Ruhun yüzeydeki görünüşünden hareketle gizli ve zor ulaşılan derinliklerine durmadan ilerleyen psikanalizin sonunda kendi doğal sınırı ve aynı zamandan kendi temelleriyle karşılaşması kaçınılmazdı…artık biyolojik açıdan kavrayabiliyoruz onu… doğum travmasının bütün insanlığın gelişimi açısından muazzam ruhsal sonuçlarını analiz deneyimlerine dayanarak tasarlamayı deniyoruz ilk kez. Bu travmada ruhsal olanın nihai ve somut, biyolojik esasını buluyoruz ve böylece bilinçdışının temeline ve çekirdeğine ulaşmış oluyoruz.

Otto Rank/Doğum Travması

Ütopya roman türünün yaratıcısı Thomas More’un 16. Yüzyıl İngiltere’sinde hırsızlık o kadar yaygındır ki suçlular çok ağır cezalara çarptırılır. Bu vahim tabloya hırs ve bencilik gibi çok çeşitli ahlaksızlıklar ayrıca yük bindirir. More nereye baksa sorunlar yumağıyla karşılaşır. Çelişkiler ve tutarsızlıklardan oluşan bir yığın karşısında büyük bir bıkkınlık duyar ve dünya artık yaşanmaz hale gelince bütün sorunları tek bir başlık altında toplayıp kökten çözmek ister. Eğer para ve mülk ortadan kalkarsa, diye düşünür, hiç kimse hırsızlık yapmak zorunda kalmayacağı gibi her türden tahakküm ilişkisi de imkânsız hale gelecektir.1 Bana gelince bu büyük mirası korumak şartıyla ütopya arayışını yeniden formüle etmek gerektiğini düşünüyorum: bütün ahlaksızlıkların kaynağı sabit kalmak dürtüsüdür. (İslam bunun paradigmasıdır). Bu o kadar yaygın ve yakıcı bir sorundur ki kendini tekrar eden insan bir süre sonra korkunç bir hal alır. Görünürde hiçbir neden olmaksızın hayatın acımasızca yok edilmesinin başka türlü açıklaması olamaz. Yazının bundan sonraki rotası bu kökün nasıl ortadan kaldırılacağıyla ilgilidir. İşe Göre Yer-değiştirmek ideal toplumun anahtarıdır. Bu ilkeye göre kurulmuş bir toplumda gövde baskı altından kurtulacaktır- ki bu da kültür devrimi demektir- Bloch’un deyişiyle bu durumda herkesin insan olma fırsatı vardır çünkü hiç kimsenin bir canavar olma fırsatı yoktur. Bu kısa açıklamadan sonra şimdi konuyu ayrıntılı bir şekilde anlatma zamanı.2

Bir tür insan için en büyük sorun kendini tekrar etmek isteğidir. Haz ilkesini herkes bilir. Ruhsal yapıda uyaran sayısının artması gerileme, tersi durumda ise rehavete neden olur. Hemen sonra Freud bunu aynı zamanda sabit kalmak isteği olarak açıklar.3 Bilinç de dâhil olmak üzere duyuların toplamı olan gövde dış-uyaranlara karşı kendini kapatır, duygu ve düşünceleri sabitler ve böylece gerilimi düşürerek rehavet içinde bir süre haz dolu bir hayat yaşar. Tanpınar’ın dizeleri bu cezbeci yavanlığı nefis bir şekilde gözler önüne serer.

Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında Bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi her şekil Rüzgârda uçan tüy bile benim kadar hafif değil

Sabit kalmanın yegâne koşulu olan Tekrar sonsuz “mutluluk” vaadidir.4 Duyuları harekete geçiren, bu sayede gerçek tatmine olanak tanıyan Fark’ın yokluğunda özne/gövde motor hareketler yapar. Dümdüz bir otobanda en ufak bir kırılma/yer-değiştirmek olmadan yüzlerce kilometreyi olabilecek en kısa sürede geride bırakmanın hazzı hayatın bütün alanlarında yeniden üretilir. Namaz kusursuz haz sahasıdır. Toplumsal biçimlerin karmaşasında uyaran sayısını en aza indirgemek basitliktir. İslam’ın ölü içeriklerine rağmen kitlelerin nezdinde itibar görme nedeni tam olarak budur. Ezanın özü tekrardır, namazın özü tekrardır. Camide başın sağa ve sola çevrilmesi, eğilip kalmak, dizin üzerinde şahadet/işaret parmağının kıpırtısı ve dua gibi basitleştirilmiş edimler Gerçek/Bütün5 karşısında bir tüy kadar hafiftir. Nesne Almancada Gegenstand, karşıda duran, ben-olmayandır ve bana engel çıkartır. Her gün aynı içerikleri tekrar eden müezzin için Engel nerededir?

Kasabanın erkeleri günde beş kez camide toplanıyorlardı. Grubun lideri imamdı. Hiç kimse Arapça bilmediği halde dualar Arapça okunuyordu. Sadece sese odaklanıyorlardı, onlar için içeriğin bir önemi yoktu. Namaz kılarak Allah’a tapıyorlardı. Aşırı değer atfedilen bu varlık hiçbir şekilde temsil edilemiyordu, bu yüzden “var olmayan varlık” statüsündeydi. Bütün biçimlerin yerinde geçen tek bir biçim her şeyin nedeni olmuştu. İsmini tekrar etmekten asla bıkmıyorlardı. Değişmez, motor hareketler en büyük saplantıları olmuştu. Secdeye kapanarak, selam vererek, işaret parmağını kaldırarak toplumsal sorunları çözdüklerini düşünüyorlardı. Hiçbir gelişme kaydetmiyorlardı. Başta namaz kılmak biçimi nasılsa otuz küsur yıl sonra da aynıydı. Bir kez olsun sormuyorlardı. “Namaz kılmak iş midir?”6

Biz modernler de farklı görünüşler altında aynı işlemi gerçekleştiririz. Billy Wilder’ın başyapıtı Sunset Bulvarı’nın (1950) kadın oyuncusu Norma Desmond Hollywood’un sessiz sinema yıldızıdır. Beyaz perdeye yansıyan hareketli figürler bize şimdi ne kadar olağan görünse de dönemin milyonları için büyüleyicidir. Zihinsel emeğin tarihsel birikimi çığır açıcı biçimlerinden birini daha yaratmıştır ve bunlar gündelik hayatın rutini içinde körelmiş duyular için şölendir. Dört bir taraftan yeni arzu biçimleri fışkırır. Yıldızlar her hafta hayranlarından binlerce mektup alır. Erkekler Desmond’ın bir tutam saçı için kuaförüne bir servet öder.

Sonra hava kararmaya, uğursuz bulutlar yavaş yavaş toplanmaya başlar. Yeni biçimsel farkların açığa çıktığı Zaman şeyleri tersine çevirir ve sinema sesli döneme geçer geçmez Desmond birden gözden düşer. Bundan sonraki otuz küsur yıl kendi imgesini tekrar ederek duyuları baskı altına aldığı, haz ve acı karışımı bir dönem olacaktır. Serveti sayesinde hiç kimseye ihtiyaç duymadan (hepimizin hayali bu değil mi) malikânesine hizmetçisi Max’la birlikte bir Müslüman gibi kendini kapatır. Nesne ve ben, bu olağanüstü buluşma tekrarla özdeş hale gelir ve Desmond bundan sonra ne yaparsa yapsın hep aynı istikamette hareket eder. Yeni yıldızları gevezelikle suçlayan Desmond tavan malzemelerini Portekiz’den getirttiği oturma salonunda film izleyeceği zaman sadece efsanevi isim Norma Desmond’u izler. Briç oynadığı arkadaşları kendisi gibi değişen dünyayı inkâr eden “mumyalar”dır. Hayranlarından hala mektup aldığını zanneder ve ilk günkü heyecanla onlara imzalı fotoğraflarını gönderir. Hâlbuki bunları onu ilk kez kamera önüne çıkartan, eski kocası ve şimdi gönüllü hizmetçisi Max gönderiyordur. Koltukları leopar derisiyle kaplı, üstü yarı açık, elyapımı Isotta Fraschini’yle, adı gibi kendisi de zaman-dışı olan otomobiliyle Sunset bulvarının tepelerinde gezintiye çıkar. Arka koltukta manzaranın tadını çıkartan Desmond altın kaplama telefonuyla şoförü Max’a talimat verirken iki dünya arasındaki zıtlık groteks/gülünç bir hal alır. Herkes gibi o da paralel bir hayat kurmuştur. Sadece kendi çıkarına hizmet eden bir ütopya adası anne kucağı gibi sarıp sarmalar. “Huzur” dedikleri budur, gövdenin diri diri mezara gömülmesidir. Çocukluğun bazılarına altın dönem olarak görünmesi kapalı bir evrende yaşıyor olmasıdır. In sich vollendet/kendi içinde tamdır (Lukacs). Bir sapkının düşleri olarak Antik-Yunan ya da Osmanlı İmparatorluğu kesintisiz tekrarın var olduğunu zannettiği hayali uzamlarıdır. Desmond da kendi hesabına bunu Ev’inde gerçekleştirir. Oysa Ben’i başka şekilde davranmaya zorlayacak Engel/Fark’ın ortadan kaldırılmasıyla duyuların hareketsiz/sabit kılınması bir baskı biçimidir. Nitekim Desmond histerik nöbetler geçirir, intihar girişimlerinde bulunur ve can güvenliği için evin bütün kapı kolları çıkartılmıştır. Hikâye bir felakete doğru yaklaşır ve boğucu hazdan bıkkınlık duyan Gills sevgilisini terk etmek isteyince Desmond üç el ateşle onu sırtından vurur. Çok geçmeden polis ekipleri ve bütün basın oradadır. Desmond kameraların önünde eski güzel günlere döndüğünü zanneder ve oyunculuğunu sergileyerek merdivenlerden ağır ağır inerken gerçekte birinci dereceden cinayet zanlısı olarak hapse giriyordur. “Yakın çekim,” der biri ve Desmond fal taşı gibi açılmış gözlerini üzerimize diker: “İzlediğiniz hikâye bizatihi sizindir.”

Teorik psikanaliz materyalist bir felsefedir. Marksizm’de kültürel değişimlerin nedeni üretim ilişkileridir. Yukarıda sözü edilen psişik olayların aynı şekilde maddi/biyolojik bir dayanağı vardır. İnsan neden sabit kalmak ister? Aynı şeyleri sıkıla sıkıla yapmaktan asla vazgeçmiyoruz. Neden motor hareketleri mutluluk olarak algılıyoruz? Bebekliğimizden itibaren bu duyguyu nereden öğrenmiş olabiliriz? Birbirinden farklı çağlarda, karakterler ve kültürlerde nasıl oluyor da hiç şaşmaz bir şekilde aynı görüngüyle karşılaşıyoruz? Bunu bize kim öğretti?

İnsan yavrusunun hikâyesi milyonlarca spermden sadece birinin yumurtayı döllemesiyle başlar. İlk ve ilkel deneyim burada, ana rahminde kurulur. Bir gramdan daha az bir embriyoyken bin misli bir ağırlığa hiç çaba sarf etmeden ulaşır. Hücreler kendi içinde çoğalarak onun yerine sınırsız/hızlı bir gelişim sağlar -insan asalak olmak isteyince burayı hatırlayacaktır- Hatları belirginleşen cenin artık insan görünümündedir. Şeffaf bir kesenin koruması altında dış uyaranlardan uzak, okyanus duygusuyla sarhoş bir hayat yaşar. Onu sarıp sarmalayan amniyon sıvısı içinde mutlak olarak özdeştir. İçi ve dışı okyanusu andıran, dev bir sıvı kütlesiyle dopdoludur. Acaba Tarkovski’nin filmlerinde sıklıkla kullandığı su metaforunun anlamını burada mı aramak gerekir? Köyün delisi Domenico’nun çatısı akıtan evi oturulmaz haldedir. Etrafındaki su birikintilerinin tehdidi altında, küçük bir toprak parçasının üzerinde Stalker cenin pozisyonunda, dizlerini karnına çekmiş uyurken birtakım halüsinasyonlar görür. İncecik derisiyle damarları dahi görünen cenin bizatihi sıvı değil midir? Plasenta annenin atardamarları tarafından kan hücrelerini boşalttığı besin deposudur. Besin kaynaklarının nereden geldiği, kimin ürettiği onun algısı dâhilinde değildir. Göbek kordonuyla plasentadan ihtiyaç duyduğu oksijen ve glikozu daha arzu etmeden alır. 7/24, kesintisiz tatmin içindedir, bu yüzden Allah ya da Desmond gibi eksiksizdir. Amniyon sıvısı onun sonsuz evrenidir ve doğal bir uzantısı olan bu evrenin tek sahibidir. Ezeli ve ebedi olarak oradadır. Onu yanlışlayacak, ona engel çıkartacak hiçbir çelişki, hiçbir fark yoktur. Önce gri bir bölge olarak ortaya çıkan bir beyni olsa dahi cenin düşünmez, uzunca bir süre cinsiyetsizdir ve cinsellik ona çok çok uzaklardadır. Issız bir adada tek başına yaşayan Robinson Crusoe gibi öteki algısı olmadan kendinden menkul bir varlık olarak vardır. Rahim çukurunda mutlak bir güvenlik ve huzur içindedir. Dış uyaranlar rahim duvarını geçse de etkisi cılızdır. Güçlü rahim kasları, amniyon kesesi ve plasenta aynı zamanda bariyer görevi gördüğü için annenin ani hareketleri cenin için sadece tatlı bir salıntıdan ibarettir. Doğumdan sonra bilinçdışı olarak kalacak, bu olağanüstü 9 aylık serüven artık bitmek üzeredir. Annenin ıkınarak harekete geçirdiği rahim kasları bebeği dışarı çıkmaya zorlar. Buna karşı direnç sergileyen bebeğin endokrin sistemi yoğun bir şekilde stres hormonu salgılar. Dinlerin cennet olarak tasvir ettiği, peri masallarına konu olan o güzel dünyayı terk istemiyordur ve sonunda kaçınılmaz olarak doğum gerçekleşir. Yerinden kopartılan bebeğin ilk verdiği tepki çığlık atmak olur. Terra incognita/ bambaşka bir dünyaya ayak basmak onun için sarsıcıdır. Baş edebileceğinden kat be kat daha fazla dış uyaranın, oda ışığı ve kulak tırmalayıcı seslerin saldırısı altındadır. Jöle tabakası gibi yoğun bir sıvıyla kaplı derisi açıkta kalır, ısı değişikliği yaşar, ciğerleri havayla dolar, boşluğa düşer ve yerçekimiyle/ilk kez kendi iradesiyle kaslarını germesine neden olacak zıt bir kuvvetle karşılaşır ve böylece dünyadan ayrı bir gövdesi olduğunu hisseder.

Her haz son kertede rahim içindeki ilksel hazzı yeniden oluşturmaya yöneliktir. Çocuktaki normal sayılan ve analiz tarafından libidoyla ilişkili olarak görülen besin alma ve dışkı çıkarma gibi işlevler bile doğum öncesi durumun sınırlanmamış özgürlüklerini olabildiğince sürdürme eğilimini taşır. Nevrotiklerin analizinde de görüldüğü gibi bu bilinçdışının bir talebidir. Toplumla uyum sağlamak için ben tarafından geri çekilir ama hiçbir zaman vazgeçilmez. İlksel durumu andıran (rüya, nevroz, koma gibi) uygun koşullar ne zaman oluşsa öne çıkmaya hazırdır.7

Anne rahmine dönüş isteği cenin-insanın temel arzusudur. Bu sapkın fizyoloji hayatın değişen biçimlerini kontrol altında tutmak ister. Bu arzuyu gerçekleştirmenin imkânsız olduğunu asla kabul etmez. İnsanın yeniden cenin olma arzusu yerini bulmadıkça öfkesi kabarır, yaşayan her şeye hınç besler. Hayvanlara dahi işkence yapar, Madımak’ta insanları yakar, doğal kaynakları bir hiç uğruna harcar. Bu korkunç kibirli kurbağa inkârcı bir soydur, onu doğrulamayan hayatın yalan olduğunu iddia eder. İmkânsız arzunun hala var olduğu yanılsamasını sürdürebilmek için olmadık sahte engeller yaratır: “Yahudiler.” İlkel çadırlarının altında birbirleriyle dertleşirken görürüz onları. “Ah şu Yahudiler olmasaydı! Ne güzel, birlik ve beraberlik içinde kendimizi sonsuza dek tekrar edip duracaktık!”

İnternette bir video izlemiştim. Soma’da 400 madencinin katledilmesinden sonra sorumluların cezalandırılması ve işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için bir dizi eylem yapılıyordu. İktidardaki İslamcı partinin taraftarı, türbanlı bir kadının olaylar hakkındaki yorumu: ”Evet, insanların ölmesi gerçekten çok üzücü. Ama eylem yapmamalıyız, eve gidip onlar için dua etmeliyiz.” Dua işçilerin hiçbir sorununu çözmeyeceğine göre kadının bilinçdışı gerçekte şunu söylüyor. “Bir şey yapmak yerine Hiçbir şey yapın.” Sinik bir karakterin toplumsal sorunlar karşısında “hiçbir şey yapmama”sını bir yere kadar anlayabiliriz. “Hiçbir şey yapmak” nedir? Bu çarpık gramer hangi çarpık duygunun bir yansımasıdır, içeride nasıl bir dalavere dönüyor? Allah var olmadığına göre ona taparken neyi arzuluyor olabilirler? Hiçbir şey yapmak Hiç’i arzulamaktır. Hiç nerededir, bir yeri olması lazım. Maraş katliamının sanıklarından eski faşist Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir dönem seçim çalışmalarında kullandığı sloganı şuydu: “Ey sonsuzluğun sahibi, sana kavuşmak istiyorum.” Kamusal sorunları çözmek için iktidara gelmek isteyen bir parti liderinin sonsuzlukla buluştuğu yer neresidir? Her şeyden önce bu düpedüz pornografik değil midir? Yurttaşlar için bunun ne anlamı olabilir? Herkesin gözü önünde organlarından bir bir soyunan ve buna rağmen yaşamaya devam eden bir varlık hangi siyasi faaliyeti yürütebilir? Ölüm içgüdüsü hayata son vermek isteği değildir. Ölümle yaşam arasında bir yerdir (Zizek). Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışındayım, diyen dizenin işaret ettiği aralığa yerleşmek isteğidir. Bu aralıkta insan ne canlı ne ölüdür. Organları olmayan saydam bir gövde, onun ne iç dünyası vardır ne de düşüncesi. Bu cenin değil midir? Siyasal İslam’ın kitle tabanının o büyük coşkusunun itici gücü hilafet kod adıyla ana rahmine dönüş vaadidir. Jouissance/sınırsız keyfin kapakları açılır. Bu uğurda dejenere etmeyecekleri hiçbir anlam, hiçbir kurum yoktur.

İğrenç sapkındır, çünkü bir yasağı, bir kuralı ya da yasayı ne terk eder ne de kabul eder. Ama onların yolunu değiştirir, yanıltır ve yoldan çıkartır, daha iyi yadsımak için kendi hizmetine koşar ve kullanır… Yolsuzluk iğrençliğin en yaygın ve en aşikâr biçimidir ve bunun toplumsallaşmış halidir.8

Cenin-insan ancak iğrenç olabildiğinde kendini yuvada hissedebilir. Dil tahrip edilmeden bu duygu temsil edilemez. Otto Kernberg’e göre dürtü ilkel duygu ve düşüncelerdir. Bunun nedeni ana rahmine dönüş isteğidir. Burada cenin posizyonu almak isteyen özne gövdeyi küçültmek, yani baskı altında almak zorundadır. Bir yetişkin için artık imkânsız olan o daracık bölgeye girmek dürtüsünde ısrar ettikçe yetişkinin düşüncesi genelde dindar kişilikte gördüğümüz üzere bebek konuşması olacaktır. Tarihin debdebesi içinde en azından şunu öğrenmiş olmalıyız. Dil, isterseniz Gerçek deyin ya da Bütün biçimsel farkların yer-değiştirmesidir ve aynı zamanda üretimidir. Hazzın karşıtı olarak değer üretimi yeniden biçim vermektir. Sapkın bunun tam karşıtıdır. Nesne-olmayan yüceltilir. Allah ya da Bayrak gibi içi boş bir biçimin sınırsız tekrarı/Jouissance her şeyin açıklaması olur. Bu yüzden içerikten yoksun bir dil kullandığını ona göstermek anlamsızdır, çünkü imkânsız-yer için imkânsız bir temsili bizzat istiyordur.

Şimdi anlatıyı zora sokacak bir alıntı yapalım:

İnsan olmak kuşkusuz ve her şeyden önce eski mükemmel durumun özlemini çekmektir. Dolaysıyla insan yitik zamanın peşinde, kendi kendisinin ideali olduğu (Freud) bir zamanın peşinde koşan hasta bir hayvandır [Nietzsche] Birincil bütünlük kaybının kendisinden koparıp aldığı narsisizm parçasını sonsuza dek arayacaktır… İnsani gelişmenin doruğu ana rahmine ya da başka bir deyişle gelişmenin en arkaik evresine bir dönüş vaadini de içerir. Bizi ileriye doğru iten şey görkemli bir geçmişin özlemidir.9

Tarih birbirine zıt iki fizyolojinin mücadele alanıdır. Yer-değiştirmek isteyen ve böylece daha fazla hayat üreten güçlü bir fizyoloji ile belli içerikleri tekrar ederek sabit kalmak isteyen zayıf bir fizyoloji arasındaki kavgadır. Klasik solun ifadesiyle ilericiler ve gericiler. Bu eskimiş metaforun doğru çevirisi “biçimsel farkı üretenler ile bir biçimde ısrar edenler”dir. Bu karşıtlık ne yazık ki bir süre sonra doğamız gereği bulanıklaşır. Çünkü biz modernler de aynı hastalıktan mustaribiz. Karşı taraf ne kadar sapkınsa biz de o kadar nevrotiğiz. Gençliğin ilk on yıllarında “Bu o değil” diyerek muazzam mesafeler kat eder ve sonra bir mıknatıs gibi bizi kendine çeken ilk ve ilkel deneyimin baskısına yenik düşüp bir biçime teslim oluruz. Dürüst olalım, kendimiz de dâhil olmak üzere değer verdiğimiz ne varsa hayal kırıklığı olmadı mı? Özgürlüğün büyük şahsiyetleri önce bir put gibi kemikleşti, sonra gözden düşüp yıkılmadı mı? Kim ne derse desin, Devrimci hareketler yukarıda sözü edilen temel antagonizmadan bihaber olduğu için nasıl fiyaskoyla son bulmuşsa ütopya roman türü de bir nevrotiğin gündüz düşleri olmaktan öteye gidememiştir. Thomas More’un sırf zenginliği aşağılamak için altından lazımlık tasarlaması düpedüz iticidir ya da bir yasa olarak Ütopya’nın Adı bulunmadan burada bize olumlu görünen kimi içerikleri keyfi bir şekilde yapıta ekleyerek ütopyacı bir uzam oluşturduğumuzu zannetmek. Basitlik bir ideolojidir (Jameson). Haz o kadar belirleyici ki gerçeklik ilkesi gereği olumsuz olana biçim vermek işini çığır açıcı teknolojik gelişmelerden bekliyoruz. O halde ne yapacağız? Şu ya da bu sebeple kendi ilkel bütünlüğünde ısrar eden, ayrı ayrı kavimler olarak birbirimize mi saldıracağız? Fizyolojimizin temel yasasına boyun eğip kaderimize razı mı olacağız? Bu temel açmaz nasıl çözülecek?

İnsan protez bir hayvandır. Gövdemizin sınırları olmasından ötürü dış dünya karşısında çoğu kez çaresiz kalırız. Duvara çivi çakmak için el yetersizdir. Belli bir mesafeden sonra ne görebilir ne de işitebiliriz. Dış dünyanın belirsizlikleri karışsında kendimizi tehdit altında hisseder ve bu yüzden gövdemizi sınırlarının ötesine zorlarız. Bir evin çatısı altında kendimizi güvende hissetmek için ilk kez nesneye biçim vererek çalışmayı öğreniriz. Her çalışma bir haz vaadidir. Aksi takdirde çalışmaya ikna olmazdık. İnsan çalışarak gövdesine yeni ekler yapar (duyularımız da evrimin bir sonucu olarak zaten birer ek değil midir): görmek için gözlük, toprağı işlemek için çapa ve vücut ısısını korumak için giysi vs/vb. Birbirinden biçimsel olarak farklı nesneler gövdemizin ekleridir. Çapa elin bir uzantısıdır, bu sayede gövde kat be kat sınırlarının ötesine geçerek etkinlik alanını genişletir. Sonra gövdenin uzun sürmüş çalışması sayesinde beynin evrimiyle bilinç denilen yeni bir uzantı meydana gelir ve böylece insan soyut ekler yapmaya başlar: kültür. Simgesel bir ek olarak “evlilik” adı altında kadın bir haneden öteki haneye yer-değiştirir. O zamana kadar birbirinden kopuk her bir hane birbiriyle ilişkiye girerek daha büyük bir toprak parçası üzerinde daha geniş bir ağ kurar. İnsanlık için çığır açıcı bir gelişmedir bu. Tek bir hanenin bütünlüğünden daha büyük bir bütünlüğe ulaşmanın atalarımız için nasıl coşku dolu bir an olduğunu hayal edebiliyorum. Farklı nesneler içeren, kaplamı daha geniş bir biçim daha fazla güvenlik ve daha fazla haz demektir. Fakat her ek davranış biçiminde değişikliğe neden olur ve eski hazların alışkanlığından vazgeçmek insan için büyük bir gerilimdir. Tek tek hanelerin toplamından oluşan kabile hayatında bir dönem kaçınılmaz olan hane içi cinsel ilişki/ensest –artık öteki hanelerle bağın kopmaması için- tabudur. Her bir özne eskiden hane içinde kısa yoldan elde ettiği tatmini bastırmak ve bir üst boyuta simgesel ağın dolayımından geçerek kendini yeniden uyarlamak zorundadır.

Sonra öteki için kullanım değeri olan malları üretme aşamasına ulaşan insan yeni bir ek yaparak devasa bir sıçrama daha gerçekleştirir. Kültürel simgelerin değiş tokuş edilmesi yerine malların değiş tokuş edilmesi. Tarih boyunca uygarlık adını hak eden ne varsa hepsinin temelinde mübadele vardır. Akrabalık ilişkilerinin hantallığından, bir sonraki aşamaya göre daha az nesne içerdiği için biçimi dar olan kabile hayatından birbirini hiç tanımayan insanların malları mübadele etmesiyle uygarlık aşamasına geçilir. Zaten bir malın bir elden öteki ele geçmesi mal öncesi mübadele biçimlerinde birikmiş emek-zaman olarak kadının (bir el onu serbest bırakır) evlenerek bir haneden öteki haneye yer-değiştirmesiyle uzunca bir süredir prova ediliyordu. Şimdi malları mübadele eden davranış biçimi/bu yeni simgesel ek sayesinde geçmişin hayal edemeyeceği genişlikte yeni bir alan açılmıştır. Mübadelenin hedefi bundan sonra yerküre olacaktır. Mübadelenin çarklarının kusursuz bir şekilde dönmesi için tarihin gelmiş geçmiş en büyük figürü icat edilir. Para (P). Birkaç bin yıl boyunca malların değiş tokuş döngüsünde (M-P-M) para aracı bir rol oynar. Bu haliyle bile karşısına çıkan bütün düşmanlarını alt etmeyi başaracaktır. Mübadelenin bekası için para yenilmezdir. Her biri bir figür olan, şu ya da bu değerler dünyası zaman için kaybolup giderken evrensel bir eşdeğer olarak para yoluna devam eder. Ondan nefret etsek bile vazgeçemeyiz, çünkü mübadelenin çözülmesi geri bir biçime dönmek olacaktır. Sonra Hegelci yasa gereği niceliksel tekrar niteliksel bir değişime neden olur ve kullanım değerinden değişim değerine geçilir: P-M-P’. Kapitalizm bu aşamada tarihteki yerini almaya başlar (Braudel). Sınırsız sayıdaki tarihsel olayın ortaya çıkmasına neden olan bu biçime dikkatlice baktığımızda paranın aradaki yerinden çıkıp başa geçtiğini görürüz. Mübadelenin bundan sonraki amacı paradan daha fazla para kazanarak (P’) sermaye birikimi yapmaktır. Sırf değişim değeri için hiçbir kamusal faydası olmayan kullanım değerleri üretilir ve doğa acımasızca sömürülür. Sermaye kendi içinde bir kez daha dönüşüm geçirerek en olgun biçimini alır: P-P’. Finans kapital aşamada meta (M) doğal olarak aradan çıkartılınca (amaç daha fazla para kazanmaksa büyük sermaye meta üretmekle niye uğraşsın ki) mübadelenin devir sayısı baş döndürücü bir hıza ulaşır. Sermaye bir büyücü gibi kılıktan kılığa girerek şeyleri çakılı yerlerinden çıkartıp yeryüzüne saçar. Dünya artık mahşeri bir kalabalıktır.

Tenis kortuna (bunu kamusal hayatın bir metaforu olarak hayal edin) durdurak bilmeksizin sınırsız sayıda top gönderen mübadele makinesinin biçimsel çıkarımını yapıp onu aşmayı (Aufhebung) şimdiye kadar Sohn-Rethel hariç hiçbir siyasal entelektüelin ve hiçbir sanatçının yapmamış olması hayret vericidir. Sermaye ortadan kaldırılsa bile geriye mübadele biçimi kaldığı sürece iktidar ilişkilerinde değişen hiçbir şey olmaz. Aşil’in topuğu burasıdır. Ütopya arzusunun birincil görevi işbölümüne hapsolmuş gövdeyi kurtarmak olmalıdır. Bina önlerinde, metrolarda duran güvenlik görevlileri bir ömür boyu sabit kalmaya mahkûm edilmiştir. Hücre hapsi değil de nedir bu? Üretim bantlarında şeyleşmiş işçilerin Desmond ya da ezan okuyan müezzinden ne farkı var? Çalışma hayatının rahim çukurlarında motor hareketler yaparak kendini tekrar eden emek gücünün, Aristoteles uzmanı bir akademisyenin ya da bir ayakkabı tamircisinin özel hayatında yeni biçimsel farklarla kendini geliştirebileceği iddiası liberal bir safsatadır. Toplumsal bütünlük/herkesin çıkarına olan bir ortak payda kurulmadığı sürece her hikâye bölük pörçük kalmaya mahkûm olduğu gibi birbirinin düşmanıdır da.

Devrim İşe Göre Yer-değiştirmektir. Mallar yer-değiştirirken emek gücünün yerinde saymasıyla ilgili temel çelişkiyi çözmek, tersine dönmüş dünyayı ayakları üzerinde oturtmak için “istisnasız herkes belli zaman aralıklarıyla bir işten başka bir işe yer-değiştirecektir.” Ütopya/sınıf bilincinin bir anlamı olacaksa farklı emek güçlerinin birbirinin yerine geçmesiyle tam eşitliği sağlayacak ve bu sayede gerçek sorunların konuşulacağı sosyo-ekonomik sistemi (Yer-değiştirmek/Göre İş) bizzat ve acilen kurmak olmalıdır- Şimdi ütopya modelinin zihnimizde canlanmasını sağlayacak bir metaforu alıntılama zamanı:

Bu Tibetlilerin dua çarklarına benzer. Bir kâğıda dua yazar, silindir haline getirdiğin kâğıdı bir çarka yerleştirir, sonra çarkı otomatik olarak düşünmeden çevirirsin (ya da Hegelci aklın kurnazlığına göre davranmak istersen onu bir rüzgâr değirmenine iliştirirsin ki rüzgâr tarafından çevrilsin dursun).Bu şekilde benim yerime çarkın kendisi dua eder- daha doğrusu ben kendim çark aracılığıyla dua etmekteyimdir.10

Tibetli rahipler temel bir açmazla karşı karşıya kalmışlardır. İnançlarına göre varoluşlarının bir anlam kazanabilmesi için günde binlerce dua okumaları zorunludur. Öte yandan rahiplerin birçoğu bu sabra ve hafızaya sahip değildir. Ama aklın hilesiyle duaları bir çarka iliştirirler ve en küçük bir esintiyle çark döndükçe onlar için imkânsız olan gerçekleşmiş olur.11 “İşte bu!” diye bağırıyordu Balatlı bir simitçi, tekrarın şeyleştirici etkisini kırmak isteyen yaratıcı bir buluşla. Bizim de kendi temel açmazımızı çözmek için bu türden bir ek yapmamız gerekiyor. Hatırlarsanız, Smirgel’e göre arkaik geçmişin görkemli anısı değişimin hem düşmanı hem nedenidir. İşte yer-değiştirmek modeli er ya da geç sabit kalmak dürtüsüne yenik düşüp içe kapanmak istediğimizde bizi dış bir darbeyle (Anstoss) yerimizden edecek bir aygıttır. Bir makineye karşı ondan daha gelişkin bir makinedir bu. Tarihin şahit olduğumuz akıl almaz rezillikleri ancak bu zemin üzerinde çözülebilir. Bunun dışı itiş kakış olacaktır. Ütopya topraklarına giriş kodu/Yer-değiştirmek Göre İş, aradığımız yuva, tek gerçek dünya burasıdır.

Satır Aralarında Gelecek Araştırmaları12

1 Fredric Jameson, Geleceğin Arkeolojisi/Ütopya Denen Arzu, 2005

2 Ütopya Çağrısı 1 için: https://www.insanokur.org/utopya-cagrisi-mesut-lizor/ Bir Kayıp Nesne Olarak Ütopyaın Adı adlı yazı için: https://www.insanokur.org/bir-kayip-nesne-olarak-utopyanin-adi-mesut-lizor/ Ütopya Zorunludur adlı yazı içinhttps://yerdegistirmek.blogspot.com YER-DEĞİTİRMEK adlı ütopya romanı hakkında bir video için https://www.youtube.com/watch?v=8P2Fr2YTNnY&t=12s

3 “Haz” teknik bir terimdir, pasif/edilgen bir niteliğe sahiptir, bu yüzden cinsellikle karıştırılmamalıdır. Cinsellikte uyaran sayısı artar, duygu ve düşünceler harekete geçer. Bu durumda haz aktiftir, çalışmanın sonunda gelir ve olumludur. Bunu başka bir yerde “Haz ve Çalışma” diyalektiği olarak açıklamıştım.

4 Bir biçimin oluşması için belli sayıda tekrar zorunludur. Bundan sonraki tekrar ise sürecin tersine dönmesidir ve kendi yüzünü yiyene kadar devam eder.

5 Lacan’a göre Gerçek simgeselleştirmeye direnen, her durumda açıklanamaz olarak geride kalan, bu yüzden yeniden ve yeniden simgeselleştirmeye konu olan a priori bir nesnedir. Tanım doğru olmakla birlikte adlandırma yanlıştır. Gerçek ne idüğü belirsiz metafizik bir kavramdır. Söz konusu tanıma tekabül eden doğru adlandırma şudur: “Bütün”.

6 YER-DEĞİŞTİRMEK, Sonsuz Döngü, Mesut Lizor, 2017

7 Otto Rank, Doğum Travması, 1924

8 Julia Kristeva, Korkunun Güçleri/İğrenç Üzerine Bir Deneme, 1980

9 J.Chasseguet Smirgel, Ben İdeali, 1975

10 Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, 1989

11 Dua çarkları tekrar dürtüsüne hizmet eden bir buluştur, tıpkı ezanın merkezi sistemden okunması gibi

12 Ütopya Taslaklarının 3. Cildi Satır Aralarında Gelecek Araştırmaları’dır. Romanı henüz bitiremediğim için bu sahneyi tefrika olarak yayınlıyorum