Ana Sayfa Kritik Kundakçılar Topluluğu Olarak Bir Kısım İnsanlık

Kundakçılar Topluluğu Olarak Bir Kısım İnsanlık

Kundakçılar Topluluğu Olarak Bir Kısım İnsanlık

Bu yazıda piromani ve kundakçılık kelimeleri, somut anlamlarından çok bir metafor ve alegori olarak kullanıldı.

Bu yazı, uygarlık-dinamiği ana teoremine Marksist bir dipnotla atıfta bulunmayı amaçlaya dursun, ateş ve yangın metaforu etrafına düğümlenmiş çapraz bağlantılardan toplumsal alegorileri, görünür kılmaya çalıştı.

Yangın çıkarma saplantısı olarak piromani dürtü kontrolü bozukluğu kategorisinde psikolojik bir hastalık olarak anlaşıla geldi.

Kundakçılığın derin psikolojik boyutları kendi sonluluğuyla yüzleşen insanın içinde tepinen büyük yangınlara işaret ededursun, içsel yangınlar bilinçaltının o karanlık alanını gösteriyor.

Bu kundakçılık biçimi, MÖ 356’da Efes’teki Artemis tapınağını, şöhrete susayıp insanların onun hakkında konuşmasını sağlamak için, yakan Antik çağın kundakçısı Herostratus’un ruh dünyasını çağrıştırıyor.

İnsan, ateşi bulmasından bu yana, yer üstü ve yer altı ormanlarını [petrol yatakları ve diğer tüm fosil kaynaklar] ve bataklıkları bile ateşe veren bir piroman haline nasıl geldi?

Fosil hammaddelerin yakılmasının, iklim krizinin tırmanmasından büyük ölçüde sorumlu olduğunu Fizan’daki sağır sultan bile duydu.

Piromani, iklimsel ve çevresel sorunlar doğuran boyutuyla dünyanın sonu paradigmalarını yeniden harekete geçirdi.

Çevresel yıkım ve enerji krizi, yeni savaşları tetikleye dursun, 1945’ten beri hiçbir şey yapmak istemeyen insanlığı [bilhassa Avrupa’yı] Hobbes dünyasına geri dönmeye zorluyor.

Oysa Batı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra John Locke’un fikirlerine göre işleyen bir dünyaya yerleşmişti.

Locke, devleti, işlerini [alıverişini ve ticaretini] rahatsız edilmeden yapabildikleri sürece iyi ve barışçıl kalan vatandaşların özgür bir organizasyonu olarak tasavvur etti.

Nitekim insan bu amaçla, özel mülkiyeti koruyan ve demokratik katılım fırsatlarını açık tutan, hukukun üstünlüğüne göre yönetilen bir hükümet modeli ön gördü.

Lock’un paradigmalarını ilke edinen Batı, ticareti, iş birliğini, ağ oluşturmayı ve sözleşme özgürlüğünü önceleyip, savaşı, maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, meşru bir dış politika aracı olmaktan çıkardı; kısacası ticaret yapmanın pragmatizmini benimseyerek savaştan mütevellit kahramanlık anlatısını terk etti.

Ancak bazıları dünyayı, Thomas Hobbes’un gözünden, herkesin herkese karşı savaş yürüttüğü, antlaşmanın ateşkes, ticaretin ise yeni pazarlar için savaşa hazırlık olarak algılandığı, kundakçılar için bir yangın tatbikat yeri olarak okuyor. Bu Hobbes’çular savaşa rıza üretmek için dindar numarası yapıyorlar, oysa onlar, İncil’i, ancak sert savaş söylevlerini çekmeden birkaç dakika önce açıyorlar.

Bazı devletler, halklarını ekonomik yoksunluğu kabul etmeye çağırıp, soğan, patates ve konfor için değil de ulusal gurur, şan, şöhret ve kahramanca işler için yaşanması gerektiğini ileri sürüyorlar. Örneğin kadim Rus topraklarının kurtarılması anlatısı böyle bir savdan güç alıyor.

Birbirine düşmanca konuşlanmış gibi gösterilen bu iki anlayışın [Locke ve Hobbes], yakından bakıldığında aslında, zarar yekûnlü aynı kapitalist defter sayfasının ön ve arka yüzü oldukları anlaşılıyor.

Locke’çu anlayış, daha fazla zenginlik için, her dalgada sörf yapan, dolandırıcı, tamahkar iş insanlarının dünyayı, benden sonra Nuh Tufanı anlayışıyla, fütursuzca yağmaladığı, kapitalist bir distopya haline getirdi.

Locke’çu sav, nicelik olarak kısıtlı ve sonunun ne zaman ve nasıl olacağı bilinmeyen bir ham maddeler doğa rezervine, kapitalizmin göz kamaştırıcı ışıkları altında yapılan politik bir saldırısını andırıyor.

Göründüğü üzere buradan bir neo-burjuva cömertlik kültürü oluşmuyor. Aksine, kundakçı itfaiyeciler olarak adlandırdığım büyük sermaye burjuvazisinin sözde çevre dostu eldivenlerinin sakladığı zehirli tırnaklarının yol açtığı onulmaz yaraları artık herkes biliyor.

Kısacası, kapitalist yozlaşmanın başkentlerinde birçok etik pıhtı bulunduğu için, aşk, matematik, siyaset ve poetika arasında bir kan dolaşımı ne yazık ki gerçekleşmiyor ve böyle bir konjonktürde, yerkürenin çevresinde yaşamın mümkün olduğu sadece birkaç kilometre kalınlığındaki «Gaia» tabakasına yönelik kaygılar haliyle giderek artıyor.

Sanırım sadece bir günah var; o da insanın kendi evine [dünya] karşı olan ihanetidir; diğerleri bu büyük günahın yol açtığı daha önemsiz günah çeşitlemeleridir.

Velhasıl, giderek azalan yer altı ve yer üstü kaynakları, yeni pazar arayışları, sertleşen [mal] rekabet koşulları ve emekte artan sömürü gibi faktörler varlıkları vampirleştirip dünyayı sürekli bir savaş geriliminde tutuyorlar. Kısacası, giderek vahşileşen [kapitalist] ormanın yanması kaçınılmaz görünüyor.

Büyüme için büyüme saplantısının bir kanser hücresi olduğunu sahi kim söylemişti?

Diğer yandan, kömürün yakılmak için çıkarılması ile proletaryanın ortaya çıkışı arasında, Locke’çu paradigmayı bozguna uğratan, yakmak, sömürü, sınıf çelişkileri ile örülü distopik bir kapitalist anlatı [bkz. Germinal, Emile Zola] kontur kazanıyor.

İki Dünya Savaşı arası soluklanma molası sonrası dünya sürecinde, kuşaktan kuşağa aktarılabilen uygarlık biçimlerinin bağlayabileceğinden daha fazla [habis] enerji topluma salınmış görünüyor.

Bu, hem eşitsizlik ve sömürünün yığışımından meydana gelen patlamaların saldığı sosyal enerjiler olarak, hem de egzoz dumanları, kömür sobaları ve fabrika bacalarından çıkan kara dumanlar olarak bir enerji salınımına karşılık geliyor.

Kapitalist çağın kundakçıları öylesine müphem ve belirsiz bir atmosfer yarattılar ki, bu şey, tıpkı asla görünmeyen ama varlığı güçlü bir biçimde hissedilen bir kara büyü gibi, insanı aç bir ayıdan, öfkeli bir filden, kopan bir fırtınadan ya da durmak bilmeyen yağmurdan daha fazla korkutur oldu.

Kısacası uygarlık denen şey, büyük “orman yangınlarına” kıvılcımı çakan koşulları bir araya getiren etmenlerin toplamı bir olgu haline geldi.

Bu, belirsiz olanın, uçup gidenin, kaçanın, tesadüfi ve kırılgan olanın, hedonizmin, benden sonra Nuh tufan(ı)cılığın, insan doğasının akışkan çekirdeği olduğunu iddia eden karamsar bir uygarlık kavrayışına karşılık geliyor.

Hem kundakçı hem itfaiyeci rolündeki kapitalist modernitenin dünya imparatorluğunun aktörleri sürekli, “uçurumun kenarındayız” algısı yaratarak azalan meşruiyetlerini yeniden kazanmaya ve iktidarlarını tahkim etmeye çalışıyorlar.

Önce kitle imha silahlarını keşfedip sonra etkisiz hale getiriyorlar. Önce vahşi tarımı ve tüketimi özendirip sonra iklim değişikliğiyle mücadele ediyorlar. Önce borsa manipülasyonlarını teşvik edip sonra mali çöküntüleri engelliyorlar. Önce kontrolsüz göç politikaları izliyor, sonra yükselen suç oranlarını kontrol altına almak için güvenlik devleti kuruyorlar. Önce Trump gibi figüranlara yol verip sonra Capitol’un kapılarının dışında toplanan boynuzlu barbarlara karşı nöbet tutuyorlar. Önce köktendinci aktörleri, Sovyet komünizmine karşı özgürlük mücahitleri diye palazlandırıp, sonra “vah kadın hakları, ah Afganistan” diye ağlak çığlıklar atarak ülkeleri işgal ediyorlar. Önce dövizi yükselten ekonomi politikaları izleyip sonra doları tutmak için KKM çıkarıyorlar. Halkı önce yoksullaştırıp sonra onları yardımlara bağlayarak dinci ve aşırı milliyetçi ajandaları için rıza üretiyorlar…

Bir de, kutsallarımızın verdiği barışçıl mesajları kendi çıkarları için eğip büken manevi kundakçılar var ki, böylesi düşman başına. Bu manevi kundakçıların iftira ve yalanları, toplumsal evrenimize bir meteor gibi düşmeye devam ediyor.

Bu kundakçıların eril habitusu, Michel Foucault’nun tanımladığı şiddetli Heterotopya’yı andırıyor. Bu eril habitusta gün geçmiyor ki şiddet gerçekleşmesin, bu eril habitus’ un maskeli balosu hep maddi manevi bir kundaklamayla başlıyor, ama gerçekten de maskelerde bir gerçek vardır.

Kısacası tabağımızdan yangını ve şiddeti silmek, kausal [neden-sonuç] ilişkiler zincirinde bir dizi şeye hayır demeyi gerektiriyor.

Ayrıca bazı hatıralar vardır ki ruhumuzu kundaklamaya devam ediyorlar. Sınıf mücadelesinde, Gezi direnişinde, anti emperyalist mücadelede yitirdiklerimizin hatıraları, kalbimizi, buzullara yakın bir yerde ısıtabilme ihtimalidir. Ancak onların nemli duvarlarına sindirdiğimiz kulübemizden ayrılmasına izin vermiyoruz. Bu romantik-devrimci nostaljik durum, bana, Wittgenstein’ın münzevi kulübesiyle imtihanını çağrıştırdı.

Ludwig Wittgenstein, henüz öğrenciyken Norveç’in manzaralarını keşfedip ilerleyen yaşlarında oraya geri döndü ve ormanın derinliklerinde kendi elleriyle inşa ettiği bir kulübede münzevi bir hayat sürmeye başladı.

Ancak bu yaşam biçimi, onun, “Hayatta fark ettiğiniz bir sorunun çözümü, o sorunu ortadan kaldıran bir yaşam biçimi benimsemektir”, özdeyişiyle çelişiyordu.

İnsanlığın bu araf hallerini yörüngeye oturtacak tek kurtuluş reçetesini, bence, en yüksek düzeydeki ortak yaşamsal çıkarların ancak evrensel, dayanışmacı ve değişimin asketik bir irade beyanı ufku içinde gerçekleştirilebileceğini iddia eden İskandinav sosyalist/sosyal demokrasi savı sunuyor.

Theodor W. Adorno’nun “insanlığın bütüncül kolektif öznesi[leri]”inden anladığı şey tam da buydu. Bu özne, birliğinin mühimmat taşıyıcısıdır.

Çünkü şairin de dediği gibi, kıyamete kadar seyirci kalmak şeytanın bile dayanacağı bir şey değildir.

Hümanist Sol bilinç, kriz anlarında ortaya çıkan hem itfaiyeci hem kundakçı tipleri karekodlarını okurcasına teşhis etme, Marksizmin “yanlış bilinç” dediği şeyi ifşa etme, sınıflaşamadığı için lümpenleşen proletaryayı tanıma fırsatı veriyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl