatomi, bilimsel perspektif gereksiz bilgi konumuna düşmüştür. Nesnenin ışık renkleri ile düzenlenerek elde edilmesi önem kazanmıştır. Bilimsel ışık araştırmalarının sanata uygulanması, resim sanatının yapısal kuruluşunu kökünden değiştirmiştir. Rönesans’ta Newton’un ortaya koyduğu mekanist evren sistemi, bilimde kökten bir devrim yaratmıştır. Bu sistem içinde yer alan maddi kütleleri, çekim yasası uyarınca birbirlerini çekmektedirler.

Bu çekim, evreni mekanist bir hareketler düzeni olarak temellendirmektedir. Bu düzenin dayandığı Aristoteles’ten kaynaklanan temel bir axiom vardır. Bu axiom, doğal olaylar olarak nitelendirdiğimiz birbirini çekme hareketleri arasında bir ilginin olduğunu apriori olarak kabul etmektedir. Olaylar arasındaki bu ilişkiye nedensellik (kozalite) denilmektedir.

Buna göre evren, objektif mekân ve zaman kategorilerine, nedenselliğe dayalı kozmik yapıdır. Doğa, nedenselliğin ve zorunluluğun belirlediği mekanik sistemi işaret etmektedir. Bu mekanist sistem, akla dayanan bilimin konusu olan bir varlıktır. Akla dayalı bilimsel zorunluluğun sağladığı düzendeki yaşam anlayışı, sonraları ‘modernite’ ismini almaktadır. Bilimde büyük değişimler meydana gelmiş, yerinden oynatılamayan temel kategoriler, zaman ve mekân relatifleştirilmiş, bilimin temel dayanakları olan nedensellik, istatistik olasılığa dönüştürülmüştür.A. Einstein, Eukleides geometrisine dayanan Aristoteles kaynaklı Newton fiziğini üç boyutlu mekân anlayışına dördüncü boyut olarak zamanı eklemiştir. Einstein, bunu Riemann’nın geometrisine dayanarak yapmış, mekânı bir zaman mekân birliği olarak temellendirmiştir. Bu zaman mekân birliği, sadece doğa bilimlerine değil, aynı zamanda öteki bilimleri ve sanatları da önemli ölçüde etkilemiştir. Einstein’ın rölativite teorisi Kopernikus’tan beri geçerli olan “evren sonsuz ve sınırlıdır” axiomunu yadsımış ve yerine “evren sonludur ama sınırsızdır” axiomunu koymuştur. Buna göre de evrende algılanan verilerin tek başlarına mutlak ve değişmez olmadığını, her bireysel ‘veri’nin, diğer verilere göre ancak gerçek olabileceğini ifade eden savıyla devrim yaratmıştır. Aristoteles fiziğinin dayandığı Eukleides geometrisine göre, mekânda iki nokta arasında en kısa yol bir doğrudur, buna karşılık Riemann geometresine göre dünya bir küre olduğuna göre kürenin yüzeyinde bulunan iki nokta arasındaki en kısa yol bir eğridir. Küre yüzeyi sonludur ama sınırsızdır. Einstein relativite teorisinde küre yüzeyini mekâna aktararak sonlu ve sınırsız eğri bir mekân tasarımına, relativiteye dayanan evren ve bilim anlayışına ulaşmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu saptamalar Rönesanstan beri süre gelen evren tablosunu ve gerçeklik anlayışını değiştirmiş ve bir septisizmi getirmiştir. Bu septisizm, sadece felsefe ve bilimde değil, sanat ve kültür alanında da etkili olmuştur. Yüzyıllardır bilim, psikoloji alanında varlığı bir bilinç varlığı olarak algılamış ve araştırmıştır. Ancak 20. yüzyılda ruhsal varlığın yalnızca bir bilinç varlığı olmadığı, bilincin altında bilinçaltı dünyasının da var olduğu saptanmıştır.

Çağdaş sanat, önemli ölçüde bilinçaltından kaynaklanmaktadır. J. Miro, resimlerinin bilinçaltı resimleri olduğunu, bilinçaltı temeline kök saldığını ifade etmiştir. Sigmund Freud bilinçaltını ilk kez bilimsel araştırmalara açmıştır. Sadece bilinç olaylarını inceleyen psikolojinin yanında bilinçaltını araştıran yeni bir psikoloji kurulmuştur. Çağdaş sanatı anlamanın yolu psikanalizden geçmektedir. Çağımızda sanatçılar, taslağın içgüdüsel, tinsel gelişen anlatımına ve yaratıcılığına engel olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Optik görüntüye dayanan plastik sanatlar önemini yitirip, psikolojik resim önem kazanmaya başlamıştır. Ön çalışmalar olan taslakların, ruhsal gerilimlerin ifade edilmesine engel olduğu inancı da giderek önem kazanmıştır.

Bilim ve sanat, toplumun her evresinde birleşik bir dünya görüşünden yola çıkar ve aynı gerçekleri ifade etmek ister. Bu ifade içinde sanat, bilimin ortaya koyduğu gerçeklerden yararlanır. Bilimsel araştırmaların gelişmesiyle sanat da kendi yaratımlarına çoğaltır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl