Ana Sayfa Kritik Michel Foucault Bir Feminist miydi?

Michel Foucault Bir Feminist miydi?

Michel Foucault Bir Feminist miydi?

Max Weber’in[1] yaygın tanımına göre güç, “isteksizliğe ve karşı gelmeye karşı bile (…) kişinin kendi iradesini dayatması” gerçeğiydi.

 

Toplumsal ilişkilerde bireysel çıkarlar söz konusu olduğunda ve bunları zorlamanın bir yolu varsa, bu, yaptırımı uygulayan aktörün gücünün olduğu anlamına geliyordu.

 

Weber’in, güç tanımı, toplumsal ilişkilerde karşıt bir çıkarın kişinin kendi iradesi lehine aşılmasını varsayıyor ve Weber, bunun başarılması durumunda, Güç’ün işe yaradığını savunuyordu.

 

Michel Foucault Gözetim ve Cezalandırma[2] üzerine yaptığı çalışmasında bu duruma ek bir açıklama getirdi. “İktidarın mikrofiziğini” analiz ettiği bir makalesinde, iktidarın, mülkiyet olarak değil, strateji olarak anlaşılması gerektiğini ve onun “tavırlarda, manevralarda, tekniklerde, operasyon tarzlarında” ortaya çıkan bir olgu olduğunu vurguladı. Foucault’ya göre, iktidar, tek boyutlu bir ayrıcalıklar ağı yerine, sürekli, gergin ve aktif ilişkiler ağını ören bir olguydu.

 

Kadın sorunsalı Michel Foucault’nun yapıtlarında neredeyse hiç yer almadı. Foucault’nun kapsamlı iktidar analizlerinin hiçbiri özel olarak ataerkiyi ele almadı. Üstelik, ilgilenilmesi gereken Foucaultcu benlik, ortadan kaldırdığı özne gibi, katıksız, hep erkek olageldi.

 

Foucault, gerçi, zaman zaman da olsa feminist kaygılarla dayanışmasını gösteriyor, röportajlarında, kadın hareketinden, iktidar teknikleriyle ilişkisi ilgi çekici olabilecek meşru bir çağdaş direniş biçimi olarak bahsediyordu. Örneğin 1973’te “Sağlık Hakkında Bilgi Grubu” taahhüdünün bir parçası olarak “Evet, fena halde sürükleniyoruz” başlıklı bir broşürün yazarlarından biri oldu.

 

Bunun dışında Foucault, kadın hareketine çok az ilgi gösterdi. Bu kayıtsızlığa rağmen, düşünür, son yıllarda feminist teorinin en önemli yazarlarından biri haline nasıl geldi?

Foucault’ya yönelik pek çok erken dönem feminist tepki, düşünürün etrafa saçtığı güçlü aura nedeniyle, bir şekilde sessizleştirilmişti.

 

Bana kalırsa, Foucault’nun kadın meselelerine dair anlayışı yer yer sallantılı görünüyordu: 1977’de tecavüz üzerine sarfettiği ve çok eleştirilen görüşlerinde, tecavüzün cinsellikten tamamen arındırılmasını, penisle yapılan fiziksel bir saldırının, surata atılmış bir yumruktan farksız bir şekilde tedavi edilmesi gerektiğini önerdi.

 

Foucault’nun cinsellik ve beden disiplini üzerine eleştirel analizinin (toplumsal) cinsiyet farklılıklarını hesaba katmadığı açıkça görülüyor. Üstelik böylesine genelleştirilmiş ve öznellikten arındırılmış bir güç kavramının siyasi direnişi imkânsız kılacağı apaçık ortaya çıkıyor.

 

Kısacası Foucault’nun teorik yaklaşımı, kadın hareketini etkili bir siyasi özneden de mahrum etti.

 

Diğer yandan, Foucault’nun, baskının belirli bir öznelliğe (hükümdara) atfedilemeyeceği yönündeki savı, kadın ve erkek arasındaki sosyal kümelenmeyi (konstelasyonu) tanımlamak isteyen bazı feminist teorisyenler tarafından, paradoksal bir şekilde, üretken bulundu.

 

Simone de Beauvoir’ın da “İkinci Cinsiyet”teki[3] tespiti, Foucault’nun baskının belirli bir öznelliğe (hükümdara) atfedilemeyeceği yönündeki savını destekler nitelikteydi. De Beauvoir’a göre, kadınlar kendi hemcinslerine karşı zulme, erkeklere kıyasla, daha fazla katılıp ortak oluyorlardı: “Gerçek şu ki, erkekler, hemcinsleri arasında veya arkadaşlarında, kadın zalimlerin kadın mazlumlarda genellikle bulduklarından daha fazla gizli anlayış bulurlar.”

 

Foucault’nun 68’ciler tarafından idealize edilen cinsel özgürleşme eleştirisi, zamanın sınıfsal bağlamlarından koparılmış, sözde farkındalık yaratıcı feminist kavrayışına yönelik sert bir itiraz niteliği taşıyordu.

 

Foucault, Sosyalist seçkinlerin bile hâlâ “burjuva penisleri” olabileceğini, bu nedenle, slogancı tavırlarla ortalıkta dolanmayı sosyalist bir kurtuluş eylemi olarak göstermenin son derece ucuz, konformist bir eylemsellik olduğunu vurguluyordu.

Foucault’nun “Cinselliğin Tarihi”nin ilk cildinde[4] dile getirdiği, 19. yüzyıl tıbbının yerleşik “kadın bedeni histerizasyonu” ve “sapkın arzunun psikiyatrizasyonundan”, cinsellik ve iktidarın iç içe geçmesine ilişkin temel içgörüye kadar, cinselliğin modern icadına yönelik kapsamlı eleştirisinin çoğu, vurguda hafif bir değişiklikle birlikte, hem feminist hem anti feminist izlekler taşıyordu.

 

Foucault, cinselliğin iktidar ilişkilerinin nedeni değil sonucu olduğunu, dolayısıyla, tarihsel bir inşa olduğunu göstermeye çalıştı. Buradan daha da radikal bir yapısalcılığa sıçrama artık uzak bir olasılık değildi.

 

Judith Butler’in, toplumsal bir norm olarak çifte cinsiyet ve heteroseksüelliğe yönelik eleştirisi, toplumsal cinsiyet çalışmalarının merkezi bir teması olageldi.

 

Butler’in “Cinsiyet Belası”[5], Foucault’nun analizine, feminist bağlamsallaştırma açısından, tartışmasız en etkili katkıyı sunan yapıtlarındandı.

 

Butler’a göre, sosyal olarak inşa edilen sadece cinsellik, arzu normları ve bunların sınıflandırılması değil, aynı zamanda cinsiyetin kendisiydi.

 

Sadece cinsellik ve arzu ya da heteroseksüel ya da homoseksüel [Foucault’nun19. yüzyılın kavramsallaştırmasıyla adlandırdığı şekliyle ‘sapkın’] benliğimiz değil, tüm toplumsal cinsiyet ve cinsel kimliğimiz, hatta cinsiyet bedeninin kendisi bile bilgi ve iktidar ilişkilerinin bir sonucuydu.

 

Foucault’ya göre özne, sadece iktidar ilişkilerine tabi olan bir öğe değil, her şeyden önce, onlar tarafından biçimlendirilen bir şeydi. Butler’da ise, bu özne oluşumunun adına meydana gelen her şey, açıkça, toplumsal cinsiyet normlarıydı.

 

Butler, çifte cinsiyetin çözülmesinin, davranışsal normların değiştirilmesi, bilinçli bir ret ve itiraz gibi “performatif” değişimlerle mümkün olduğunu düşünüyordu.

 

Foucault da “gerçek bir cinsiyet”in gerekli olup olmadığı sorusuna olumsuz yanıt vermişti.

Kısacası, kadın hareketinin bu karmaşık güç ilişkileri içinde sergilediği yüksek profil mücadele momentumu, sonunda uyandıkları bir tür sarhoşluk olarak tarihe geçti.

 

İnsanın tüm hayatını cinselliği ve cinsel kimlikleri ‘zapt etmeye’ adaması, bence, bir eksiklik duygusundan kaynaklandı. Buradaki eksiklik, insan hayatında baskın bir figür olan annenin sağladığı korumanın, beslemenin ve güvenin yitmesi ile birlikte oluşan kaotik sosyalliğin yerini “Hükümdar”a[6] bırakması gerçeğiydi. Hayatından önemli bir parça sökülüp alınmış olan insanın bu eksikliği telafi etme çabası olarak anne miti, kendisini artık beslemeyen memeyi (kimliği) ısırmanın klinik bir örneğine dönüştü.

 

Bu gereksinimin bir yeryüzü tanrısı (Hükümdar) kavramsallaştırması ile ikame edilmesi, karmaşık güç ilişkilerinin oluşmasına sebep oldu. Bu da toplumsal cinsiyet kimliklerinin güç ilişkileriyle gerilimli bir diyalektikle bir arada var olma serüvenine karşılık gelen bir süreçti.

 

Albert Camus’’ya göre biri siyasi, diğeri ise metafizik olan iki tür ihtilâl bulunuyor. Metafizik olanı, kabaca, insanoğlunun doğa ya da tanrı tarafından getirilmiş kısıtlamalardan kurtulmasını ifade ediyordu.

 

Ben buna kognitif ihtilali de eklemek isterim; bu bağlamda, kimlik saplantılı insanın bu kognitif ihtilali başarmadığı apaçık ortaya çıkıyor.

 

Öznenin akışını ve tüm varoluş şiirinin önünü kesen, öze ilişkin değerlerin büyük bir söylem olarak yaratılamadığı için biçime ilişkin değerlerin öne geçtiği, cilalı bir “vitrin kimlikleri toplumu” yaratan bir yanlış mücadeleler siyaseti giderek kontur kazandı.

 

Big Bang’tan beri insan, hayatını, ‘kimlikler üzerinden daha ne kadar ayrılabiliriz üzerine inşa etmeyi sürdürüyor. Oysa, hayatın olması gereken erekselliği, ‘daha ne kadar ayrılabiliriz’den çok, ‘tüm cinsel, etnik, dinsel ve toplumsal kimliklerimizden soyunarak daha ne kadar birleşebiliriz’de yatıyor.

 

Biyo-politika ve biyoiktidar düzeneklerini boşa çıkaran şeyin, insanın, antroposantrik tuzaklara düşmeden, onu çevreleyen her bir şeyle ve herkesle, eşit olma hukuku üzerinden, “varlık” frekansı vasıtasıyla kurduğu birleşme çabasının olduğu görünüyor.

 

Kimlikler, belli bir radikalizasyon eşiğinden itibaren, erk düzeneklerine enerji pompalayan önemli aktarım vektörleri işlevi yükleniyorlar.

 

Kimlik fetişizminin ayrıştırarak iktidarın elini güçlendirdiği bir gerçeklikte insan, elinde kalan son kuramsal kanonla boğayı boynuzlarından tutup devirmeyi başaramıyor.

 

Her şeye rağmen, Foucault, ‘saf’ arzularının yeniden keşfedilmesi gereken cinselliğin güçlü toplumsal koşullanması altında “bozulmamış bir bedeni” kabul ediyor gibi görünüyor.

 

Başlangıçta, masum olan bir cinselliği özgürleştirme fikrine yönelik tüm eleştirilerine rağmen, Foucault’da bir yerlerde, belki de sonsuza dek kaybolmayan cennetsel bir “arzular ve hazlar bahçesi” ütopyasının hâlâ parıldadığı fark ediliyor.

[1] Weber, M. (1996). Machtverteilung innerhalb der Gemeinschaft: Klassen, Stände, Parteien. “Topluluk içinde güç dağılımı: sınıflar, zümreler, partiler”. “Çoğu zaman gücün peşinde koşmak, kısmen getirdiği toplumsal ’onur’ nedeniyledir. Ancak her güç toplumsal onur getirmez. Öte yandan, sosyal onurun temeli sadece güç değildir. Aksine, sosyal onur (prestij) gücün temeli olabilir, sosyal statü ve onur ekonomik niteliktedir ve çoğu zaman böyle olagelmiştir.”

 

[2] Surveiller et punir: Naissance de la prison. Michel Foucault, éditions Gallimard, février 1975. (Gözetleme ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu, Michel Foucault’nun Şubat 1975’te Gallimard tarafından yayınlanan bir eseri.

[3] Le Deuxième Sexe. Simone de Beauvoir, 1949. (İkinci Cinsiyet, Simone de Beauvoir’ın 1949’da yayınlanan bir denemesi.)

[4] Histoire de la sexualité. Michel Foucault (1926-1984) Éditions Gallimard, entre 1976 et 1984. (Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault’nun1976 ile 1984 yılları arasında Éditions Gallimard tarafından üç cilt halinde yayınlanan bir eseri. Foucault’ya göre, özetle, cinsellik, güç ilişkilerinin tam olarak uygulanacağı bir alandır. Foucault, cinsellik aygıtı olarak adlandırdığı şeyi dört figüre veya stratejik kümeye dayalı olarak tanımlar: Kadın bedeninin histerizasyonu veya cinselleştirilmesi, pedagojikleştirme veya çocuk cinselliğinin denetlenmesi, üreme davranışlarının toplumsallaştırılması ve sapkın zevklerin psikiyatrizasyonu (s. 137-138).

 

[5] Judith Butler, Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity, 1990, Routledge (Toplumsal Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Yıkılması)

[6] Floransalı yazar Niccolo Machiavelli’nin 1532 yılında kitap haline getirilmiş Prens ya da diğer adı ile Hükümdar kitabındaki savlarına atfen

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl