Ana Sayfa Kritik Antakya: Sessizliğin Şehri

Antakya: Sessizliğin Şehri

Antakya: Sessizliğin Şehri

Bu şehirde, bir değirmene girer gibi, ölü bir insana giriyorsunuz.

Ölülerimiz St. Pierre yüksekliğinden şehre bakıyor. Yaşayanlar onlara birer karaltı gibi görünüyor.

Bazılarının, “buraya değil, annemin, kız kardeşimin, kızımın, oğlumun yanına gömülmek isterdim”, dediğini, bazılarının ise, “babamla künefe yiyecektik, Büyük Park’ta sevgilimle çay içecektik daha” diye fısıldaştıklarını işitiyorum.

Hem ölümün hem dirimin fokurdattığı, iki göz kırpması arasında belirip sönen kaderlerin hikayelerini dinliyorum sonra. Sohbet, kâğıt kesiklerinden silüetlerle bir ayine katılmak gibi.

İktidar evreninin karanlık yüzünü deşifre edip, vicdanı çırılçıplak bırakan, korkunun arzunun, hastalığın, ölüm ve pişmanlıkların paramparça edip etrafa savurduğu hayatın kırıklarını toplamaya çalışan yüzler. Unutuştan oluşan çok sayıda yüz.

Bir arkadaşım, yıkımın kurucu kaosundan söz ediyor. Açık yaraları kelimelerle sağaltmak mümkün değil ne yazık ki.

Ölüler ve yaşayanlar çoktan ilan edilmiş bir intiharın yürek burkan öyküsünün kahramanları.

Bu şehirde insanların, yaşanmışlıkların usturasıyla parçalanmış yaralı bir hafızası var.

Bir yıldır kıyılarını döven yorulmak bilmez bir dalga yanılsamalarını yapı bozumuna uğratmış. Derin bir baş dönmesinin ve dağılmanın eşiğinde asılı kalan nefesler.

Sözleri, hiçbir zaman şokunu atlatmadıkları yeraltı patlamalarını; yokluktan, ölümden, terk edilmişlikten ve güvensizlikten bir duygu sarmalını açığa vuruyor.

Onların hikayelerinde, varoluşun sadece giderken değil, kalırken de arkasında bıraktığı büyük boşluğu görüyorum.

Konfordan sarkan cildimize inceden inceye jilet kesikleri atan, hem dirençten hem bozgundan bir ahval bu.

Kısacası, Antakya’da harap olmanın onlarca yüzü; yıkımın onlarca çehresi bulunuyor.

Manzara kırık ruhlara bir avuntu sunmuyor. Boş kelimelerden, yalandan ve yanılsamadan moloz yığınlarının içinde bir umut kırıntısı bulmak olanaksız.

Yıkık evler ve moloz tepeleri donmuş bir gölün üzerinde ilerleyen siyah tekneleri andırıyor.

Dış duvarı yıkılmış bir evin oturma odasının içi görünüyor. Korku odasının konuşup öldüren aynaları kırılmış. Şehir anlatısının kalbinde yatan ham gerçeklik o evde saklı.

Hem ölülerin hem yaşayanların son sırlarının da onlardan koparılıp aç kurtların önüne atıldığı bir şehir Antakya.

Yarısı depremde yerle bir olmuş şehrin kapalı çarşısı gerçeğin canavarca bir alegorisi gibi.

Yorulmak bilmez devinimleri kıyısızlığa bakan naylon eriyiğinden bir deniz, Samandağ’dan el sallıyor. Büyük soğuktan şikâyet ediyor boğulan biri; parmakları buz gibi, parmakları büzüşmüş.

Otele vardığımda babamın ölümünden bu yana ağlamamış olduğumu fark ediyorum. Ansızın gözlerimi yakan asitli bir gözyaşı doluyor göz pınarlarıma.

Bir çizgi varsa çizginin bu tarafı ve öbür yanı da olmalı; ama en kötüsü Araf, en kötüsü, yası doyasıya tutamamak. Yas hakkıyla tutulamadığı için eskiye sünger çekip yeniden başlamak da pek mümkün olmuyor.

“Ölenle ölünmüyor”u yalanlıyor şehrim; ölenle bal gibi de ölünüyor işte, üstelik her gün her dakika.

Aradan geçen bir yıl insanların yüreklerinde habis enerjiler biriktirmiş; insanların öncelikleri altüst olmuş.

Şehirde adeta organize bir ölüm yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor.

Şehir, hayata tutunmayı başaramayan bir insanın bir nalbur dükkanından kendine urgan alırken, nalburun onu vazgeçirmek yerine, ona tavanın yüksekliğinin kaç metre olduğunu sormasına benzer bir terk edilmişlik içinde.

Bu şehirde tutunmak ve zamanın omuzlarınızı kıran ve sizi yere doğru eğen korkunç yükünü hissetmemek için düş, şiir, erdem ve umut sarhoşu olmalısınız.

Bir konteynerin içinde, bir çadırda, molozların yanı başında, ya da yarısı yıkık odanızın kasvetli yalnızlığında uyanırsanız; “sarhoşluk” çoktan azalmış ya da kaybolmuş olarak uyanırsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, sizden kaçan, kaybolan, ağlayan, inleyen her şeye, yuvarlanan, serbest düşüşte olan her şeye, şarkı söyleyen her şeye, konuşan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Rüzgâr, dalga, yıldız, kuş, saat, kız, oğul size şöyle cevap verecektir: artık düş sarhoşu olma zamanı; maviyi ve yıldızları tutuklamak için çıplak gözünüzü göğe dikme zamanı…

Bence sadece bu sarhoşluk, bir tür dirençle ayağa kalkmak gibi, ikinci bir şansı veriyor.

Bir zamanlar bir kış sabahı güneşi kadar güzel olan şehrimi düşünürken, bir sigara yakıp merhametsiz manzaraya bakıyorum. Ekinleri kırıp geçtikten sonra geri çekilen ve geri çekildikten sonra arkasında sadece sessizlik bırakan katil bir denizle karşılaşıyorum. Sessizlik beni bunaltıyor; beni bunaltan aslında kendi sessizliğim.

Antakya’da her şey tehditkâr sessizlikler üzerine kurulu ya da yıkılı; boş vaatler ve yalanlar nehrinin kapladığı bir sessizlik bu; sadece acı dolu bir yaşamın kıvrımlı yolları boyunca ilerleyen bir nehrin.

Kedim Luna’yı, üzeri yusufçuk böceği kırımı ile kaplanmış, kurumaya yakın bir gölün kıyısına gömüyorum.

Ruhuna yaktığım mumlar donuk incilerden gözyaşlarını akıtırken, sislerin arasından bakan bir ay alnıma sürüyor ellerini.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl