Ana Sayfa Litera Kuş Yumurtasında Sebai Dü ve Şeş Beş

Kuş Yumurtasında Sebai Dü ve Şeş Beş

Kuş Yumurtasında Sebai Dü ve Şeş Beş

“Walter Traprock¨ müstear adını kullanan Amerikalı George Shepard Chappell, labalubacı roman ve gezi edebiyatı yazarıdır.

1912’de ¨Kawa’ya Yolculuk¨ başlıklı bir seyahatnâme yazdı, yer yerinden oynadı.

Kawa adındaki kurgusal adalar ülkesine gitmişti güya ve oradaki Pasifik Filbert Adasında tuhaf canlılar görmüştü. Bunlardan birisi de Fatu-Liva kuşuydu. Bu kuş oo-eeer diye hiç alışık olunmamış bir sesle öter, diye onu tarife kalkışır ki, Evliya Çelebi’nin “Seyahatnâme”sinde hilkat garibelerinden bahsettiği fasıllar ve kısımlar bu işte Tatar Ağası gibi yayan kalır.

Fatu-Liva kuşunun dişisi tavla zarı gibi geometrik küp biçiminde yumurtlamaktadır. Bu kadarla kalsa yine iyidir, düzgün kenarlı bu küp-yumurtaların üstünde, üstelik hepyek, dübara, sebai dü, dört cihar, dübeş ve şeş beş gibi okunacak noktalar dahi bulunur.  Yumurta kırılmayacak olsa, al bunları tavlada zar niyetine ¨Haydi kemik¨ diye fırlat, iki mars bir oyun çek; olsa olsa o kadar olur.

Nedir, Traprock, yumurtaların büyüklüğünden de bahsetmiştir, bir tavuk yumurtasından irice ama devekuşununkinden küçüktür; V= a3 formülünü kullanıp bir de küpün hacmini hesaplamadığı kalmıştır.

Sahte isimli Traprock yemin billah edip bu söylediklerinin doğru olduğuna herkes inansın diye Kutsal Kitap üstüne el basmak yerine bir de fotoğrafını çekip kitabında ispatı için okura delil olarak sunar. Bunlar solda sıfır kalır, daha ne inciler döktürür sayfalarında ve Amerika’da kitap baskı üstüne baskı yapar.

¨The camera never lies¨ diye sık sık fotoğrafların doğruluğunu savunan Traprock’un baştan sona fantastik, hayali hikâyeye dayalı seyahatnâmesine öyle inanılmıştır ki saftirik Amerikalının hayretten dili tutulur.

Yazarların işidir bu; hele fantastik edebiyatla uğraşanların, bir de sahte haber yayanların işi… Büyük kabahatler işlemiş insanlara mahsus bir huzursuzluk da duymazlar.

Zaten çoban istese tekeden süt sağar.

Biz yazar milletinin bu maharetini bir yana bırakalım, bizim işimiz İngilizcede hoax adı verilen kafa bulmak, sazanlamak, makaraya çekmek, gırgır geçip ti’ye almak, işletip kafese koymak, suya götürüp de susuz getirmek gibi türlü karşılıkları olan, velakin yepyeni bir dünyaya adım attığımız internet-bilişim âleminde sahte habercilik diye kabul gören kavramı burada ele alıp ipliğini pazara çıkarmaktır.

Bir değil ki, hangisini diyelim derken bir fotoğraf internet sayfalarında dolaşıma çıktı ve hızla yayıldı, milyonlara ulaştı: İnsanın kanını dolduran buz gibi soğuk bir yılanın memelerinden süt emen mini minnacık yavrularıyla yerde kıvıl kıvıl kıvrandığı görülüyordu. Fotoşopun feriştahı olan görsel o kadar inandırıcıydı ki, binlerce yorum yazıldı altına…  Cenab-ı Allahın işinden sual olunmaz diyeninden, eh ne de olsa annedir, evlatlarını besliyor işte, yılan da olsa memesinden süt emen yavrularına kıymayınız diyene kadar söylenmedik kalmadı. Kimsenin aklına yılanların memeli grubundan olmadığı bilgisi gelmiyordu.

Bu işlerin envai çeşidi de var, fakat her ne olsa, asıl arkadaki ruh hali değişmiyor. İnsanın bir ötekini aldatma, aklını çelme, şeytanlık edip ayağına çelme takma isteğinin önüne geçilmesi mümkün değil; zaten geçilmesin, dünya böyle daha güzel.

Hoax’ın âlasını şuraya iliştirip lakırdı piyasasına devam edelim: Pseudo-Archaeology denilen bir şey var ki, üstümüze iyilik sağlık! Eski bir eseri gün yüzüne çıkarıyor gibi ciddi suratlar takınıp incir çekirdeğini doldurmaz bin lakırdı ederek aslında saçmalığı yutturma sanatıdır; ardında hurafeler bırakır.

Da Vinci Şifresi gibi eserler hep böyle serpilip gelişir, insanların zihnine merak tilkilerini salar, bilinmez bir şey varmış da ona sanki sadece kendileri ulaşacaklarmış diye heyecan dalgası yaratır.

Alman yazarı Erich von Daniken’in ¨Tanrıların Arabaları¨ başlığıyla 1968‘de yayınlanıp bütün dünyada bir kasırga gibi eserek çok-satanlar listesine yerleşen kitabında anlatılanlar, yine gerçeklere yüz verilip astarı istenenlerdir. Daniken, kitabında Homo Sapiens’in kurduğu uygarlığın aslında uzaydan gelen UFO’lara binmiş atalarımızın işi olduğunu, mesela Mısır piramitlerinin öyle kolay beri yapılamayacağı savına dayanarak anlatır; herkesi de bir güzel inandırır.

UFO’lara selam çakan bu kitabın yayınından bir yıl sonra, 1969’un 20 Temmuz günü Amerikalı astronotlar Neil Armstrong ve Buzz Aldrin, Apollo 11 mekiğine binip hop diye Ay yüzeyine inmiş, üçüncü astronot Michael Collins onları ana uzay aracında bekleyerek can sıkıntısıyla of pof çekerken, bizimkiler Ayın yüzeyindeki tozu ayaklarıyla ezip havalandırmışlardı.

O günden beri tutturanlar bulunur, ¨Bu Amerikan Emperyalizminin yalanlarından biridir, asla Aya gidilmedi, hepsi bir yutturmacadır¨ diye ter ter tepinirler. İşin garibi şu ki, fen bilimleriyle ilgilenen koca koca adamlar da bunlara inanır. Bu inanışların ardında hep o inanmaya duyulan şiddetli ihtiyaç, aidiyet duygusuyla bir araya gelmek arzusu yatar. İnanış, ardından, inanılan şeye inanmayanlara önce tepki, sonra kırgınlık, ardından öfkeyi ve nihayet ayrıştırıcı bir ötekileşmeyi beraberinde getirir.

Suçlanan tarafla suçlayan birbirlerini bir didişmenin ve itiş kakışın içinde bulur. Bazen susmak gerekir ki bu durumda sükut ikrardan gelir misali, iddia edilen, töhmet altında bırakılan şey neyse, sanki o zımnen kabul edilmiştir. İnada dönüşmeye hazır bir iddiaya daha baştan rıza göstermesi biraz da beri tarafın artık durumu önemsemeyip, eğer kendine kökten bir zarar vermiyorsa, rıza göstermesiyle sanki bir ironiye de dönüşür.

Bunu sinemadan iyi hatırlıyoruz:

Sinemanın kızıl saçlı kadın oyuncularından Rita Hayworth 1946’da beyaz perdede Gilda rolüyle göründüğünde femme fatale karakterlerden en meşhurunu canlandıracaktı. Hele kulaklardan silinmeyen film müziği olarak ¨Put the Blame on Mame¨ şarkısını bir gece kulübünde seslendirince horoz yaşamına merakı olmayan cebi ve yüreği pinti erkekler bile hazırola geçer; melodi halen sinema tarihinde şaheser olarak bilinir.

Nedir bu şarkıyı bu kadar ünlendiren, sadece Rita’nın erotik dansı mıdır yoksa şarkı sözlerinin hikâyesi midir?

¨Suçu benim üzerime atabilirsiniz, sanki çok umrumdaydı!¨ diyen bir pervasız, müdânasız, umursamaz halleriyle Rita, Gilda rolünde eşsizdir. Kırdığı cevizler kırkı geçmişken, zaten sizin gül hatırınız için Günâh Keçisi bile olmaya hazırım der şarkısında…

Hoax derken kendimizi suçlama diyalektiğinde bulduk mu, bulduk! İnsanlığın evvel eski kabahati başkasına yükleme alışkanlığına Rita-Gilda şarkısında dil çıkarıp nanik yaparak cevap vermektedir.

Kabahatin ağır postunu başkasının omuzlarına yüklemenin tarihi Âdem babamız ile Havva anamıza kadar uzanır. 16.Yüzyılın İtalyan ressamı Domenichino Zampieri, biraz gecikmeli olarak Cennetteki biri erkek ötekisi dişi iki kişiyi resmeder; Cennetten kovulurken yasak elmayı niye yedin diye tanrı Âdem’i azarlamaktadır. Peygamber de olsa azarlanan Hz. Âdem eliyle Havva’yı gösterip ben yapmadım o yaptı, diye Günâh Keçisini gösterir. İşte her şey orada, o gün başlar!

O günden beri kabahat samur kürk olsa, kimse üstüne almak istemez.

Tarihin ilk savaş muhabiri Thukididis’e bakılırsa Milattan Önce 431’de başlayıp yirmi yedi yıl süren Peloponez Savaşlarında vebadan kırılıp, bu yüzden yenilgiyi kabullenen Atina’ya Yersinia Pestis bakterilerini göndermiş olan, olsa olsa düşman Sparta’dır.

Etiyopya’dan getirdikleri, üstlerinde pire gezinen fareleri Atina’dan içeri salmış olmalıydılar. Böylece bir bakıma dünyanın ilk kimyasal silahını kullanmışlardı. Tarihin yazdığı ilk komplo teorisi buydu, hiç kanıtı yoktu ama olması ihtimali de yabana atılmamalıydı.

İtalyanların kullandığı deyişle, ¨Se non é vero ,é ben trovato¨, bu doğru olmasa bile böyle olabileceği gibi… Lakırdının burasına bir çiçek iliştirmek üzere kelâmın gidişatına bir rozet takarak hatırlatmak isteriz ki, İtalyanların sıkça kullandığı bu deyişin sahibi, aslında, 16.Yüzyılda yaşamış olan filozof Giordano Bruno’dur; böyle incileri döktürmeyi pek severdi.

Komplo teorileri, hoax haberler, alavere dalavere Kürt Memet nöbete üçkâğıtlarının tarihi uzundur ama en çok kadim Yunanları bu işte usta görürüz. Bir kere, her şeyden evvel, hır gür çıkması gerekir ki aldatmacalara duyulan ihtiyaç hasıl olsun.

Sadece Sparta-Atina savaşı değil, aslına bakılırsa, kökleri, dal ve sarmaşıklarıyla bütün insanlığın iliklerine kadar işlemiş Antik Yunan dünyası baştan aşağıya hır gür içindedir.

Evvela, Zeus, Olympos’un tepesine tanrı ve tanrıçalarını, hatta yarı tanrı ve biraz da insan olan ötekileri toplamak için aralarında babası Kronos’un başını çektiği 12 Titan tanrıyı öldürecektir. Zeus’un eşi tanrıça Hera’yla didişmesi bir yanda dursun, kurttan kuşa, böcekten çiçeğe kadar hemen her şeye herzevekil kesilen yüzlerce tanrılar da birbirlerinin kuyusunu kazar. Yeryüzünü kaplamış insanlara karınca muamelesi etmeyi ihmal etmezler, çayır çimende ıssız gezen kızları baştan çıkarırlar, birilerini tuzağa düşürmeye, bazen de kurtarmaya teşne olur, şeytanlıkta önde giderler. Bütün bunlar Libido Dominandi’dir; bu kavramı İtiraflar adlı eserinde kullanan Aziz Augustinus iktidara duyulan şehvet yürekleri yakar kavurur diyordu.

Yunan tarihinin kanlı canlı gerçek insanları da tanrılardan ne öğrendilerse öyle yapmadan duramazlar; birbirlerinin canına susayacaklardır. Hellas tarihi başlı başına akraba cinayetleri, ensest hikâyeleriyle doludur. Aileler ailelerle, köyler köylerle, vadiler ovalarla, küçük tepeler büyük dağlarla, şehirler şehirlerle gırtlak gırtlağa gelir.

O yüzden Yunan Mitolojisi, Olympos’a baka baka tanrıların hile ve desiselerinden çok şey öğrenmiş bulunan Hellas insanının paçalarından akan zavallılığına ters orantılı kutsal kahramanlığından, zekâsı ve kas gücünden beslenir, çağları devirip bugüne kadar uzanır.

Antik Yunan Tiyatrosunun trajedileri insanın hayal gücüyle neleri icat edebileceğinin acı örnekleriyle doludur. Yunan şehirlerindeki açıkhava tiyatrolarını her gece dolduran onbinlerce şehirli, Helen dünyasına özgü hile ve desisenin tarifini dinler, icra metodunu-Modus Operandi’sini de buralarda öğrenir.

Her şeye bir kulp takan Antik Yunan’ın kabahat  bulma ve haksız eleştirinin tanrısı Momus, önüne çıkana bir çamur atar, tuhaflıklar yakıştırır, bir şeycikleri de beğenmez, olanı olmamış ve olmamışı da olmuş gibi gösterir. Onun sözlerinden uzak durmak güçtür, ne yapar eder bir yafta yapıştırır karşısındakine… Hele tamamlanmamış eserlere, Latinlerin dediği gibi Opera Omnia’lara parmağını bir dolamaya görsün elinden çekeceğiniz vardır.

Neyse ki Kabahat ve Alay Tanrısı Momus’un deneme yazıları sanatını bilmediği şimdiki zamanlarda esamesi pek okunmadığından, başta pirimiz Montaigne olmak üzere, bu işin üstadı Sâlah Birsel’e meydan boş kalmıştır. Deneme yazısını tadında bırakmayı da onlardan öğreniriz; lakırdı müsabakasında güreşe fazla çıkmamak gerekir.

Bir âzamet ile caka satmanın da fazlası usandırır, sonra bakarsınız ki kabahatin daniskasını yazara yüklemiş olurlar.

Biz yazacağımızı yazdık, bundan sonrası okura aittir ki, buna da Caveat Emptor derler; sorumluluk müşterinindir.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl