Nesneler insanın dışındadır, onlar her yerde insan tarafından keşfedilmeyi ve anlamlandırılmayı bekler. Doğaya ait nesneler vardır; bunların tümü evrenin birer aslî parçacığı olduğundan, kendi hakikatlerini içlerinde barındırırlar. Öyleyse o doğa nesneleri bir yandan duyulara, öte yandan da hakikati düşünebilecek bir akla gereksinim duyar. Örneğin Yunan kültürüne ait mitolojiler, insanın doğrudan doğa nesneleriyle ile baş başa kaldığı saf nesnelerden oluşmuştur. Daha açık bir söyleyişle bu nesneler, insan ve doğa ilişkisini kopartabilecek hiçbir etkiye maruz kalmadığı için, yabancılaşmamışlardır. Kadim felsefelerden gelip günümüz felsefelerine ulaşan ilkeler zinciri bunu böyle kabul eder.

Oysa bu noktada şu soru akla gelir: Acaba tüm saf-tarihsel kültürlerin mitolojileri ve onların anlam bulduğu nesneler aynı mıdır? Yanıt basittir: Elbette böyle bir aynılık, hatta benzerlik bile mümkün olamaz. Eğer kültürel saptamalar konusunda tek bir kaynağı dayatmak niyetinde değilsek, söz konusu farklılıkları onaylamak durumundayız ki bu, modern düşünce dünyasının önemli problematiklerinden bir olarak öne çıkmıştır. Yani, nesneler dünyasının tek bir rasyonaliteye bağlanamayacağı… Ne var ki düşünülmesi gerekenler bununla sınırlı kalmamıştır. Mitolojilerden kültürlere, inançlardan ideolojilere kadar ilerleyen süreçte insan tarafından imal edilmiş nesneler, kendi dönemlerinin mitolojileri için uygun birer malzeme olmuş ve doğa dışına doğru hızla kayan kendi anlamlarını yaymışlardır. Sanayi toplumlarının doğmasına doğru yükselen doğa dışı mitolojik nesneler, makineler sistemine varılmasıyla, tümüyle yabancılaşmanın irrasyonel simgelerine dönüştüler. Bundan böyle her bir nesne ayrı sınıfların, ayrı ideolojilerin, ayrı bakış açılarının, ayrı mücadele gruplarının, dolayısıyla ayrı yaşamların doğasına dair bir gerçeklik edindi. Sonuçta doğa kendine dair bir hakikat ile değil, nesnelerin dönemsel anlamlarına göre biçimlenen bir anlam ile anılmaya başlandı.

Nesneler, hakikatin sahibi olduktan itibaren, insanların statü ve iktidarlarını, duygularını ve sezgilerini, hazlarını ve arzularını, özgürlük iradelerini ve özerk akıl tanımlarını da yönetmeye başladı. Demek ki nesne dediğimizde, insanı da bizzat bunun içine dâhil etmeliydik. Ve o nesneleşen insanın yapabileceği tek bir şey kalıyordu: Doğaya dönmenin ve yeniden saf bir çocukluğa kavuşabilmenin olanaksızlaştığı durumda, kendi mücadele stratejilerinin mitolojilerini ve onların nesnelerini imal etmek…

İşte bu sergide gördüğümüz her şey, kendi dönemlerinin anlamlarıyla, gerçeklik iddialarıyla ve dahası, yaşamı belireme ve tasnif etme gücüyle donanmış nesnelerden oluşuyor. Üstelik bunların arasına, birer haz nesnesi haline getirilerek toplumlara sunulmuş, aynı zamanda da meta gibi kullanılmış sanatçı figürleri, yüksek estetik mesajlar ya da ideolojik yaklaşımlar taşıyan bazı sanat yapıtlarının replikaları da yerleştiriliyor. Nesneler ve insanlar çerçevelere, kutulara ve hatta işlevi kaybolmuş bazı aygıtların içine öyle aceleyle dolmuş, üst üste yığılmış gibiler ki artık bunların ne kendi dönemlerindeki rolleri, ne de ağırlıkları kalmış. Sanatçının yıllar boyu topladığı ve bugüne kadar koruduğu her bir parça, bundan böyle birbirleriyle yeni ilişkiler kuruyor, farklı biçimlerde gösteriliyor, sürprizli anlamlara evriliyor. Bu nesneler, bir yığın mantığı ile bir araya geldiğinde bize asıl şunu söylüyor: Bir nesnenin üzerinde taşıdığı büyük anlam, ne kadar mutlaklık iddiası taşırsa taşısın, kendi döneminin koşullarını ve mevcut ortamını terk ettiğinde, farklı dönemlerin anlam dünyaları ile karşılaştığında, yalnızca bir ironiye dönüşüyor.

Ama artık doğa ve insan arasındaki o saf ilişkiye dönebilme olanağı kalmadığına göre, zaten sanatçının yapabileceği tek şey, durmaksızın nesnelerin anlam şifresini bozmak değil mi?

İşte bu sergide gördüğümüz her şey, kendi dönemlerinin anlamlarıyla, gerçeklik iddialarıyla ve dahası, yaşamı belireme ve tasnif etme gücüyle donanmış nesnelerden oluşuyor. Üstelik bunların arasına, birer haz nesnesi haline getirilerek toplumlara sunulmuş, aynı zamanda da meta gibi kullanılmış sanatçı figürleri, yüksek estetik mesajlar ya da ideolojik yaklaşımlar taşıyan bazı sanat yapıtlarının replikaları da yerleştiriliyor. Nesneler ve insanlar çerçevelere, kutulara ve hatta işlevi kaybolmuş bazı aygıtların içine öyle aceleyle dolmuş, üst üste yığılmış gibiler ki artık bunların ne kendi dönemlerindeki rolleri, ne de ağırlıkları kalmış. Sanatçının yıllar boyu topladığı ve bugüne kadar koruduğu her bir parça, bundan böyle birbirleriyle yeni ilişkiler kuruyor, farklı biçimlerde gösteriliyor, sürprizli anlamlara evriliyor. Bu nesneler, bir yığın mantığı ile bir araya geldiğinde bize asıl şunu söylüyor: Bir nesnenin üzerinde taşıdığı büyük anlam, ne kadar mutlaklık iddiası taşırsa taşısın, kendi döneminin koşullarını ve mevcut ortamını terk ettiğinde, farklı dönemlerin anlam dünyaları ile karşılaştığında, yalnızca bir ironiye dönüşüyor.

Ama artık doğa ve insan arasındaki o saf ilişkiye dönebilme olanağı kalmadığına göre, zaten sanatçının yapabileceği tek şey, durmaksızın nesnelerin anlam şifresini bozmak değil mi?