Ana Sayfa Litera Büyük Çiftlik Evinde Elli Yıl Sonra (Öykü)

Büyük Çiftlik Evinde Elli Yıl Sonra (Öykü)

Büyük Çiftlik Evinde Elli Yıl Sonra (Öykü)

Özgür bırakıldı sevgi,

Ve ayrılık da yok bundan böyle.

Novalis

                                                                                                                                                                                      

Oraya ilk defa geldikleri zaman etrafta hiçbir şey yoktu. Şehrin en ücra köşesiydi orası. Alabildiğine düz bir alan. O, ilk defa orayı gördüğünde, önce bir romandaki kadın karakteri hatırlamıştı. Eşiyle birlikte hiç alışık olmadığı bir hayata başlayacak olan bir kadındı bu. Daha sonra ise Savaş ve Barış’tan bir sahne gelmişti aklına. Böyle daha birçok sahne gelmişti aklına. Filmlerden, küçük hikâyelerden, romanlardan, şiir dizelerinden birçok şey anımsatmıştı ona burası. Şimdi 50 yıl öncesini düşünüyordu. Ülkelerindeki o karışıklığı, o vahşeti hatırlıyordu. Bahçesinin köşesinde bir yerde oturmuş kahve ve sigara içiyordu. Eskiye kıyasla kahve ve sigarayı azaltmıştı. İki katlı evlerinin girişinde bir balkon vardı, orada bir masa vardı. Balkondan bahçeye inen kısımda ise, hemen birkaç adım sonrasında veranda tarzı bir yer daha vardı. Burası bahçenin evin önünde duran kısmındaydı. Burada da bir masa vardı. Yeşil otların üstünde beyaz bir masa ve iki beyaz sandalye. O gençliğinde de zaten olgundu. Şimdi ilk gençlik yıllarında baba evindeki bahçelerini anımsadı. Oradaki masa da beyazdı, sandalyeler beyazdı. Fakat bahçeleri buraya kıyasla çok daha küçüktü. Hareketli bir şarkı dinliyordu. Aslında o başka bir şarkı açmış, daha sonra düşüncelere daldığı için şarkının bitip, başka bir şarkının başladığını fark edememişti. “Killing me Softly”i açtı. Onu düşünüp bu şarkıyı dinlediği zamanlara gitti. İşte şimdi köşede çömelmiş güllere bakan, elinde bıçakla saksıdaki toprağa bir şeyler eken, fideyle bir şeyler yapan, “Güller ne güzel” diyen, etrafa baka baka bol sütlü kahvesinden bir yudum alan yaşlı kadın. Zaman çok hızlı geçmiş.

Eski sevgililerini, eski düşüncelerini, evliliğini, çocuklarını, torunlarını düşündü. Babasını düşündü. Annesini de düşündü. Bir sigara daha yaktı. Bazı hüzünler vardır ki onlar o kadar da kötü hissettirmez insana. Bu, acı bir kahveyi çok sevdiğin bir kızla, çok sevdiğin bir yerde içmek gibidir. Belki de o gün detaylarıyla bir arkadaşa, bir dosta anlatılsa, “İşte sonra şöyle dedim, tam o sırada acı kahvem geldi masaya.” dense, o kişi “Yahu acı kahve mi içilir, soğuk, tatlı ya da başka bir şeyler içseydin ya!” der, o bunu anlamaz, ona sanki kötü bir şey olarak gelir bu. Fakat benim için ise o gün dünyanın en güzel günüdür. İşte bazı hüzünler, melankoliler de böyle. Başka birisine anlatılsa, belki o kişi bütün bu duyguları açığa çıkaran o yaşanmışlıkları ve bu yaşanmışlıkların cümleler ve elbette dille meydana gelerek açığa çıkmasından etkilenecek, belki de ağlayacaktır. Ama şimdi ne güzeldi, “Strangers In The Night” dinliyor, elinde kahvesi ve sigarası. Hava artık biraz kararmış, hafif bir rüzgâr esiyor, o bir kadeh şarap almak için içeri girmiş, “Hemen geliyorum.” diye de eklemiş. Şarkının sesini biraz daha yükseltti. Gençliğinde bir gece yarısı Feyerabend’ın otobiyografisini okurken dinlerdi bu şarkıları. Felaket ve berbat günlerdi. Şarkının notaları, müzik, Sinatra’nın sesi, içtiği kahvenin aroması, tütününün aroması, karşıda duran, sıvaları dökülmüş duvar, karanlıkta belli olmasa da yeşil oldukları bilinen otlar, toprak kokusu, esen rüzgâr ve şimdi onun sandalyeye otururken “Ah belim, yorulmuşum yahu.” derkenki sesinin tatlı tonu, hiç değişmeyen o ton. Buraya ilk geldikleri zaman bomboş olan, bir kimsenin dahi olmadığı bu köy, aslında şimdi de çok kalabalık değildi. Komşuları arasında; biyolog olan Yahudi bir çift, İtalyan mimar bir çift, iki çocuklu Türk bir aile, iki de genç çift vardı. Bu iki genç çift dışında kalanların hepsi altmışını devirmişti. Gençler de tıpkı onların bir zamanlar buraya kaçtıkları gibi, kaçmışlardı. Genç çocuk çiftçilikle uğraşıyor, bunun dışında kız arkadaşıyla çeviri yaparak geçimlerini sağlıyorlardı. Zaten burada paraya büyükşehirlerdeki kadar çok ihtiyaç yoktu. “Ben bir kahve daha yapacağım, ama bu sefer közde bir Türk kahvesi istiyorum, puromla içeceğim ve elbette sen de içeceksin, mazeret kabul etmiyorum.” dedi. Kalktı, gençlik zamanlarında eniştesinden öğrendiği gibi pişirmeye başladı kahveyi. Bir taşın üzerinde duran közlerin arasına, içerisinde biraz şeker ve bolca kahve olan cezveyi bıraktı. Şimdi hava iyice kararmıştı.

Ne güzeldi, oturduğu yerden izlediği, yavaş yavaş pişen kahve. Kokusu ne güzeldi. Onun kokusu daha güzeldi ama. Sandalyesini onun yanına alıp sarıldı. Dudaklarından öptü. Yüzü hiç değişmemişti, aynı solgunluk ve durgunluktaydı. Hep nasılsa öyleydi. Kahve yavaş yavaş pişerken, içeri girip özel purolarından bir tane aldı, ucunu kesti. Kahve servisi yapıp, kahvesinden bir yudum aldı, purosunu yaktı. Masmavi göğe doğru şöyle bir üfleyip, kahvesinden bir yudum daha alıp, onu dudaklarından bir daha öptü. “Ah Holden’ım benim, acaba şimdi nerededir?!”. “Öyle biri yok ki” dedi. “Var, yazarın kendisi de olsa, öyle biri var, tam anlamıyla o olmasa da var, yazar öleli altmış, yetmiş yıl olsa da var, vardı yani.” “Öyle olsun.” dedi, o her zamanki baştan çıkaran gülüşüyle. “On beş, on altı yaşlarımda 1920’lerin, 40’ların, 50’lerin siyah beyaz Amerikan filmlerinin hastasıydım.” dedi. “Hitchcock’lar, Cary Grant’ler, James Stewart’lar, Frank Capra’lar”. “O yaşlarımda onları izlerken düşünürdüm, vay be derdim kaç yıl önce adamlar bu filmleri çekmişler, kaç yıl olmuş şu şu oyuncu öleli, kaç yıl olmuş şu şu yönetmen öleli, şimdi düşünüyorum da vay be daha daha kaç yıllar olmuş hepsi öleli”. Beraberce güldüler. Kahveleri bitmişti. Birazdan, en azından 2 saat ya da 1 saat sonra o kesin bir tane daha içerdi. Böyle keyifli, iyi, mutlu hissettiği zamanlarda hep kahve içmek isterdi. Modu düşük olsa “Birazdan kahve içerim.” diye düşünür mutlu olurdu. Eğer kahvelerin de burçları varsa, kahve ona göre kesin kova burcuydu. Yine gençlik zamanlarında çok sevdiği bir abisinin muazzam güzellikteki bahçeli evlerine gidip gelirken, orada oturup çay kahve içerken, çok sevdiği bu abisinin evinin içindeki masanın üzerinde duran çeşitli konularda kitapları görüp, çok beğenirdi.

Beş farklı kitabı aynı anda okurdu. Sanat konusunda epey bilgili olan bu abisinden çok şey öğrenmişti. Şimdi kendi masasının üstüne bakarken o günleri hatırladı. Onun evin içerisinde iki, bahçede ise dört masası vardı. Evin içinde olanlar; birinci katta bir tane, ikinci katta, hemen yatak odasının yanındaki odada da bir tane olmak üzere iki taneydi. Bahçede ise, bahçeye girerken bir tane, evin girişindeki balkonun dibinde bir tane, evin arkasına bakan cephede, arka balkonun sol köşesinde bir tane. Bir tanesi de hemen evin girişindeki balkonun birkaç metre uzağındaydı. Bunların hepsi kitap doluydu. Ağır ve felsefi okumalarını yatak odasının dibindeki odada yapardı. Geriye kalan beş masa; sinema, müzik, resim, şiir gibi konulara ayrılmıştı. Yanlışlıkla müzik masasında şiirle ilgili bir kitabı unutmuş olduğunu görse kendine kızardı. Aşk, onun için o zaman başka, şimdi başkaydı. Gerçi onun için her şey her zaman başka başkaydı. Dengesiz denebilirdi onun için. Ama o bunu asla kabul etmezdi. Ona göre millete dengesizlik olarak gelen şeylerin onda hep bir anlamı vardı. Düzen anlayışı biraz farklıydı. Onun küçük ayaklarına baktı, öylece uzaklara dalıp giden gözlerine baktı, kadehteki yarılanmış şarabına baktı. “İçsene şarabını.” dedi. “Ben öyle senin gibi karıştıramam.” dedi, “Benim midem çöplük değil”. Gülüşüp öpüştüler.

 

Akşam, yatağında yatarken, o çoktan uykuya dalmışken, kalkıp yandaki odasına gitti. Sinatra’dan bir şarkı açıp, dinledi. Bir sigara daha yaktı. Bol sütlü bir kahve yaptı. Saat gece üçtü. Camdan dışarıya baktı, havlayan köpekleri dinledi, küçük tatlı kedileri izledi, bir kirpi gördü, “Karşı duvarın üzerinde kim bilir kaç tane karınca vardır?” diye düşündü. Kahvesini ve sigarasını içerken “Cant Take My Eyes Off you” dinledi, onu düşündü. Daha sonra yanına gidip onu uyandırdı. Sabah altıda uyudular. Zaman sanki güneşe yapışmış kara bir noktaydı. Cama vuran güneşin ışıkları kirli camdaki tozları ve parmak izlerini ifşa ediyordu. Elli yıl sonra, aynı çiftlik evinde, aynı güneş doğarken birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Güneş onlardan daha yaşlıydı. Keşke böyle uyurlarken onları biri “Dance Me to the End of Love” çalarken izleyebilseydi. Kritik kararları beraberce alıp, birçok kişiyi ve olayı geride bırakarak bu günlere gelmiş iki kişiyi, belki her zaman takdir edecek birileri vardır.

 

Resim: Temur Köran

 

_____

 

 

NOT

“ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl