Ana Sayfa Kritik Barbarlığa Dönüș

Barbarlığa Dönüș

Barbarlığa Dönüș

Liberal değişimler nedeniyle, erkekler on yıllardır bir kontrol kaybı yaşıyorlar.

Kontrol kaybı, erkek oldukları için doğal olarak sahip olduklarını düşündükleri iyi ücretli işin, toplumda ve ailede baskın rolün, sosyal statü ve hiyerarşinin ve kadın bedenine dair hakların kaybı anlamına geliyor.

Bu kontrol kaybı nedeniyle ortaya çıkan öfkenin siyasete dönüştüğünü görmek gerekiyor.

Bu bağlamda, otoriterliğe ve barbarlığa dönüșün eril bir olgu olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Cinsiyetçiler, aşırı sağcılar, ırkçılar köktendinciler ve popülistler gibi farklı aktörler bu eril politika şemsiyesi altında bir araya geliyorlar.

Bu güvencesiz on yıllar, barbarlığın geri dönüșünde ekonomik değișkenlerin ne kadar önemli olduğunu da gösterdi.

Neo liberal politikalar son 20 yıldır emek ve iș ilişkilerini kökten değiştirip sendikaların önemini azalttı ve bununla birlikte istihdam ilişkileri giderek daha güvencesiz hale geldi.

Güvensiz ve güvencesiz yaşam koşulları kontrol kaybı duygusunu arttıra dursun, her türlü belirsizliği ve müphemiyetleri ortadan kaldırma iddiasında bulunan otoriter siyaset lehine toplumda artan bir arzuya yol açtı.

Ülkemizdeki otoriterliğin, kontrol kaybını erkekler lehine gidermeyi kendine bir siyasal amaç olarak koyduğu görülüyor.

Avrupalı sürümlerinden Polonya’daki Andrzej Duda yönetimi köktendinci katolik otoriterliğe bir örnek olușturuyor.

Duda, LGBTQ hareketini, “komünizmden daha yıkıcı ve çocukları cinselleştiren” bir ideoloji olarak kesin bir nefret dili ile reddetti.

Buna karşılık Macaristan’daki Viktor Orban yönetimi daha çok Hun milliyetçiliği saikleriyle LGBTQ hareketine karşı çıkıyor.

Bu örnekler, köktendinci katoliklik ile köktenci milliyetçiliğin eril kontrolün restorasyonu kavșağında birleştiklerini gösteriyor.

Mesela Büyük Anavatan İsrail mitinin Torah’ın esin kaynağı olduğu dinsel bir arka planı bulunuyor.

Bu tür dinci mitler toplumda korkuyu kıșkırtıp farklı inançları bir tehdit olarak konumlandırıyorlar.

Rus saldırganlığına karșı «dişil ulus, eril devlet» mottosu, Ukrayna’da cephe gerisine yığınak yapan Azov/Azak aşırı sağcı faşist yapılanmayı gizlemeye yaraya dursun, savaşların arkasında hep habis eril enerjilerin olduğunu anımsattı.

Ülkemizde de kadın, eril kahramanlık tarihinin rezerv askeri olarak görülegeldi.

Kadını savaș suçlarına ortak etmenin ya da dișil toplumsal rıza üretmenin mitleri [erkek gibi kadın söylemi, Asena, mücahit dava kadını vb.] bu amaç için özenle inşa edildi.

Göründüğü üzere eril hakimiyet iddiası kaynağını kâh gerici bir metafizikte kâh dinin radikal yorumlarında buluyor.

Çekirdek aileyi koruma masum mottosu altında hukukun üstünlüğü büyük ölçüde baltalanıyor. Çünkü eril kontrolün tekrar restore edilmesi tek bașına LGBTQ nefretiyle gerçekleșmiyor, bu, aykırı her türlü kimlik ve norm-dıșı  düşünceye karşı ayrımcılık ve kadın hakları kısıtlamaları ile at bașı ilerleyen bir sürece işaret ediyor.

Üstelik, ilk bakışta dinsel bir referans olarak görülen baș örtüsü de dahil olmak üzere, kadının her türlü kendini güçlendirme hareketi [self empowerment] ve LGBTQ, toplumu sekülerize eden etkilere yol açıyorlar.

İktidar iddiasının sözüm ona garantörü olarak erkekliğin önünde, feminizm gibi bir meydan okuma daha bulunuyor.

Houellebecq gibi yazarlar feminizmi erkekliğin ideolojik iğdişi olarak küçümseye dursun, sözde felsefi itirazları kurumsallaşmış mizojininin [kadın düşmanlığının] ulaștığı boyutları da ortaya koyuyor.

Ancak ataerkil davranış sadece erkeklerden kaynaklanmıyor.

Patriarkal kapitalizm, yemek yapmayı, çamaşır yıkamayı ve çocuklara bakmayı görece kolaylaştıran oyuncaklar üretirken, «özgürlüğün tadını çıkaran ev kadını» tipolojisi yaratmayı amaçladı.

Çünkü eril ve otoriter iktidar iddiası için öncelikle kadının ya mutfağa ya da çocuk odasına sürgün edilmesi gerekiyordu.

Bu arada, feodal geleneklerin kökleşmiş olduğu toplumlardaki kadınların, özgür ev kadını tipolojisini daha kolay satın aldıklarını belirtelim.

Kadın erkek eşitliği ve diğer cinsel kimlik yöneliminin, ilgili kültürel bağlama duyarlı olması gerektiğini söyleyen popülist otokratlar, aslında bir șeyi gizlemeye çalıșıyorlar: Eril iktidarın sürdürülmesi.

  1. yüzyılda faşizm, ilk bakışta çılgınca görünen ölümcül bir senteze ulaşmayı başarmıștı: Bu, «lider, yaydığı korku nedeniyle sevilir» öğretisiydi.

Reklamların, filmlerin ve popüler kültürün duygusal kalıpları nasıl yarattığının ve patriarkal kapitalizmin duygusal yaşamlarımızı nasıl değiştirdiğinin artık ayırdına varmak gerekiyor.

Çünkü barbarlığın arkasında bir hisler momentumu bulunuyor. Bu, momentum, korku, iğrenme, kin, nefret, üstenci din ve ırk sevgisi olmak üzere demokratik olmayan altı duygu kokteylinden olușuyor.

Mesela, köktenci din ve ırk [Paștun] sevgisine örnek teșkil eden Afganistan’da kadınlar, Taliban yönetiminde, görünmez olmak ve dünyadan saklanmak isteyecek kadar korkuyorlar.

Barbarlık, Afgan göklerini devasa kanatlarıyla gölgeleyen kara kuş Garuda kılığında Kabul’a geri döndü.

Almanya ve Polonya’nın Ukrayna’yı silahlandırma girişmlerinin ardından Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Üçüncü Dünya Savaşı’nı «gerçek bir tehlike» olarak gündeme getirdi.

Filozof Bertrand Russell tarafından 9 Temmuz 1955’te basına verilen ve bir çok aydının yanı sıra Albert Einstein tarafından da imzalanan ve bir nükleer tırmanış uyarısı yapan Russell-Einstein Manifestosu yetmiş yıl sonra bile güncelliğini koruyor.

Manifestoda, insanlığın mutlak ve onarılamaz bir felakete sürüklendiğine dikkat çekilirken, bunun insanlığın şimdiye kadar karşılaştığı en ciddi tırmanış olduğu vurgulanıyordu.

Kısık kazan ateșinde ısıtıldığı için tehlikenin farkında olmayan kurbağa misali, insanlık, barbarlığın açık kapalı türevleriyle dünya gündemine geri dönüșüne karșı, bugün, Russell-Einstein Manifestosu benzeri bir manifestoya ihtiyaç duyuyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl