Ana Sayfa Kritik BEYNİN HÂKİMİYET SERÜVENİ

BEYNİN HÂKİMİYET SERÜVENİ

BEYNİN HÂKİMİYET SERÜVENİ

Soğuk, ancak soğuğu zaman zaman okşayan ılık rüzgarlı bir kış akşamında önceki gün kaybettiği iddianın diyetini ödemek için Meriç bizi akşam yemeğine çıkarıyor. Metroda giderken kendimi yer yer İzmir metrosunun Hilal durağında hissetsem de Almanca anonslar beni kendime getiriyor, buğday yüzlü insanları izlemeye devam ediyorum. Bu esnada Meriç yanımda, eski bir arkadaşıyla telefonda konuşuyor. Neredeyse her istasyonda aydınlatma direklerinin önünde İlya Ehrenburg romanlarını andıran sis bulutları var. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra trenden iniyoruz. Turnikelerin ve akbil sesi kakofonisinin olmadığı istasyonun içinden geçerek Nollendorfplatz caddesine çıkıyoruz.

Hint mutfağında karar kıldık. Tavandan uzunca iplerle sarkıtılmış, yorgun sarı püskürten küre şeklindeki lambaları ile doğu motifli duvar süsleri, baharat kokusu ve hoş Hint ezgileri birleşince kendinizi Ganj Nehri’nin kenarında bir lokantada gibi hissediyorsunuz.

Yüzünde daima o özlediğimiz tebessüm bulunan, duman yüzlü garsonlar siparişimizi getirdi ve yemeye koyulduk. Gerçekten çok doyurucu, ye ye bitmiyor. Bu esnada muhabbet de boy vermiş ergen bir çocuk gibi serpiliyor. Konu konuyu, laf lafı açıyor ve Meriç’in meraklı gözleri kocaman büyüyerek yine bir soru atıyor ortaya: “Evrim sürecinde ne oldu da insan beynini kullanmaya başladı? Neden diğer akrabalarımız beyin yönünden kısıtlı kaldı da bizler alıp yürüdük?”

Bu soru o kadar geniş bir açıklamayı ve kompleks bir bütünlemeyi içeriyor ki o an anlatılamaz olduğuna karar kıldım. “Sana bunu daha sonra açıklayacağım” dedim. O günden sonra geçen süre içerisinde konuyla ilgili yetkin bilim insanlarını dinledim, okudum, konuştum ve kendime ev ödevi verdiğim bu konuyla ilgili hatırı sayılır bilgi sahibi oldum. Ben bir bilim insanı değilim, burada “bu böyledir” diye ahkam kesecek de değilim ancak bilim insanları ve toplum arasında aracılık görevi yapmak istiyorum. Hani yakın tarihte bir reklam vardı, “Getir götür İsmail” adındaki çocuk getir götür işleri yapıyordu. Ben de bir başka İsmail olarak bilgi getir götürü yapmaya gönüllüyüm. Başlayalım…

Bu sorunun yanıtını verebilmek ve en önemlisi de bu yanıttan tatmin olabilmek için evrimin nasıl işlediğini, birbirini zincirleme reaksiyonlarla tetikleyen kompleks sistemi bilmek ya da hatırlamak gerekiyor. Tek hücreli canlılarla başlayan yeryüzündeki canlılığın serüveni, suda yaşayan solucanvari canlılar ile devam etmiştir. Bu solucanların yüzeye yakın yerlerde bulunan ve bu yüzden güneş ışığına maruz kalan türlerinde ışığa duyarlı küçük benekler oluşuyor, zamanla bu beneklerin ışığa olan duyarlılığı artıyor ve o benekler ışığa duyarlı çukurlar haline geliyor. Ve işte ışığa yakın yüzen solucan türlerinin bilmeden tetiklemiş olduğu süreç; benekten çukura, çukurdan da mucizevi gibi gözüken ama aslında bir çok kusura sahip göz’ün oluşumuna sebebiyet vermiş oluyor. Göz oluşunca ne oluyor? Daha çok “bilgi”, “veri” sahibi oluyoruz çünkü görüyor ve keşfediyoruz. Bilgisayarla arası iyi olanlar bilir; indirdiğiniz film, veri vs. sayısı artınca sabit diskinizin kapasitesini de yükseltmek zorundasınız, çünkü o bilgileri saklayacağınız, değerlendireceğiniz daha iyi bir “beyin” gerekiyor.

Burada bir cümle ile geçildiği için basit gibi gözüken süreçler, yüz milyonlar ve hatta milyarlarca yılı kapsayan zaman dilimlerinde meydana gelmiştir. Yaklaşık üç milyar yıl içerisinde tek hücreli canlıdan balık haline geldiğimiz biliniyor. Yaklaşık 365 milyon yıl önce ise, derinlerde vahşi balıklar tarafından sığ sulara kovalanan bir balık, oksijen azlığı sebebiyle su yüzeyine burnunu çıkarıp oksijen almak durumunda kalıyor. Ve işte akciğerimize kocaman bir merhaba diyoruz! Çünkü bu sürecin sonunda akciğer yapısı oluşacaktır. Yine çevresel bir zorunluluk, seçilim baskısı sonucu oluşmak durumunda kalan bir organ ile karşı karşıyayız.

Milyonlarca sene sonra yine çeşitli seçilim baskılarıyla adım adım karaya çıkıyoruz. Sürüngeniz daha. Pek sevimli olduğumuz söylenemez. Tam denizdeki vahşi ortamdan kurtulduk, karaya alışıyoruz derken yağmurdan kaçıp doluya tutuluyoruz. Dev volkanik patlamalarla yeryüzündeki canlı nüfusunun yüzde 95’i yok oluyor. Fazla şişman olmayan ve yer altında yaşamaya fiziken elverişli olan türler (yani yüzde 5) toprağın altına girerek hayatta kalıyor. Milyonlarca yıl sonra hem dinozorları hem de bizi oluşturacak olan canlılık işte bu yüzde 5’lik kesimdir.

Yer üzerindeki namüsait yaşam koşulları sebebiyle uzunca süre yer altında yaşayan ve evrimine burada devam eden atalarımız memelilere evriliyor. Evrilmeyen türü de var tabi, siyah beyaz bakmamak gerek meseleye. Neyse, uzun yıllar geçiyor, gel zaman git zaman bir gün bizim atalardan bir aklı evvel kafayı çıkartıp bakıyor yer üzerine, o da ne? Gayet solunabilir oksijenin olduğu, müsait, cennet gibi bir yaşam var, hava düzelmiş. Hemen gidip haber ediyor ahaliye, ve bizimkiler yer altından yer üzerine çıkıyorlar. Tabi ki bu süreç te milyonlarca yıl alıyor.

Yüzeye çıkıldığında cennet gibi gözüken doğanın aslında pek öyle olmadığını anlamamız uzun sürmüyor. İşi bizden daha önce uyanarak yeryüzüne bizden çok önce çıkmış olan dinozorlar, geniş çevrenin ve saklanmak zorunda kalmamanın avantajı ile devasa boyutlara ulaşarak yeryüzünün tek hakimi olmuşlar! Elde valizlerle yeryüzüne merhaba diyen bizim atalar, tam bir “köyden indim şehire” senaryosuna konu oluyorlar. Düzenini kurup alanı zapt etmiş olan dinozorlar, bu yeni misafirlere hiç de misafirperver davranmıyor. Bugün nasıl ki dışarıdan gelip şehrin kurulu düzeni ve iş paylaşımını değiştirenlere karşı kimine göre haklı kimine göre haksız bir tepki gösteriliyorsa o zaman da bu geçerlidir. Neyse, bizim atalar dinozorlar karşısında haliyle çok ağır kayıplar vererek yeniden yer altına, ya da kuytu ve küçük yerlere yani kaçak göçek yaşama dönüyorlar. Yer altında, küçük yerlerde yaşamaktan, saklanmaktan fare kadar kalıyor boyları. Tam da “lanet olsun böyle yaşama” dedirtecek türden bir hayat. Kentin dışına atılmış, gecekondu kitleleri gibi zor şartlarda bir yaşam mücadelesi.

Ama bugünkü durumumuzu ve hükümdarlığımızı bu kaçak göçek yaşamaya borçluyuz dersek çok da abartmış sayılmayız. Bu kaçak göçek yaşam sayesinde, belalımız olan dinozorları bir çırpıda gezegenden silen (muhtemelen göktaşı) doğal felaket bize bir şey yapamadı, biz hayatta kaldık çünkü yer altında ve ücra yerlerdeyiz. Ve yine dinozorlardan kaçmakla, tehlikeyi ensemizde hissetmekle geçen milyonlarca yıl içerisinde, düşmandan korunmak için yeni bilgiler gerekiyor, göz yetmiyor çünkü aydınlık hakim değil ortama. Düşmanın geleceğini önceden bize haber verecek bir şey… O koca dinozorların, 143 numara ayaklarının çıkardığı çatır çutur seslerini, yaklaşma belirtilerini haber verecek bir mekanizma: Hoş geldin kulak… Çünkü sadece bu yönde evrilebilenler hayatta kalır. Evrilemeyen yüz binlerce türümüz yok olup gider ve gitmiştir de. Özellikle göz ve kulak sayesindedir ki ilkel beynimize anormal bir bilgi akışı girmeye başlıyor. Yepyeni şeyler öğreniyoruz. Yeni bilgi bombardımanına tutulan beyin büyümek zorunda. İşte bu süreçte neokorteks denilen beyin bölümü gelişiyor (analiz – tepki bölümü). Bu bölüm ileride hayal gücü ve iletişim kurmamıza sebebiyet verecek olan beyin bölümüdür. Yani şu an kurduğunuz tüm hayaller, dış çevre ile iletişiminiz, bir yazarın roman örgüsü kurabilmesi, bir müzisyenin notalardan şahane eserler meydana getirmesi vb. tüm bunların ilk sebebi neokortekstir, yani beyne fazla bilgi girişidir, yani kulağın oluşumu, yani gözün oluşumudur. Görüldüğü gibi birbirinden ayrı anlatılamayacak kompleks bir yapı ile karşı karşıyayız. Belalımız dinozorlar olmasaydı, yani bizler korku sebebiyle seçilim baskısı yaşamasaydık, hala yumurta bırakan ilkel sürüngenler olarak kalabilirdik.

Dinozorların hakimiyetine bir anda son veren doğa olayı (göktaşı çarpması) sonrasında yer altında yaşayan ve fare boyutlarındaki memeliler için bulunmaz bir fırsat ortaya çıkıyor. Artık yer yüzeyinde onlar için dinozor tehdidi kalmıyor, çıkabilirler ve birbirinden lezzetli yeni tatları keşfedebilir, yeni ve büyük yaşam sahalarına sahip olabilirler. Öyle de olmuştur. Aradan geçen yüzbinlerce yıl sonunda primatlara evriliyoruz. “Neden primat?” diye sormayın çünkü primat evrildiğimiz türlerin sadece biri. Daha yüzbinlerce türe evrildik, ancak vahşi hayatta hepsi yırtıcılara ya da doğa koşullarına yenik düştüler. Doğanın bu tehlikeli ortamında evrildiğimiz türlerin yüzde 99’u mağlup oldu yani yenildi. Yok olup gitti. Biz, yüzde 1’lik kesimin devamıyız. Elbette bu da yüzbinlerce yıllık bir süreç. Doğal seleksiyon, beyin gücümüzü geliştiren mutasyonlara katkıda bulunuyor. Neden beynimizin geliştiğini anlamak için mutasyonu da hiç olmazsa sözlük anlamıyla bilmek gerekiyor. Google’dan bakıverin.

Hayatta kalmak için bulunduğu ortama ve yaptığı tercihlere göre çeşitli organları gelişen atalarımız oldu. Ama hepsi vahşi ortamda yok olup gittiler, kazanamadılar. Biz, yani beyni kullanmayı deneyen tür galip geldi. Alet yaptı, yeni bilgiler keşfettikçe beyin büyüdü. Ateşi bulup eti pişirince artık avını çiğnemek için daha az çene kasına gereksinim duydu, 20’lik dişe ihtiyacı kalmadı. Çene kaslarının kıskaç gibi kavrayışından kurtulan beyin özgürleşti, çene kaslarına harcanan büyük bir enerji miktarı atıl kaldı ve bu atıl enerji de bilgilerle büyümeye zorlanan beyne aktarıldı, boyutu kısa sürede iki katına çıktı (ateşin bulunmasından önceki beyin boyutu 15 cm, sonrasında 30 cm).

Ateşi bulmanın bir diğer avantajı da aile yaşantısını başlatması oldu. Aile yaşantısı demek iletişim demektir. Karanlıktan ve soğuktan kurtulmak için yanan ateşin çevresine toplanan primatlar aile yaşantısının ilk adımını atıyorlar, iletişim güçleniyor, kim bilir belki ateşin başında can sıkıntısından “Akdeniz akşamları” şarkısını gitar ile çalma fikrinin tohumları da böyle bir primat akşamında atılmıştır…

Burada şu soruyu sormanın zamanıdır bence: “Zeka, evrimin getirdiği en üstün kazanım mıdır?”

Bu soruya Dr.Michio Kaku “hayır” diyor ve ekliyor: “Bu doğru olsaydı yeryüzünde başka zeki türlerin de olması gerekirdi.”

Evet, biz yeryüzünde bu bakımdan yalnızız. Dinozorlar 200 milyon yıl yaşadı ama zekaya ihtiyaç duymadılar. Pençeler ve dişler yetti. Biz yani modern insana evrilen tür 100 bin yıldır yeryüzünde, ancak dünya 4,5 milyar yaşında ve bırakın zekayı beyni bile olmayan tek hücreliler 3 milyar yıldan fazla bir süredir varlar. Bakteriler ona keza. Yani dünyanın ve diğer canlı formların yaşına vurduğumuzda “zeka” kavramının hayatta kalmak ve hükmetmek için tek koşul olduğunu söylememiz zorlaşır. Doğa, zekaya sahip olmayan türlerle olan ilişkisini milyonlarca yıl kusursuz sürdürmüştür.

Peki bizler zekaya nasıl sahip olduk?

Neden insanlar medeniyet kurdu, beyni evrimleşti de mesela şempanzeler bu seviyede kaldı? Bunu kavrayabilmek için her türe özgü olan evrimin ayrı ayrı analiz edilmesi gerekiyor. Şempanze ve insan yakın akraba evet ama bu iki türün başlarından geçen olaylar (çevresel değişim, felaketler vb.) o türün evrimsel gelişimini belirler. Şempanzeler oldukları gibi kalmadılar, bu hep ıskalanan bir bilgi. Şempanzeler de kendi aralarında ikiye ayrıldı. Aradaki farkı açıklayan şeylerden ilki insan türünün başına gelen olaylardır.

Bu değişimi açıklayan en az üç etken var. En az diyoruz çünkü bu o kadar birbirini tetikleyen bir süreç ki çok fazla bileşeni bulunuyor.

Yüz binlerce yıl önce ilk izlerine Afrika’da rastladığımız primatlar, bugünkü Afrika’nın tamamen zıttı bir coğrafyada yaşıyorlardı. Alabildiğine orman, dev ağaçlar, yeşil bir Afrika… Yapılan araştırmalar gösteriyor ki Afrika hızlı bir iklimsel değişim yani kuraklık sürecine giriyor. O zamana kadar ormanlarda, ağaç dallarında güvenli bir şekilde yaşayan atalarımız, coğrafyanın değişmesiyle (bu coğrafik göçe ya da değişime neyin sebep olduğu henüz bilinmiyor) kendilerini bugünkü Afrika’nın öncülü bir ortamda, bozkır ve savananın ortasında buldular. Yeni bir coğrafya, yeni koşullar… Unutmayın, güçlü olan değil ortama uyum sağlayabilen hayatta kalır…

O zamana kadar dört ayak üzerinde durması avantajlı olan primatlar, savanaya çıkınca, uzun çalılıkların arasında dört ayak üzerinde durarak hiçbir şey göremediler. Yön bulmak dahi zorlaştı, boyunuzu aşan uzun kurumuş çalılıklar… İşte tam burada, çevrenin bastırmasıyla atalarımızı oluşturacak olan türden tarihi bir hamle geliyor: İki ayak üzerinde durmak…

İki ayak üzerinde durabilme yetisi çevreyi görebilme, bilgi toplama imkanı verirken beyindeki denge unsurunu anormal derece geliştirmiştir. Denge unsuru denilen şey, beyni oldukça çalışmaya zorlayan bir konudur. Devamlı iki ayak üzerinde durabilmek devamlı beyinsel çalışmayı gerektiren bir denge unsurudur (her gün kas çalışan sporcunun vücudunun gelişmesi gibi). Zekamızı sağlayan cerebral korteks en hızlı gelişimini bu dönemde sağlamıştır.

İki ayak üzerinde durmak çok önemli bir organımızın iş yükünü sıfırladı ve ona yeni keşiflerin ortamını sağladı: Eller… Artık alet yapabilir, keşif yapabiliriz. Bu elbette hemen ardı ardına olan gelişmeler değil. Aradan binlerce yıl geçiyor. Ancak burada vurgulanmak istenen şey, bu değişim ve gelişimlerin beyin gelişimine yol açan faktörleri nasıl tetikleyip uygun zemin sağladığıdır. Zemin hazırlanır ve artık ona göre uygun davranışı bulmak o türün problemidir. Bulamazsa yok olur gider, tamamına yakını yok olup gitmiştir de zaten.

Ormanda ağaçlarda meyve ile beslenen primatlar savanaya mecburi göç ile birlikte savanada avcılığa başlayarak et yemeğe başlıyor. Dolayısıyla beyin gelişimi için elzem olan proteini almaya başlıyor.

İki ayak üzerinde durmak vücuttaki termal dengenin sağlanması için de çok önemli. Dört ayak üzerinde durulduğunda güneş ışığını direkt olarak vücudunuzun tamamına yakını alırken fazla terlemeye, enerji ve sıvı kaybına sebep oluyor. Oysa iki ayak üzerinde durmak özellikle uzun mesafeli yolculuklarda sıvı ve enerji korunumu açısından çok tasarrufludur.

Beynin gelişiminde bir başka önemli eşik de konuşma yetisinin kazanılmasıdır. Konuşma esas itibariyle fizyolojik bir konudur. Yani fizyolojik müsaitlik olmazsa konuşma gerçekleşemez. Dört ayak üzerinde duran ya da insan gibi dik durmayan primatlarda gırtlakta bulunan hyoid kemiği insana göre oldukça yukarıdadır. Yeni doğan bebeklerde de normal yetişkin insana göre bu kemik gırtlağın üst kısmında yer alır. Bebek büyüdükçe (yaklaşık 2 yılda) kemik aşağı iner. Larynx denilen ses kasları da hyoid kemiğiyle uyumlu bir şekilde insan dışındaki primatlarda gırtlağın yukarısındadır. Dolayısıyla bu fizyolojiye göre konuşabilmek olanaksızlaşıyor. İki ayak üzerinde durabilmek, evrimsel olarak hyoid kemiğini ve larynx denilen ses kaslarını gırtlağın aşağısına, bugünkü ideal yerine çekmiştir. Bu sayede konuşabilme yetisi için elverişli fizyolojik ortam sağlanmıştır. Bebekler doğduğunda yukarıda olan hyoid kemiği ve ses telleri, yaklaşık 1-2 yaşına geldiğinde konuşabilme için gerekli konuma gelir. Bu aşağı iniş ergenliğe kadar sürer. Ergenliğin sonlarına doğru ses telleri ideal yerini bulur ve yerleşir. Ergenken pek çoğumuzdaki ses değişimleri bu yüzdendir. Benim sesim kadın gibi çıkardı lisenin başlarında, utanırdım.

Konuşabilmek yetisi, türümüzün önünü daha da açmıştır. Sosyallik ,iletişim, bilgi aktarımı ve en önemlisi kültürün ve bilginin korunmasına yol açmıştır. Tüm bunlar beynin büyümesini hızlandırdıkça hızlandıran devasa gelişmelerdir.

Dil yeteneğinden kaynaklı veriyi (bilgiyi) beyin almazsa ne olur?

Genie adlı çocuk 1970’lerde Amerika’da 12 sene boyunca akıl hastası olan anne ve babası tarafından karanlık bir odada tutulmuş, komşusu olayı fark edince çocuk kurtarılıyor. Kurtarıldığında çocuk 13 yaşında. 1 yaşından beri tam 12 yıldır karanlık bir odada tutulan Genie, bulunduğunda 18 aylık bir çocuğun zeka düzeyine sahip. Ses çıkarmak dışında konuşamıyor, basit beyinsel çözümlemeleri dahi yapamıyor. Görüldüğü gibi konuşma olmadan beynin ideal seviyeye gelmesi mümkün olmuyor.

Beyin ve kaslar elektriğe tepki veren tek organımızdır. Karaciğere elektrik verirseniz bir tepki almazsınız, ancak beyin denilen yapıya elektrik verirseniz bir tepki alırsınız. Bunun da sebebi beynin elektrikle çalışan kanallardan oluşan bir organ olmasıdır. Bu kanallar iyonları hücre içine ve hücre dışına aktarırlar. Beyindeki iki sinir hücresi arasındaki elektriğin nasıl aktarıldığı konusunda ise güncel araştırmalar kuantum sıçramasını işaret ediyor. Yani kabaca izah etmek gerekirse, yeni tanıdığınız bir kişiden “elektrik alamamak” aslında bir koca karı lafı değil, kuantum düzeyinde bir elektron aktarımının başarı ya da başarısızlık seviyesidir. Çünkü ses, konuşma, başka birini görme gibi eylemler enerjidir ve bu enerji beyninizde elektronlar tarafından sinir hücreleri arasında yolculuğa çıkar. Bu kuantum yolculukta çeşitli hafızasal faktörlerin de etkisiyle o kişiyle olan uyumun derecesi belirlenir.

Limbik beyin, iç beyin denilen ve ilk oluşan beyindir. Bu ilkel beyin tüm hayvanlarda ve insanlarda bulunur. Haz ve hayatta kalma odaklıdır. Dış kabuk denilen cerebral korteks ise evrim sürecinde oluşmuştur ve kabaca “mantık” dediğimiz zekayı içeren, bizi farklı kılan bölümdür. Siyasetten, pazarlamaya, gündelik işlerden özel hayata kadar her kulvarda limbik sistemi kandırmak için hareket edilir. Limbik sistem hormonlarla çalışır. Yaş ilerledikçe cerebral korteks büyür ve duruma hakim olmaya başlar. Limbik beyne bir nevi hayvani beyin diyebiliriz. Tamamen hormonların etkisindedir. İlkeldir. Birine kızdığınız zaman hakaret olarak “Allah’ın limbik beyinlisi” demenizi öneririm. Hem karşınızdaki bunu anlamaz, kavga çıkmaz; hem de size karşı yapılan yanlış davranışın tam yanıtı verilmiş olur.

Yeri gelmişken belirtelim, beynimizin yüzde 10’unu kullanıyoruz lafı da şehir efsanesidir. Beynimiz her yemeği son anda yetiştiren yoğun bir lokanta mutfağı gibi çalışır. Tamamını kullanırız. İleride beynin ne denli evrimleşebileceğini bilemiyoruz. Çatalı ve kaşığı beyin gücümüzle bükebilir miyiz, bilmiyoruz.

Cerebral kortekste yüz binlerce sinir hücresi yani odacıklar bulunur. Labirent gibi düşünün. Bir problem çözerken bu sinir uçlarında elektronlar sayısız odaya girip çıkarlar, çözüm ararlar. İşte düşünme denilen olgu budur. Bu odacıkların sayısı ve açıklık durumu ne kadar çoksa çözüm bulma olasılığı da o denli artar. Ancak siz küçüklükten itibaren “şunu yapma günah, şöyle düşünme vs.” gibi kısıtlamalarla o çocuğun beynindeki pek çok odacığı kapatmışsanız o çocuktan gelecekte yaratıcı çözümler beklemeniz biyolojik olarak zorlaşır, mümkün olmaz.

Evrimsel süreçte beyin büyüdükçe evrimsel zorunluluk gereği kadınların leğen kemiği de aynı oranda büyüdü. Fakat bu yeterli olmadı. Doğumlar ciddi bir sıkıntı haline geldi. Evrimsel gelişiminde beyin daha da büyümüştü. Fakat anne karnında bu büyüme beklenecek olursa kafanın dışarı çıkması imkansızlaşıyordu. Evrim buna erken doğum ile çözüm buldu. Bugün doğan her bebek erken doğum bebeğidir. 9 aylık süre o kafanın dışarıya çıkabilmesi için maksimum süredir. Bebek dünyaya gelir ve beyinsel gelişimini dışarıda devam ettirir. Bu yüzden yeni doğan bir ceylan yavrusu bir iki dakika sonra yürümeye ve diğer işlerini yapmaya başlarken insan yavrusu en az 2-3 sene sonra bu fonksiyonlara kavuşur çünkü beyin ancak gelişir.

Elli kişilik bir maymun topluluğu düşünün. Dış tehditlere karşı nasıl davranacak? Sosyalleşebilmeli, diğer üyeleri tanımalıdır. Bu bilgiler eşliğinde çıkarımlar yapmak zaten beynin kimyasal işlevi haline geliyor. Tekrar ve tekrar söylemek gerekiyor. Bir canlı türü fizyolojik olarak müsait olsa dahi dış kaynaklı baskılar yoksa (doğal seçilim, cinsel seçilim, genetik sürüklenme vb.) değişime ve gelişime ihtiyaç duymadan yani değişmeden sonsuza kadar yaşayabilir. Evrim, bir zorunluluklar neticesidir.

Bizleri zeki canlı olmaya iten koşullardan ikisini yani iki ayak üzerinde durabilme ve konuşabilme yetisini yukarıda anlattık. Bir diğer neden ise baş parmağı kullanabilme yetisidir. Çevreyi değiştirebilmek, alet yapabilmek, keşfedebilmek için baş parmağa ihtiyacımız vardır. Baş parmak kavrayıcıdır, bir an baş parmağınızın olmadığını düşünün. Basit bir bardağı tutmanız bile imkansızlaşır. Mesela neden insanlar gibi zeki olmadıkları hep sorulan orangutanların baş parmakları ellerine ve diğer parmaklarına oranla yok denecek kadar küçüktür.

Gözleri yüzünün ön tarafında bulunan canlılar yırtıcıdır. Gözleri yüzünün yanlarında bulunan canlılar ise “av” denilen otçul beslenen canlılardır. Otçul beslenen canlıların ekstra bir şey yapmasına çok da gerek yoktur. Nispeten bir sürüye dahildirler, kafasını yoracak bir işlem gerekmez. Ancak yırtıcılar için bu pek böyle değildir. Mesela tilkiyi ele alalım. Tilki aç kalmamak, avlanabilmek, neslini devam ettirebilmek için pusu kurmak, ilkel de olsa plan yapabilmek, avının nasıl ve ne yönde kaçabileceğini öngörmek zorundadır. Kamuflajı, avını şaşırtmayı vs. öğrenmek durumundadır. Bunu öğrenemeyen tilki türleri yok olup gider, ve çoğu da gitmiştir. Buna karşılık tavşan ya da geyiğin tek yaptığı şey tehlike hissederse kaçmaktır. Bunun dışında zekasını zorlamasını gerektirecek bir durum yoktur.

Toparlayacak olursak – ki artık bir zahmet toparlayalım- , evrimin mekanizmaları vardır: Doğal seçilim, cinsel seçilim, genetik sürüklenme gibi… Bu kavramların her biri o popülasyon türünün ne yönde evrileceğini ya da var olup olamayacağını belirler. Cinsel seçilimi ele alalım. Dişi bir maymunsunuz diyelim, yakıp kavuran Afrika sıcağında akrabalarınız ve siz sıcaktan bunalmış aç bir halde terliyorsunuz. Topluluk içerisinde sizde gözü olan kaslı, iri yapılı, büyük elli yani topluluğun en güçlü bireyi olan bir primat var. Sizde gözü olan diğer primat ise nispeten içine kapanık, daha normal boyutlarda. Siz o sıcakta kavrulurken buna çözüm bulup sizin gözünüze girmek için çabalıyor ikisi de. Güçlü olan sizi yellemeye çalışıyor, üflüyor vs. ama nafile çözüm olmuyor. En sonunda Adanalı yurttaşımız gibi çıkarıp güneşe ateş bile ediyordur ama bu sıcağı önlemeye yetmiyor. Her ikisi de milyonlarca yıl içerisinde türlü çözümler aramışlardır. Ama diğer yaşıtlarıyla arası pek iyi olmayıp kendince uğraşları olan bizim içine kapanık birey, kalın çalılıklardan örerek yaptığı ilkel kabın içine kısa süre önce yağan yağmurda su biriktirmiş ve o suyu saklamaktadır. Bunu çıkartıp sıcaktan kavrulan dişiye sunuyor. Ve bu hareketi ile maçı altın golle kazanarak o dişinin gönlünü kazanmayı başarıyor. İşte akıl silahını kullanmayı tesadüfen ve şartlar gereği deneyen birey cinsel seçilim yoluyla türünü devam ettirme yarışında öne geçmiştir. Güç her zaman hayatta kalmak için yeterli değildir. Aynı şekilde zekanın da yeterli olamayacağı sahalar olacaktır. Burada şunu anlamamız gerekiyor ki canlı türünün değişip evrimleşmesi için seçilim baskısı şarttır. Bu baskılar neticesinde türlü canlılar türlü tepkiler, çözümler geliştirmiş fakat sadece ortama uygun tepkiyi geliştirebilenler hayatta kalabilmiştir. Beyin nihai olarak biyolojik ve kimyasal bir yapıdır. Bu yapının uygun koşullarda geliştiği takdirde şu ana kadar neler olabildiğine şahit olduk, bundan sonra ne yöne evrileceğini ise kestiremeyiz çünkü evrim tahmin edilemez bir süreçtir. Siz öngörürsünüz, şöyle şöyle olur önümüzdeki bin yıl içinde diye, ancak bir göktaşı gelir coğrafi yapıyı bir anda değiştirir ve hoop bambaşka popülasyonlar türer ve duruma hakim olabilir. Bu tahmin edilemez bir süreçtir. Yani beynimizi kullanıyoruz diye kendimizi pek de mükemmel saymayalım. Bird Box filmini izlemişsinizdir. Göz gibi bizim için çok gerekli ve fark yaratan bir organın, koşullar değiştiği zaman insan popülasyonu için nasıl bir dezavantaj olabileceğini çok güzel anlatıyor. Belki ileride beyin için de aynı senaryo gerçek olabilir, bilemeyiz.

Bilmemekten korkmayın, bir çok konuyu henüz bilmediğimiz gerçeğiyle yüzleşin. Bilmemek bizi çalışmaya ve gelişmeye iten en önemli faktördür.

Bilmemekten korkmayın ama bilimin yolundan ayrılmaktan korkun.

Gecenin sonunda karnım doymuş bir halde sisli Berlin sokaklarında yürürken aklımın oltasına takılan birkaç dizeyi içimden mırıldanarak yürüyorum. Unutmamak için kaydetmeliyim.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl