Evren kavramı anlaşılması zor ve bizi hayal kurmaya teşvik eden bir kavram ola geldi. Bunun nedeni, evren fikrinin kendisini, nesne fikrinin bir antitezi olarak konumlandırmasından kaynaklanıyordu. Bu konumlanma bir çeşit “nesneleştirmenin gevşemesine, yumuşamasına” karşılık gelen bir şeydi.

Ancak, öyle ki, nesnellik tavrımız ne kadar yumuşarsa, dünya o kadar büyüyordu. Bu aslında metafiziğe doğru taşan bir büyümeydi.

Nesneler dünyası ile hayallerimiz arasındaki bu epistemolojik gevşeme ya da yumuşama, evren fikrinin işlevini sorgulamaya yol açıyor. Bu gevşemeye rağmen, evren fikri, fizikçilerde, deneyin tüm verilerini kolayca tamamlayabilen bir aşkınlık elde etmeye yönelik bir işlev görüyor.

Gerçi evren hakkında şu ana kadar bildiklerimiz, bir çeşit “öğrenilmiş kozmolojik cehalet” seviyesindedir.

Hâlâ birçok bilim adamı, deneysel bilimin, özü gereği, dünyanın [yani burada evrenin] sonunu öngörmekten ve aynı zamanda onun sürekli devinimini doğrulamaktan aciz olduğu kanısındalar.

Emmanuel Kant, evren kavramının bir bütün olarak ele alındığında hiçbir anlamı olmadığını savunduğu Saf Aklın Eleştirisi’nde kozmolojik düşünceye karşı bu güvensizliğe metafizik bir temel kazandırdı.

Bunun nedeni, bir yandan evrenin, zamanda bir başlangıcının olduğu ancak uzayda sınırlı olduğu, diğer yandan ne zamanda bir başlangıcının ne de uzayda bir sınırının olmadığının ispat edilebilir olmasıydı.

Yukardaki önermeye göre, evren kavramı çelişkili olup, nesnel olarak bir deneyim nesnesi olamayacağı apaçık ortaya çıkıyor.

Bu da, Kant’a göre, gökyüzünü dolduran nesneler hakkında düşünmemize izin veren düzenleyici bir ilke olmalıydı.

Bu, en azından pseudo-bilimsel bir sav değildi. Bunu görünmez bir dünyanın yerçekimi kaybının tetiklediği bir tür yan yanallık (lateralite) teorisi gibi düşünün.

Karl Popper tarafından geliştirilen, bir disiplinin çürütülebilirse bilimsel olduğu fikri, evrenbilime uyarlandığında, kozmoloji, pseudo-bilimsel bir alan olmaktan çıkıyordu.

Paralel evrenler hipotezi, görelilik teorisi ile kuantum fiziği arasındaki olağandışı bir kombinasyonun sonucu olarak ortaya çıktı.

İlk bakışta sadece kuantum fiziğinin alanını ilgilendiren bir konu gibi görünen Paralel Evrenler teorisi, içerimleri ve geniş açıları sayesinde, diğer tüm bilgi alanlarına taşan bir özelliğe sahip bulunuyor.

Batı kültürünü etkileyen krizi ve rahatsızlığı analiz eden fenomenoloji ve psikanalizin iki önemli kanonu Husserl ve Freud, benzer şekilde gelecekle ilgili derin bir endişeye tanıklık etmişlerdi.

Onların düşünsel paralel evrenlerinde, şeylerin özü ile arketiplerimiz muhtemelen mutlu bir şekilde bir arada barınmaktaydılar.

Evreni, zarların atıldığı ve rulet çarkının bir kez döndüğü büyük bir kumarhane olarak tahayyül edersek, aynı anda var olan birkaç evrende aynı mekânda ve aynı zamanda atılan bu zarların aynı sayı kombinasyonlarını tutturması gerekmiyor.

Paralel evrenler hipotezine göre varlığımız sonsuz gelişme olanaklarına sahip bulunuyor. Bir hikâyedeki ana karakter doğru yolu seçerse muhtemelen birtakım deneyimlerle karşılaşacaktır. Ama sapaktan sola dönerse yaşayacakları muhtemelen çok farklı olabilecektir. Burada söz konusu olan şey, her seçeneğin ve seçimin yeni bir evren yarattığı, her birimizin aynı anda sonsuz sayıda hayat yaşadığı varsayılan karmaşık bir denklemdir.

Örneğin, bu hayatların birinde büyük burjuva, diğerinde dilenciler, birinde ölü, diğerinde hâl hayatta olabiliriz.

Paralel evrenlerde yaşam ve ölüm, bugün ele aldığımızdan tamamen farklı bir mantığa sahip bulunuyorlar.

Paralel evrenler hipotezine göre, ölüm yoktur. Özne bir evrende ölüyken, diğer birçok evrende pekâlâ yaşamaya devam ediyor olabilir. Evrenlerin sayısı sonsuz olduğu için orada yaşam da sonsuzdur. Sanırım bu, bu teorinin en sarsıcı sonucu olarak dikkat çekiyor.

Sadece beş duyumuz var ve diğer olası gerçeklikleri kavrayabilmek için bundan daha fazlası gerekiyor.

Üstelik duyularımız sadece üç boyutu kavramamıza izin veriyor. Oysa paralel evrenlerde, boyutlar çok daha karmaşık ve fazladırlar.

Ayrıca, başka evrenlerde başka fiziksel yasaların da olabileceği varsayılıyor. Örneğin yerçekimi veya elektromanyetizma orada başka bir mantığı takip edebilir.

Kısacası, “Buradan Ötesini” yakalamamıza izin verecek biyolojik donanıma sahip bulunmuyoruz.

Bir an için kendinizi bir sinema salonunda düşünün. İzleyici üç boyutlu bir dünyadadır, ancak perdeye yansıtılan şey iki boyutlu bir gerçeklik olarak görülüyor. Gözlemci filmin içine girebilseydi, kendini üç boyutlu bir gerçeklikte bulacaktı, ancak diğer izleyiciler onu iki boyutlu olarak görmeye devam edeceklerdi.

Sinema salonu olduğu kabul edilen bir evrende olan şey, devasa, yüzen bir izdüşüm kümesine tekabül ediyor. Bunu aynı anda gösterilen, ancak birbirinden bağımsız birkaç film gibi düşünün. Bu örnek bizi “Çoklu evren” veya bir dizi paralel evren hipotezine götürüyor.

O kadrajdan fırlayan görüntüleri, sınırlı duyular ve boyutlar algımıza vurdurup, bilim kurguya gerçeklikten daha yakın duran, varsayımların ve yanılsamanın fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz.

Paralel evrenler, kalıcı olarak bir arada yaşasalar bile hiçbir zaman buluşamayacaklar. Rastlantısal bir buluşma sırasında evrenlerin ikisi arasındaki olası bir çarpışmanın “Big Bang” benzeri bir patlamaya neden olacağı tahmin ediliyor. Başka bir deyişle, sırayla yeni evrenler doğuran şiddeti ölçülemez büyük bir patlama olacaktır.

Heuristic özneyi bilimsel olandan önce kapan metafizik genişleme insanın kozmosunu varsayımlar ve yanılsamalar galaksisine dönüştürerek bu dünyada akamete uğramış mutsuz hikâyeyebir alibi sunmaya çalışıyor.

Prototiplerimiz bu dünyada nihilist bir bataklığa saplanadursun paralel dünyalar savı bize bugün yaşadığımız kötücül duruma rüya gibi bir alternatif sunmaya çalışıyor.

Bu, bir çeşit karşı-olgusal süreçlere odaklanarak, Uchronia’ya (Zamanda karşılığı olmayan hayali çağ) daha fazla başvurmak anlamına geliyor.

Paralel evrenlerin sonsuzda kesiştiklerini düşünüyorum.Ancak bir matrixin içinde olup olmadığımızdan, her seçimimizin ayrı bir evrende, ayrı bir gerçekliğe dönüşüp dönüşmediğinden emin değilim.

Hayatınızı, bir trenin raylar üstünde yol aldığı bir yolculuk olarak düşünün. Evren de birçok rayın kesiştiği dev bir değişim alanı olsun. Bu trenin uğradığı her istasyonu farklı bir olay durumu olarak düşünün. Bu durumda üzerinde yol aldığınız rayın hemen yanındaki rayda bambaşka bir olaylar durumu cereyan etmektedir.

Bu trenin devamlı yol ayrımlarıyla karşılaştığını ve her iki yoldan birini seçtiğini varsayarsak, yolları çatallanan hikayeler uğrağında, muhtemelen, Yesenin, Mayakovski, Nilgün Marmara, Kleist, Hemingway, Sadık Hidayet, Jack London, Gilles Deleuze, Attila Jozsef, Tadeusz Browski, S. Zweig, Yukio Mişima bu dünyadan vazgeçmediler. Ya da orada Napolyon Rusya savaşını kaybetmedi ve çocuk Hitler tüberkülozdan öldü.

İlerlediğiniz yolun yeni seçeneklerle farklı yollara ayrılıp, bazen diğer yollarla kesiştiği, bazen tamamen farklılaştığı, tercihler-olasılıklar üzerinden yeni hikayeleri mümkün kıldığı gerçeğini hayat gözümüze sokuyor. Çünkü, hayat, sonuçta tercihler ve kırılmalarla şekillenen bir patikadır.

Bu paralel dünyalarda, kendimizin sonsuz varyantlarının yanı sıra arketipimiz, çok sayıda başka yazar ve başka eser de yaşıyor.

Stephen King, 11/22/63 adlı romanında bu sorunsala parmak bastı.

Kahramanımız Jake Epping, bar sahibi arkadaşından, işyerinin yakınında bir zaman portalı olduğunu öğrenir. Kennedy suikastını önlemek için bu portaldan geçip, kader gününü beklemek üzere 1958 geçmişine yerleşir. Eğer Kennedy suikastını önlerse ABD Vietnam Savaşı’na muhtemelen girmeyecektir. Velhasıl Oswald’ı ateş etmekten alıkoymayı başarır, ancak geleceğe döndüğünde sonuçların hiç de beklediği gibi olmadığını keşfedecektir.

Amerika Birleşik Devletleri, barışçıl bir toplum olmaktan çok uzak, devletin artık hiçbir şeyi kontrol etmediği ve suç çetelerinin terörünün hüküm sürdüğü, balta girmemiş bir ormanı andırmaktadır.

King’in masalı, mesela Marx’sız ya da Freud’suz bir dünyanın ne kadar eksik olacağına dair kesinlikler konusunda büyük bir bilgelik içermesi ve akla gelebilecek tüm kombinasyonları hesaplaması açısından zengin bir anlatı olarak ön plana çıkıyor.

Mesela belirli evrenlerde sosyalizmin başat figürü anarşist Proudhon muhtemelen Marx’ın rakibi oldu.

Örneğin psikanalizin zaferi, Pierre Janet tarafından desteklenen diğer rakip vizyonların (çoklu kişilik teorisi gibi) kaybolmasına neden oldu.

Mesela eğer birbirlerini tanımasalardı Beauvoir ve Sartre’ın eserleri acaba nasıl olurdu?

Deirdre Bair, Simone de Beauvoir biyografisinde, Beauvoir’ın Sartre’ın onunla tanışmak istediğini öğrendiğinde, kız kardeşi Helene’i kendisinin yerine toplantıya gönderdiğini anlatıyor. İki genç birbirine âşık olsalardı neler olacağını hayal etmek bana cezbedici geliyor.

Sartre eğer Simone de Beauvoir ile tanışmasaydı, üzerinde o kadar çok etkisi olan, Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet adlı eseri muhtemelen asla yayınlanmayacaktı. Ve felsefeden uzaklaşan Simone, kuşkusuz kendini daha çok romana adayacaktı.

Helene’in hayat yoldaşı olan Sartre, edebiyat yerine muhtemelen resmi çok daha fazla dikkate alacaktı.

Proust, yeni bir edebi kanon yaratarak okuma biçimimizi değiştirdi. Böylece, bir zamanlar saygı duyulan birçok yazarın unutulmasına neden oldu.

Proust’un başarısı, kanımca, bilim filozofu Thomas Kuhn’dan sonra dünyaya yöneltilen bir dizi soru ile (zaman sorunsalına odaklanma, Ben’e özel ilgi, olay örgüsünü bir kenara bırakan çok katmanlı anlatım) yeni bir paradigma yaratmasında yatıyordu

Ancak bu Proust’çu paradigma, Flaubert gibi bazı yazarları öne çıkarmaya ve aynı kriterleri karşılamayan diğerlerini gölgede bırakmaya yol açtı.

Proust’un, kendisinden öncekiler de dahil olmak üzere, diğer yazarları nasıl okunamaz hale getirdiğini görmek gerekiyor, çünkü egemen paradigmadan kendini sıyırıp çıkarmaktan daha zor bir şey bulunmuyor.

Proust, buna rağmen, benlik-reflekslerinin ve kendi içine seyahatin damgasını vurduğu bir çağda hak ettiği değere, bence, henüz ulaşmadı.

Borges bir makalesinde, Kafka gibi büyük bir yazarın hem ardıllarını hem öncüllerini yarattığını iddia ediyordu.

Yani, Kafka’dan önce yaşayan önceki yüzyılların belirli sayıda yazarının Kafkaesk hiçbir izleğe sahip olmadığını, ancak Kafka’nın, onların eserlerini kendi eserleriyle ile rezonansa sokarak dönüştürdüğünü savlıyordu.

Bence de, başyapıtların yazarları sadece onları takip eden yazarlar üzerinde değil, aynı zamanda onlardan önce gelenler üzerinde de bir etkiye sahiptirler.

Baskın paradigmanın macera öyküleri olduğu bir paralel dünyada, muhtemelen Alexandre Dumas veya Jules Verne gibi yazarlar ön planda olacaktı. Egemen paradigmanın tarihsel ve politik konular olduğu yerlerde ise, Proust’tan ziyade Anatole France revaçta olurdu.

Sadece her büyük eserin ne getirdiğini görmek değil, aynı zamanda diğer rakip vizyonları ne derecede gölgeleyip entelektüel sahneden nasıl sildiğini de görmek büyük önem arz ediyor.

Fenomenologların sözünü ettiği bu Epoche’yi (Çağ) kanımca açık bir parantez içine almak gerekiyor.

Bu parantez, örneğin oyun yazarı Ben Jonson’ın birkaç yüzyıl boyunca neden Shakespeare’den daha önemli kabul edildiğini anlamamızı sağlıyor.

Bu açık parantez sayesinde, belli bir Epoche’de bir eserin başarısının, özellikle Beatles örneğinde olduğu gibi, bazen hiçbir şeye, ya da tesadüfi bir ayrıntıya bağlı olduğunun ayırdına varıyoruz.

Beatles’ın muzaffer kariyerini, bir tür geriye dönük yanılsamanın etrafa saçtığı olasılıkların bir paralel evrene hapsi olarak değerlendiriyorum.

Beatles davası, duygusal yönü kanıtlanmış saf kimyasal bir davaydı, çünkü Raymond Jones adlı biri 28 Ekim 1961’de Liverpool’da bir plak dükkânına girmeyip ve plak dükkânının sahibi olan Brian Epstein’a (Brian Epstein daha sonra grubun yapımcısı olacaktı) bu gruba ilgi göstermesini tavsiye etmeseydi, Beatles asla kamusal bir şöhret yakalamayacaktı.

Bu varsayım, John Lennon ve Paul McCartney’nin şarkılarının gücünü küçümsediğim anlamına gelmiyor. Ancak iyi şarkı sözleri yazan o çağın sayısız grubu, radyoya çıkıp, bir neslin müziği olmak için kendilerini empoze etme olanağı bulamadıklarından, bir süre sonra çözülüp başka bir şey yapmak zorunda kaldılar.

Beatles’ınkiyle karşılaştırdığım Kinks grubu örneği bu açıdan önem taşıyor. Kinks’in en az Beatles kadar iyi olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Waterloo Sunset’i, Sunny Afternoon’u, You Really Got Me’yi ve Lola’yı dinleyin, eminim bana hak vereceksiniz.

Ancak grup, kötü şansın ve kendilerine zarar veren yıkıcı davranışlarının kurbanı oldu. Ve hepsinden önemlisi, Brian Epstein gibi biriyle yolları kesişmedi.

Kısacası, diğer müzik gruplarının İngiliz sahnesine hâkim olduğu paralel dünyalar mevcuttu.

Kısacası, kendimizi tek bir evrenle sınırlamamak, diğerleriyle ilgilenme merakına sahip olmak, estetik değerlendirmede bizi biraz temkinli olmaya teşvik ediyor.

Özetle evrenimiz onu aşan bir yapıda yer alıyor. Ve özelliklerini belirlemeye çalıştığımız her seferde ellerimizin arasından kayıp giden bir nesne gibi davranıyor. Böylece, gerçekten var olup olmadığını sorgulamamıza yol açıyor.

Belki, içlerinde, bireysel ve kolektif varoluşlarımızın dallanmalarına görünüşte tutunmamış olayların meydana geldiği, sonsuz sayıda paralel dünya bulunuyor.

Shakespeare’in Elizabeth dönemi tiyatrosunun en önemli oyun yazarı olmadığı ve heykeltıraş Camille Claudel’in ustası ve sevgilisi Auguste Rodin’den daha ünlü bir sanatçı olduğu, Werther’in aşkından intihar etmediği, Virginia Woolf’un kendini sularına bıraktığı karanlık nehirlerin bulunmadığı, Sylvia Plath’ın kendine kıydığı olağanüstü soğuk yalnızlıkların ve kışların hiç yaşanmadığı, Kafka’nın babasının son derece müşfik olduğu, Bolivya ormanlarında işbirlikçi generallerin yaşamadığı, Nazi subaylarının yüzüne nefretle bakan küçük çocukların yaşadığı toplama kamplarının hiç olmadığı olası dünyalar mümkün olsun istiyorum.

Paralel evrenler kuramı pekâlâ kötü niyetli tanrıların bir masalı da olabilir.

Mesela, hiç doğmadığım evrenler var, ya da hiç doğmak istemeyeceğim.

Mesela, odamın döşemesinde uzanmış, kan kaybından ölmek üzere olduğum evrenler tahayyül ediyorum; yalnızlıktan ve yalandan geberdiğim, sonum gelinceye kadar içinde yaşama lanetini taşıdığım evrenler…

Veya geriye kalanların beni aralarında istemediği, değer görüp fark edilmediğim, içinden geçilen bir hologram olduğum evrenler.

Aniden hologram levhasını kırıp parçalardan birini ışık altında inceliyorlar, bir de ne görsünler, korku, unutuş ve kaygı atom altı parçacıklarıma kodlanmış…

Her şey bir yana, Schrödinger’in kedisine ne oldu? Nietzsche, zamansal dizinli sonsuz evreninde tekrar eden hayatlara ve sonsuz dönüşüm ilkesi Bengi Dönüş’e hâlâ inanıyor mu?

Ve aniden materyalistlerin entropisi düşüyor zihnime: Evrenin küllerinden yeniden ve yeniden doğan bir Anka kuşu olduğunu, bir yıldız yok olurken ya da bir canlı ölürken başka bir yerde bir doğumun ve bir varoluşun oluştuğunu düşünüyorum.

TEILEN
Önceki İçerik ZIRDELİ KÜLTÜ  MÜ  POLİFONİK BİR ETKİNLİK  Mİ?
Sonraki İçerikVedat Örs Atölye Sergisi: “Terra”
Josef Kılçıksız Hiristiyan bir ailenin çocuğu olarak Antakya’da dünyaya geldi. Hacettepe Felsefe’den mezun olduktan sonra burslu olarak gittiği Finlandiya’da, Tampere Üniversitesinde yardımcı asistan doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Fin devlet ve özel eğitim kurumlarında felsefe ve yabancı diller öğretmeni olarak çalıştı. Doktora çalışması nedeniyle burslu olarak gittiği Almanya’da, Ernst-Moritz Arndt (Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) İlgi alanları varoluşçu felsefe, epistemoloji (Karl Popper, Thomas Kuhn) Ontoloji (Christian Wolff, Heidegger) ile genel anlamda Alman felsefesi ve postmodern metafiziktir. Kılçıksız’ın ”Zamana Adanmış Yüzlerimiz” adlı deneme-öykü kategorisinde bir kitabı ile ”Buzdan Kuşlar Ormanı” adlı bir şiir kitabı Ekin Yayınevi tarafından (2018) yayınlandı. Kılçıksız’ın ayrıca daha önce yayınlanmış ”Bahar Kapımda” adlı bir şiir kitabı daha bulunuyor. Kılçıksız’ın ayrıca Finlandiya’da yayınlanmış (2004/Eylül) ”Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille” (Dilin barut kokmayan meyveleri) adında bir şiir kitabı da bulunmaktadır. Kültürel ve sosyal içerikli yazıları, ”Aamulehti”, ”Helsingin Sanomat” ve ”Tamperelainen” gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlanmış olan Kılçıksız’ın, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmeleri analiz eden sayısız makalesi de bulunuyor. Tematiği geniş bir yelpazeye dayanan felsefi ve siyasi içerikli denemelerinin yanı sıra, şiirleri ve öyküleri de çeşitli basılı dergiler ve sanal yayın organlarında yayınlannaya devam ediyor. (DevHaber, Duvar Gazetesi, Bianet, Mukavemet Dergi, Artı Gerçek, SalakFilozof, YazıAtölyesi, Cafrande, Komplike Dergi, İnsancıl, DüşünBil, İktisat ve Toplum, Evrensel Kültür, İnsancıl, Ekin, Amanos, Güney, Süje, Bachibouzouck, Gerçek Edebiyat, Kurgu Kültür, Patika, Tmolos, Revue Ayna, Kirpi Edebiyat, Lacivert Dergi, Muhabirce (Almanca ve Türkçe olarak) Asma Köprü, Şiiri Özlüyorum, Yaşam ve Sanat, SonGemi, Elize Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist ve Ek Dergi vb.) Josef Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Fince, Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, ve İtalyanca biliyor. Uzun yıllar Helsinki’de yaşadıktan Josef Kılçıksız, daha sonra Paris’e yerleşti. İletişim: e-posta: hasekjusef@gmail.com