Ana Sayfa Litera Biber Reçeli Tadında Birkaç Söz

Biber Reçeli Tadında Birkaç Söz

Biber Reçeli Tadında Birkaç Söz

Masaya bir bardak şalgam suyu gelecek olsa, muhatabımız garson hemen soracaktır:

Efendim, acılı mı olsun acısız mı?”

Acısız seçenler demek ki acıdan zevk almamaktadırlar, belki tatlıyı daha çok sevmektedirler…

Güzel…Kendileri fazla dırdırdan kurtuldular, acılı seçenlerinse vay hâline!

Teşbihte hata olmaz… Acıdan ve tatlıdan zevk almak yemekten daha fazlasına, üzüntü, hüzün veya mutluluktan keyif almaya benzer.

Tabii yiyeceğini acı seçenlerle mazoşizm arasında bir bağlantı var mıdır orası bilinmez, bu başka yazının meselesidir.

Bizim kahramanlarımız ise yemek ve şalgam defterini çoktan kapatmıştır, sıra artık hoşsohbete gelmiştir.

Haynes King’in 1874 yılında tamamladığı Flört ve Kıskançlık adlı resminde sohbet eden bir çifti ve onları seyreden bir kadını görürüz. Adı üstünde, oturan hanımefendi ile beyefendi birbirlerine karşı pek ilgili gözükmekte, anlaşılan flört etmektedirler. Sandalyenin köşesinde eğrelti asılmış ceket ve yerde oraya hiç düşünülmeden fırlatılmışçasına duran örgü malzemeleri çiftimizin telaş ve heyecan içerisinde oldukları, etrafı ise hiç mi hiç umursamadıkları havası yaratmaktadır. Sanki şehvetli bir sohbetin ortasındadırlar…

Mütevazi görünen mavi elbiseli kadın ise pencerenin önünde ayakta dikilmiş, şehvetli çiftimizi kıskanç bakışlarla seyretmektedir. Sanki diğer kadının yerinde olduğunu hayal etmektedir. Belki de gözleri önünde arzuladığı erkeğin kalbi başkasıyla çarpmakta, kendi yüreği ise bunun acısıyla sızlamaktadır.

İlginçtir ki ressamımız tam da bu anı ebedi kılmaya değer görmüştür. Mütevazi kızımız ne bakışlarını başka yöne çevirmektedir ne de oradan uzaklaşmaktadır. Sanki bakışları kontrolü dışındadır, vücudu buna bağımlıdır. Zihni bedenine bakışlarını başka yöne çevirmesi ve başka bir yere gitmesi konusunda komutlar verse bedeni bunu muhakkak uygulayacaktır lakin zihni bu komutları vermemektedir. Sanki kasıtlı olarak kendini üzmekte, kendine acı çektirmekte, işkence etmektedir. Bu acıyı hissetmeye devam etmek, bu acı dolu sahneyi izlemek onun kendi tercihidir sanki…

Beyaz elbiseli kadın, aşkı bulmanın mutluluğunu ve gururunu yaşarken; mavi elbiseli kadın ise üzüntü ve kıskançlıkta boğulmakta, kadının ruhu acı çekmektedir.

Nitekim “Kıskançlık başkalarının talihine duyulan acıdır.” der Aristoteles.

Elbette mutluğa sığınmak kulağa normal gelir ama acı dolu duygulara sarılmak, takılıp kalmak garipsenmeyecek şey değildir heyhat!

Bunu yapan sadece mavi elbiseli kadın değildir elbette. Bir de meşhur çizgi karakter Charlie Brown vardır ki kendisinin bu kıskanç kadından aşağı kalır yanı pek yoktur.

Elli yıllık bir döneme iz bırakan çizgi roman “Peanuts”ın sevimli ve mahzun çizgi karakteridir Charlie Brown. Kendisi ömrü boyunca pek çok girişimde bulunmuş ve neredeyse hepsinde başarısız olmuştur. Bu nedenle kendisi birçok kaygısı olan, utangaç, uysal, kibar, masum, iyi kalpli, bazen kötümser bazense iyimser ve çoğu zaman da depresif bir karakterdir.

Öyle ki Charlie ile dostu Patty arasında geçen bir konuşmada bu durum kendini gösterir.

Bir bahçede geçen konuşmada Charlie Patty’ye sırtı dönük, kafası önüne eğik biçimde “Bu benim depresif duruşum.” der. Kafasını kaldırıp Patty’ye döner ve devam eder, “Depresyonda olduğunda duruşun epey değişiyor.” Yavaşça kafasını yeniden önüne çevirerek “Yapabileceğin en kötü şey dik durup başını kaldırmaktır çünkü o zaman iyi hissetmeye başlıyorsun…” der. Son karede ise kafası tekrar eskisi gibi öne eğiktir. Yeniden yere bakarak ekler: “Ama depresyondan keyif alacaksan böyle durman gerekiyor…”

Charlie sanki isteyerek melankolik bir ruh hâline bürünmüş gibidir. Bundan çıkmanın yolunu bulmuş, kafasını kaldırınca daha “iyi” olduğunu fark etmiştir ama bunu tercih etmemektedir. O depresyonda kalıp bundan keyif almanın peşindedir.

Bazen kötü hissetmek de iyi hissettiriyor olmalı, yoksa bir çizgi karakter kafasını neden kasıtlı olarak eğik tutsun?

Esasında üzüntüden, kıskançlıktan, hüzünden yahut acıdan zevk almak biraz deliliktir ama fena fikir de değildir hani…

Nitekim tüm çekilmez ve kötü duygular bir şekilde keyif verici olurlarsa iyi ve çekilir duygulara dönüşmezler mi?

Sanılmasın ki Charlie Brown türünün tek örneğidir ve sadece bir çizgi romandan ibarettir…

Bu kare yayımlanmadan yıllar önce Peanuts’ın yazar-çizeri Charles S. Schulz şu sözleri sarf etmiştir:

Acı çeken biri olmalıydı çünkü o ortalama bir insanın karikatürü. Çoğumuz kaybetmeyi kazanmaktan daha iyi biliriz.”

Demesi o ki acı ve hüzün neredeyse herkesin hayatında vardır. Charlie Brown’un bundan hoşnut hâlleri ise belki de bizlere o kadar yabancı değildir…

Charlie Brown ne ki, üzüntüden, hüzünden ve acıdan keyif alan, ele avuca sığmaz koca bir ordu bile çıkar karşımıza!

Alman metal grubu Rammstein, Armee der Tristen (Üzgünlerin Ordusu) şarkısında üzüntü, melankoli ve daha nice kötü duygudan muzdarip insanlara seslenmektedir, onlardan bir ordu kurmanın peşinedir.

Grubun şair-vokalisti Till Lindemann şarkı boyunca dinleyiciye seslenmekte; bu “kötü”, depresif ruh hâlini birlikte yaşamak için dinleyenlere adeta bir davetiye göndermektedir:

Sen de benim gibi üzgün müsün?

Gel ve sıraya gir,

Depresif, üzgün, hırpalanmış, morali bozuk ve melankolik, kötümser, şeytani…

El ele, arkaya bakmadan,

Mutluluğun tersine uygun adım yürüyelim,

Benimle gel, adım adım…

Orduya katılanlar için üzüntü, kötü ruh hâli ve acı, bir histen ve sonuçtan daha çok gönüllülükle üstüne doğru ilerlenen bir hedeftir artık.

Hüzne, üzüntüye ve acıya duyulan bu istek ise Alman şair Novalis’in Geceye Övgüler’inde (Hymnen an die Nacht) adeta pik yapmıştır.

Novalis’in bu eseri kaleme alışının kişisel nedeni olarak nişanlısı Sophie von Kühn’ün genç yaştaki ölümüne duyduğu büyük acı olduğu söylenir. Novalis asıl insan zamanını, “gündüz”ü bir kenara bırakmış, “gece”ye yönelmiştir. Yaşadığı derin acı ve duyduğu büyük üzüntü belki de “ışık”, “umut”, “mutluluk”, “hareket” ve “doğum” gibi olumlu ve parlak kavramları sembolize eden “gündüz”ün tam aksini anımsatmaktadır ona. Novalis bu eserinde geceden ve bunun sembolize ettiği hüzün ve ölümden övgüyle bahsetmekte, bize geceyi betimlemektedir. “Gündüz” günlük yaşamın dünyasıdır, “gece” ise tüm bu acı dolu duyguların…

Bu onun için kaçınılmaz değildir nitekim kötü zamanı atlatmanın yahut hiç olmazsa geçiştirmenin yolunu çoktan keşfetmiştir:

Ey kutsal uyku- dünya hâlinin bu koşuşturması içinde cimri davranma geceye adanmışları mutlu etmekte.”

Aslında bunun arkasında yine “gece”ye duyduğu haz yatmaktadır. Gündüzün gerçeklerinin var ettiği sıradan dünyaya nazaran rüyaların dünyasında, bu bilinç dışı dünyada kendini daha fazla anlayabilmektedir. Belki de acısı için daha fazla malzeme demektir bu.

İster uykuda olsun ister uyanık, Novalis için hüzün, acı ve gece övülesi ve zevkli şeylerdir.

Nitekim zevkin en üst mertebesinden 5. metnin sonunda çarpıcı bir şekilde bahsetmektedir. İş Bankası Kültür Yayınlarının Ahmet Cemal çevirisiyle Almanca aslını da içerecek biçimde yayımladığı kitabın, 14. sayfasında Novalis’in şu satırları yer almaktadır:

Nur eine Nacht der Wonne-

Hazzın yalnızca tek bir gecesi-

Ein ewiges Gedicht-

Sonsuz bir şiir-

Und unser aller Sonne

Ve hepimizin güneşidir

Ist Gottes Angesicht

Tanrının çehresi.

Ölüm ne çelişkili bir kelimedir! Ardında acı bırakır, başaran için ise kurtuluşların en büyüğüdür…

Bu şiiriyle arda kalanlar için acıların belki de en büyüğüne, ölmeyi başaran içinse tüm acıların bitişine bir güzelleme yapmaktadır Novalis. Ölüme uzanan acıyla dolu yoldan övgüyle bahsetmekte, ölümü ise belki de büyük ödül – mutlu son olarak görmektedir. Yine de kısa yoldan ölüm söz konusu değildir; neticede öncesinde zevkli geceler ve acılı bir yol vardır…

Acının yahut “son”un en üst mertebesi olan ölümü düşünmenin bile bir zevki, övülesi bir yanı vardır. Ölüm, büyük acılar için bir kurtuluş, düşüncesi ise bir yaşam kaynağı olabilmektedir.

Rumen filozof Emile Cioran ölüm düşüncesinin bu övülesi tarafını bir röportajında şöyle açıklamaktadır:

İntihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum. Yaşamaya devam etmemi sağlayan şey her zaman önümde böyle bir seçeneğin olduğunu bilmekti. Kendi kendime dedim ki: İntihar fikriyle her şeye katlanabilirim. Çünkü her şey bana bağlı. Demeliyim ki düşünülenin aksine intihar fikri olumlu bir fikirdir. İnsana istek verir. … Hayatımdaki tüm zorlu anları bu çıkar yol fikriyle atlatabildim. Sahiden de intihar fikrine sığınarak yaşamak şartıyla her şeye katlanabileceğimize inanıyorum.”

-İşler yolunda gitmiyorsa insan kendini öldürebilir ve bunu sonlandırabilir… Durun bir dakika, madem ölmek bu kadar kolay öyleyse şunu da bir denemeli, denedikten sonra yine ölünebilir…-

Ölmek ceptedir ve kolaydır, B planı çoktan hazırdır. İşte insan buna güvenerek her şeyi tekrar ve tekrar deneyebilir.

Sürekli mutluluğu sağlayacak şey insanoğlu için olanaksızdır.” der Bertrand Russell.

İşte bu sebeple, ölüme güvenebilmek ve acıdan zevk alabilmek ne kutsal bir beceridir! Her şeyi daha katlanılır kılar sanki…

Kemal Sunal’ın Üç Kağıtçı isimli filmindeki ana karakterimiz Rıfkı, çeşitli dalaverelerle birçok bahsi kazanarak para elde etmiş ve ayrıca belediye başkanı olmuştur. Ağanın mandırasını bile ele geçirdiği kârlı günün akşamında rüyasında bir melek görür. Melek ona cuma günü saat dörde on kala öleceğini, Allah’ın sevdiği kullarını eziyet çekmesinler diye erken çağırdığını, eziyet çeksin istediklerini ise dünyada uzun süre bıraktığını söyler. Rıfkı ise pek uyanıktır, meleğe “Ben eziyet çekmeye bayılırım!” der, dünyada zevküsefha ile biraz daha kalmak için.

Demesi o ki eziyet ve acı, yeri geldiğinde insanın zevkü sefha için değil kendine, meleğe bile söylediği bir yalandır, kandırmacadır.

Fakat kandırmaca bile olsa, yeri gelir eziyetle zevk birbirinden ayrılmaz olurlar.

O vakit acı biber reçeli gibi garip bir tat ağzımıza yerleşir. Bundan tat almayı beceremeyenlere ise pek yazıktır. Maazallah, sonra kendilerini Novalis’in tanrılarına dua ederken bulurlar…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl