Amerikan yazarı Mark Twain kadın oyuncuları sınıflayıp sıraya soktuğu bir yazısında şöyle diyordu:

¨Beş tür aktris vardır: Kötü aktris, ortalama aktris, iyi aktris, büyük aktris VE…¨

Twain devam ediyor VE’sinden sonra, ¨ ve Sarah Bernhardt

O Sarah şimdi tiyatrolarımızda perdesini yeniden açtı ve yılların avantgart ve diva sanatçısı Dilek Türker tarafından yeniden ruh buldu.

 

1844’ün son büyük burjuva ihtilalinin hemen öncesindeki çalkantılı sosyal hayatıyla tarihe imza atan Paris’te doğmuş, pek de mutlu olamayarak 1923’de dünyaya veda eden Sarah Bernhardt’ın hayat hikâyesi, aslında, Avrupa’da bugünkü modern ve ulusal devletlerin kuruluş tarihine, Hobsbawmcı kavramıyla Çifte Devrim’in ve ihtilaller çağının iniş çıkışlı, heyheyli günlerine aittir. Amerika Kıtasına kadar uzanan hikâyesi bir bakıma dönemin tanığı olarak izlenecek değerdedir.

Asıl adının Henriette-Rosine Bernard olduğunu bilmemiz merakımıza yenik düşmekle mümkün, kaldı ki Sarah’ın afişlerde yer alan adı dahi bütün sanatların ortak bileşkesi olan tiyatroyla ilgisi biraz uzakta kalmış başkaları için handiyse imkânsız gibi.

Böyleyken Sarah’ın bir sahne kazasıyla bir bacağını kangrenle kaybedip ruhsal yıkıntılar içinde hayatını tamamladığı o dramatik günlerde geçmişiyle hesaplaştığı, hafızanın hatırlama çabasıyla acılarını sevince çevirmeye çalıştığı o son vakitlerinin güncesini Kanadalı oyun yazarı John Murrelll 1977’de sahneye uyarlamıştı.

Esin Talu Çelikkan’ın çevirisiyle sahnelenen oyun, orijinal adıyla¨Hatıralar&Biyografi-Memoir¨olarak dünya sahnelerinde yerini almıştı. Bu kez Dilek Türker ve arkasındaki ¨tiyatro kumpanyası¨ Tiyatro Ayna tarafından ¨Bu Bir Efsane: Sarah¨ olarak isimlendirilmiş; pek de fena durmuyor. Zira Sarah gerçekten bir efsane…

İngiliz eşcinsel yazar, sansasyonel kimliğiyle çağının ötesinde yaşayan Oscar Wilde’la tanışıklığından tutunuz, Fransız Gerçekçiliğinden umudunu kesince Romantizme yüz veren ünlü romancı Victor Hugo’ya kadar geniş çevresiyle biliniyor Sarah; hepsinin gözünde o bir efsane.

Victor Hugo’nun ¨Hizmetkârınızım Madam¨ diye hitap ettiği eşsiz kadın, Sarah…

Oscar Wilde’ın ¨Sarah’ın bir benzeri yoktur, bütün zekâsını, tüm içgüdülerini ve tecrübelerininden edindiği sahne bilgisini rolüne katar¨ dediğini de unutmayalım.

Sadece tiyatronun kadın oyuncusu değil, aynı zamanda heykeltraş, ressam, dahası kabare şarkıcısı olan Sarah Türk Tiyatrosunda Dilek Türker tarafından ilk kez 2007’de sahneye taşınmıştı. O tarihte ünlü oyuncumuz Erol Keskin’le birlikte sahneye çıktılar; muhteşem performans gösteriyorlardı.

Sarah’ın yardımcısı, uşağı olarak adlandırılan Pitou karakterini bu kez Tayfun Yılmaz, ne Pitou’yu ne de rahmetli Erol Keskin’i aratmayacak düzeyde rol üstlenerek canlandırıyor.

Pitou olmazsa Sarah’ın geçmişi anlamsız kalır. Sarah, Fransız edebiyatçı Marcel Proust’un bütün zamanların biricik hatırlama çabasına ve tüm kendinden sonraki edebiyatçıların takip ettiği üslubuyla geçmişe yolculuğuna ait ünlü, yedi bölümlük ¨Kayıp Zamanların İzinde¨yi sanki izleyerek, uşağına o eskiden hayatına girmiş insanların rollerini metazori vere vere, onu o yaşlılık günlerinde oyun arkadaşı yapıp tekrar hatırlıyor.

Yönetmen Hakan Altıner’in ustaca sahnelediği eserde Pitou’yla ilişkisi oyun boyunca anne-çocuk, karı-koca, öğretmen-öğrenci, abla-kardeş ve dahası sevgililerin itiş kakışına benzeyen bir tatlı diyalogla geçiyor. Kaprisli Sarah, bir öğleden sonrasının kızgın güneşi altında balkonda vakit geçirirken Pitou’dan habire şemsiyesini istiyor, uşağı ona her şeyi taşıyor da bir türlü şemsiye sahneye çıkmıyor. Yazarın bir bildiği var diyor, buraya mim koyuyoruz.

Oyunun yapım ayağında bütün yükü üslendiği belli olan Beksultan Oğuz’un titizliği bütün oyuna yansımış olmalı. Kostüm ve dekorun cambazı ünlü sanatçı Sadık Kızılağaç’ın , ¨O şemsiye bir gelseydi sahneye¨ onu nasıl tasarlamış olacağını merak ediyoruz:

Şemsiyesiz Sarah’ın iki saatlik sahnede güneş altında dimdik duruşu Dilek Türker’e de çok yakışmış, zaten biraz da Sarah’ı Dilek Türker’de, Dilek Hanımı da Sarah’da buluyoruz böylece…

Ve yine böylece; Tiyatromuzun çilekeş kadınlarından Afife Jale’den başlayarak bir resmî geçit yapar gibi Bedia Muvahhit, Cahide Sonku, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Suna Pekuysal, Ayla Algan, Nisa Serezli, Adile Naşit, Göksel Kortay’ın ardında şimdi Dilek Türker adını eklememiz gerekiyor.

Tiyatromuzun muhteşem kadınlarından adlarını anmadığımız isimler de hiç olmaz mı, vardır elbet, her yazının bir kusuru olduğu gibi bu da unutkanlık hanemize yazılsın…

 

TEILEN
Önceki İçerikYalnızlık Öldürür
Sonraki İçerikÖyleydi, Neşeli Sular Gibi (Şiir)
1958 yılı, İstanbul doğumludur. Üniversite yıllarında, 1978’de, Cumhuriyet gazetesinde gazetecilik mesleğine başladı. Yedek subay olarak tamamladığı askerlik görevi sonrasında bir süre serbest ticari faaliyette bulundu, ardından 1998’de ABD’ye ailece göç etti. CBC-TV kanalının Indiana Eyaletindeki haber dairesinde çalıştı ve bu arada, Purdue Üniversitesi’nden almakta olduğu siyasal bilgiler üzerine non-credit doktora derslerine devam etti. Şenol, Gazi Üniversitesi Ekonomi Fakültesinde lisans eğitimden sonra, İstanbul Üniversitesi SBF’de yüksek lisans ve doktora eğitimlerini tamamlamıştır. 2010 yılında Kanada’ya taşınan M.Şenol’un yaşamı, 2016’dan beri, bu ülkeyle Türkiye-İstanbul arasında geçmektedir. 2008-2009 yıllarında Kadir Has Üniversite’sinde üç sömestir boyunca sosyal bilimler/iletişim kuramları üzerine dersler veren M.Şenol’un yedisi roman olmak üzere basılı 12 kitabı bulunmaktadır; Türkiye’nin Altın Kitaplar, Papirüs, Alfa, Ayrıntı gibi seçkin yayınevlerince basılıp yayınlanmıştır. Uluslararası Pen Yazarlar Birliği üyesidir. Serbest olarak hâlen yazılarıyla Cumhuriyet’te gazeteciliğe devam etmektedir; edebiyat, siyasal bilim ve kültür dergilerinde pek çok sayıda makalesi yer almıştır.