Ana Sayfa Kritik ESTETİĞİN FELSEFİ DÜŞLERİ

ESTETİĞİN FELSEFİ DÜŞLERİ

ESTETİĞİN FELSEFİ DÜŞLERİ

Klasik tarz sanatın egemen olduğu dönemlerde realizm adına görkemli yapıtlar üretildi. Çağ, ‘dönem dönem’ değiştiğinde ise yenilikçi sanatı önemseyenler, fütürizme gönül verenler, eskiyi tekrarlamanın gereksizliğini, belki de olanaksızlığını görebiliyorlardı. Zaten toplumsal, siyasi, politik değişimler ve sosyal gelişme noktalarının varlığı, yeni sanatçıları döneme uygun yapıtlar üretme çabalarına zorladı. Örnekse, empresyonizmin ilk aldığı tepkiler onları yollarından çeviremedi. Elbette sonraları sürrealizmden kübizme, inkarcılıktan kavramsallığa kadar çok farklı denemeler yapıldı. Dikkat çekmek istediğim şey şu: Sanattaki bütün değişim ve gelişim ‘ataklarının’ ardında sosyal, teknolojik ve politik değişimlerin rolü var oldu.

Günün sanatına keskin bir dönüş yaparsak eğer, son elli yılda dünyada teknolojik, sosyopolitik ne tür değişimler olmuşsa sanatta da bu duruma ilişkin değişimler olmuştur. Yani sanatla değişen dünya arasında bir paralellik olması gerekliliği, çağa tanıklık etme zorunluluğunu ortaya çıkarır. Dikkat ederseniz bütün aykırı sanat akımları dünyanın soysal yapısında şiddetli bir değişim süreci olduğu dönemlere rastlamıştır. Tarihsel çağların tanımlandığı kesitler bir yeniliğe itmiştir; sanatı ve sanatçıyı, başka bir deyişle. Teknoloji devriminin yarattığı depremler, insanda bazı uyum problemleri yarattıysa bunun sanata yansıması kaçınılmaz olmuştur çoğu kez. Zaten sözünü ettiğimiz son yüzyıldaki sanat akımları da bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Mondrian geometrik ve renksel düzenlemeleri, sanırım bir sonraki yüzyıla ışık tutsun diye gerçekleştirdi. Modigliani ve Lautrec genelde empresyonizm ve ekspresyonizmin egemenliğini kurmaya çalıştığı bir dönemde kişiselleştirdikleri bir sanata daha da yeni anlamlar katmayı denediler. Ve sonraki yüzyılın sanatı için takip edilecek izler bıraktılar.

Sinemasal yapıdan bir örnek: “Rashomon” biz doğmadan önce yaratılmış siyah-beyaz bir Akira Kurosawa filmi. Kurosawa’nın resim sanatına yakınlığını biliyoruz. Ancak bu çizgi dışı yönetmenin bu filmde yarattığı şey görselliğin çok ötesinde. Film tema olarak insanın içindeki iyiliğin ve kötülüğün kaynağı üzerine kurulu sorular soruyor. Ancak filmi çevreleyen bu kabuk, sinemasal çekirdek üzerinde çok etkili. Fütürist bir yapı taşıyor mu bu yaratı, evet. Yani bir sonraki yüzyılın sanatsal deneylerine yeni bir yol açan, gelecekçi bir tarz söz konusu bu filmde. Ormanda eşi öldürülüp kendisine tecavüz edilen bir 9kadının trajik hikayesini birbirini yalanlayan birkaç tanık ayrı ayrı biçimde anlatmaktadır. Ve gerçeği bulmak da izleyiciye kalmıştır. Ah, işte çağdaş biçimcilik bu işte! Yani düz anlatımlarla yetinmeyen bir yönetmenin bize sundukları, felsefi düşüncenin sınırlarını zorlayan bir şey. Teknik olanaksızlıklara karşın, filmdeki kamera kullanımı da ilgi çekici. Örneğin bazen figürler hareketli kamera durağan, bazen de kamera, ‘durağan figürlerin etrafında dolanmaktadır’. Edebiyatta Joyce’un yapmak istediği de bu değil miydi? Yani alışılagelene tepki şeklinde bir yaratım. Ya da Çehov’un, Ibsen’in geleceğe bıraktıkları üst dil bunun uzağında bir şey mi?

Tarkovski Ayna’da iç konuşmalardan büyülü bir anlatım dili yaratırken, hem geçmişin genel sanat felsefesinden yararlanıyor, hem günü yaşatıyor, hem de geleceğe anlamlı izler bırakıyordu. Sözünü ettiğimiz bu sinemasal yapıtlarda çok derinlikli birer plastik yapı olduğunu da belirtelim. Yani vizör’deki biçimlerin dengesi çoğu zaman bizde bir çağdaş tablo izlenimi bırakır.

Bu arada şiire yönelirsek, Murathan Mungan’ın “Sahtiyan” adlı destanı ise yine gelecekçi bir yapı taşır. Hem biçimsel denge söz konusudur burada, hem de tempo ve anlatım dili olarak çağı tanımlama endişesi belirgindir bu şiirde. Dikkat ederseniz hemen bütün yazılarda aynı tema üzerinde duruyoruz: Yani sanatın ve sanatçının çağla olan problemine değinme arzusundan söz ediyoruz. Son çeyrek yüzyılda teknoloji insan ruhunu yutacak derecede baş döndürücü bir yapıya büründü. Sanatçının bu teknolojiye ve sosyal, politik yapıya karşı bir tavrı olması gerekiyordu öncelikle. Yani dönemi tanımlamak, ve de etkilenilen olayların yapıtlara yansımasını sağlamak görevi önemli, değerli ve gerekli bir şeydi. İlginç olan şey şu: Yirminci, otuzuncu ya da ellinci sanat yılını kutlayan bir sanatçının, ‘retrospektifini’ incelediğimiz zaman, eğer ilk işlerle son çalışmalar arasında bir biçimsel ve -anlatım dili olarak- farklılık gözlemlenmiyorsa, burada bir problem söz konusudur. Bunları çeşitli yazılarda belirttik. Zaten felsefi sanat dili sanatçıyı zorlayan bir şeydir ve benim kanım yeni yüzyılın sanatının ‘yeni bir kavramsal dil’ içermek zorunda olduğudur. Çünkü denenmedik bir şey pek kalmadı bugüne kadar sanki.

Kavramsal yapının yapıta yansımasında yeni olarak adlandırılacak şey, felsefi dilin ilk dönem kavramsal çalışmalarından farklı bir anlamlılık içermesidir. Piyasa kaygısı bizi modern ve felsefi biçimlemelerden uzak tutuyor. Aynı ‘piyasa’ da yeniliği değil, ticari koşulları gözetiyor. Arz ve talep arasında böyle bir ilişki olduğu müddetçe sanatçı da çoğu kez anlamın değil, ticari kaygının bir elemanı olacaktır. Bir konu daha var: Bir sanat alanıyla meşgul olan kişinin düşünsel yapıyı ön plana çıkarması gerekliliği bir yana; aynı ‘sanatçının’ felsefeden ve bütün diğer sanatlardan beslenmesi gereklidir. Çünkü sanat bütüncül bir şeydir. Plastik olan nesnenin hacim ile, düşünsel yapı ile, biçimsel dil ile bir yakınlığı gerekli. Aynı şekilde fonetik ya da fotografik olan obje ya da varlığın dilsel ve düşünsel yapıyla yakın bir bağı olması gerekiyor. Bu ülkemizde böyle mi gerçekleşiyor, bence çok tartışılır şey, bu durum. Yani ‘çağa sırt çevirerek de sanatçı, yazar, yönetmen olmak’ mümkün bizim için. Bu böyle olunca da geleceğin sanatının yapısı da, bugüne tanıklık etme kaygısı da bizim için önemli olmayabiliyor.

 

Yaratımı gerçekleştirme biçimlerinde, yeni yüzyılın sosyopolitik ve teknolojik ‘değişimlerinin’ dikkate alınması gerekliliğini, çağdaş estetik bize tanımlıyor zaten.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl