Delibo incelemesinin ilk bölümünde İzmir’in post-Kemalizm sonrası dönemin sosyal yapısı için çeşitli öneriler içeren ikircikli bir ütopya olarak tanımlamış fakat bu ütopyayı program olarak önüne koyacak solun temsilinin problemli olduğunu belirtmiştik. Şimdi bunun detaylandırmasına girelim.

Hangi Sol?

Delibo’da, yazarının sol müktesebatı doğrultusunda, “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” olarak sunulmuyor İzmir. Konya-İzmir arasındaki kültür savaşına saplanıp kalmıyor, hatta ondan da çok İzmir’in içindeki sınıf savaşına odaklanıyor. Yoksulluğun psikolojisine. Anadolu burjuvazisinin iktidara yürüyüşünde navigasyon cihazı gibi iş yapan “laik ve kentli merkeze karşı dindar ve taşralı çevre” ikiliğini tersine çevirirken sınıfsal boyutunu unutmuyor. “Merkez dindar ve taşralıdır ama bilhassa da zengindir,” diyor; “bu nedenle İzmir de bu çatışmadan muaf değildir”. Çevre laik ve kentlidir ama her şeyden önce yoksuldur.

Bu sayededir ki “çevre”nin kadim kültürünü, yani arabeski de utangaçça sahipleniyor Delibo. Sol/sosyalist yazarların elinden çıkan romanlarda pek rastlamadığımız biçimde tespihle, sustalıyla, adi suçla arası iyidir mesela anlatıcının. “Küçük Yusuf”, Küçük Emrah ya da Küçük Onur gibi bir arabesk karakter olarak önceden “Beşinci sınıf yerli filmlerde” karşımıza çıkarken (sf 128), artık bir Murat Uyurkulak roman kahramanıdır. Barış simgesi, John Lennon gibi semboller kentli zengin sınıfının elinde kalırken, kentli laik yoksullar kendi renklerini vermek üzere arabesk hamuruyla oynamaya başlamıştır şimdi.

Öte yandan bu sosyokültürel dönüşüm sürecini ironik biçimde ele alıyor Delibo. Arabeskin lügatçesini (yani “ezik, yıkık ve zavallı” olmayı) sol söyleme temellük ederken yanına “luuzır”ı da ekliyor (sf 50) mesela. Har’da “yamuk kafalar örgütü” kurarken yaptığı gibi, önerdiği ezilen kimliği düpedüz “komik”tir Murat Uyurkulak’ın. Yani evet, bir kimlik önerir ama onu şakacı bir Maraş dondurmacısı gibi eşzamanlı olarak geri çeker. Bütün o yoksullukla boğuşma, cinnet geçirme, intihara sürüklenme, şiddete başvurma hikâyeciklerinin etrafı hep bir hafiflik, bir kıkırdama halesiyle sarılıdır Delibo’da.

Ben bunun nedeninin, bu yeni “çevre”nin kişiliğinin henüz oturmaması olduğunu düşünüyorum. Sınıfsal düşüş ya henüz tamamlanmamıştır, ya da tamamlandıysa bile bilinç düzeyindeki karşılığını henüz bulmamıştır. Arabeskteki abartılı “Ben doğarken ölmüşüm” kanıksamışlığının Uyurkulak’ın tercümanı olduğu “düşmüş ya da düşmekte olan orta sınıf”ta yer etmesi için daha vakit vardır. İlk kez denediği bir kıyafetin üzerinde komik duracağından korkan insan işi nasıl baştan şakaya vurup garantiye alırsa, düşülen sınıfın üslubunu edinme süreci de benzer şekilde işlemektedir Delibo’da. “Gülerken ağlama arzusu uyandıran bir topal yürüyüş” (sf 142) gibi, arızalı bir arızalılığı vardır.

Orta sınıf, düşüşün geri dönüşsüzlüğünü yavaş yavaş idrak ederken eşzamanlı olarak da bunu kabul edemez, her şeyin eskisi gibi devam edeceğine olan inancı korumak ister1. Bu yüzden bu yeni konumundan “kendi terini koklar gibi” bir tat alır (sf 128): Kendine ait olan, ama neyse ki bünyeden atılabilen bir şey. Bu yüzden Delibo’nun üslubuna “Ben doğarken ölmüşüm”deki sertlik değil, meşhur Deep Turkish Web videosunda “Batıyorum ulan Edirnekapı, lokma döktürün lan” diyen lokmacı gibi göz göre göre sınıf düşüyor olmanın ironisi2 hâkimdir.

Orta Sınıfın Afyonu: İroni

Tek sorun söyleminin ironisinde değildir Delibo’nun.

Sol ve yoksullar ilişkilendirilirken devrimci babanın verdiği geçim mücadelesi akıllara kazınır. Yoksullar ve zenginler arasındaki karşıtlığın altı (Yusuf ile Yasemin’in okul yılları anlatılırken) her fırsatta çizilir ki bu Yasemin’in devrimcileşmesiyle sonuçlanacaktır. Fakat nedense, Yasemin’in Yusuf’un hayatına sınıf atlamış bir biçimde dönüşünden sonra sınıfları ayıran bu “çizgi”nin yerini buruna çekilen kokainin çizgileri alır.

Elbette solcu dahi olsa bir yazardan solcu karakterlerini idealize etmesini bekleyemeyiz, hatta bizzat solun selameti için bundan kaçınmasını isteriz. Öte yandan romandaki karakterlerin yazarın arzu ettiği sol ahlak doğrultusunda araçsallaştırılmasını da kabul etmemeliyiz. Tol’un – adı yine Yusuf olanbaşkarakteri Diyarbakır sokaklarında girdiği bir tekkede sigaralık keyfi yapıyordu. Fakat İster esrar karşıtı istersek de esrarın yasallaşmasını savunuyor olalım, esrar kullanımını sınıfsal bir perspektiften “anlayabiliriz”. Delibo’da ise hiçbir sorunsallaştırma emaresi olmaksızın solcu karakterlerin kokainle haşır neşir edildiğini görüyoruz3.

Delibo’da zengin sınıfın hem düşman hem de dost oluşuna “zengin uyuşturucusu” kokainin eleştirel bir bakışla ele alınmayışında şahit olmayız üstelik. Romanın sürprizini bozmamak adına üstü kapalı şekilde söylersek, Delibo’da “öncü” misyonunu da yoksuldan çok zenginin üstlendiği bir izleği takip ederiz. Zaten anlatıcının babası şahsında örneklenen eski solcu aktivistler “fazilete tok, sadakaya aç” kalabalığa küsmüştür (sf 125). Ki zaten bu kişiler “uvriyerist” kelimesini cümle içinde kullanacak kadar solcu bile olsalar “Ortadoğulu göçmenlerin ürkek ürkek girip çıktığı izbe dükkânların tabelalarındaki Arapça harfler”e karşı alerjiktirler (sf 91)4.

Özetle “İzmirizm”, yani bir ideal olarak İzmir, sosyalizmden daha muteberdir bu romanda. Siteyi güzellemek uğruna “sınıflı, imtiyazlı, yine de kaynaşmış bir kitle”ye görece fit olmuş bir içerik-üslup uyumu söz konusudur. Roman formunda yazılmış bir “Çav Bella”dan çok, Rakı sofrasında “Çav Bella” söyleyen adamlara benzer Delibo.

Elbette bu hedonist kaçış arzusunu salt bir burjuva şımarıklığı olarak okumak zorunda değiliz. Cinnet ehlinden bir anlatıcının dilinden yazılmış, romana adını veren kahramanından tutun da kışlada kafasına sıkan askerlerin konuşmaya küsmüş analarına varıncaya kadar delir(til)miş karakterler geçidi olan bu romanın bir tezinin de “Burası bizim değil, bizi delirtmek isteyenlerin ülkesi” olduğunu tespit edebiliriz. Hal böyleyken, romanın ironik üslubu ile uyuşturucu meselesinin aynı kapsamda değerlendirilebileceğini düşünüyorum: Delibo’yu son tahlilde bir mizah romanı yapan ironik dil nasıl delirmeye karşı bir direniş taktiği, anlatılan onca acılı şeyin okura pek de acılı gelmemesini sağlayan bir hafifletici öğe olarak kullanılıyorsa, alkolün ve “toz”un da roman kahramanları nezdinde böyle bir sığınak olarak iş gördüğü aşikâr.

Fakat orta sınıf yoksullaştıkça alkole erişim imkânı da nasıl gün geçtikçe daralıyorsa, sanırım bir benzeri yakında ironi için de geçerli olacak. “Yazarın düşüşü” tamamlandığında, yoksul-kentli-laiklerin dili edebiyatta hiç de komik durmayacak.

*

İlk yazıya “Aceleci bir roman” diyerek başlamıştık Delibo için, bu hızın eleştirisiyle bitirelim.

Sonbahar filmini devrimcilere “Sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” sözleriyle ithaf eden Özcan Alper, Gelecek Uzun Sürer hakkındaysa şöyle diyordu: “[Bu filmi] on yıl sonra yapsam belki daha iyi bir film yapardım ya da benim kariyerimde yeni bir aşamanın önünü açacak bir film olurdu. Daha ustalaşmış olurdum, hikâyelere daha soğuk ve mesafeli bakabiliyor olurdum […] Ama yine de iyi ki şimdi yapmışım, bu kritik dönemde yapmam gerekiyordu diye düşünüyorum.”

Acelecilik onun için sabırsızlıkla denkti yani, gerekli müdahalelerin bir an önce yapılması demekti. Bunun için sanatsal yücelikten feragat etmeyi bilmek gerekiyordu.

Delibo’nun aceleciliğindeyse daha farklı, tuhaf bir şeyler var. Sayfa doldurmaktan başka işlevi olmayan yan hikâyeler, ilginçliği olmayan sürprizler, romanın uzunluğunu tahminen üçte bir oranında artıran Yılmaz Özdil tipi bol keseden “enter” kullanımı (“İzmirli üslubu” olarak mı benimsendi acaba diye yarı şaka yarı ciddi düşünmeden edemiyor insan)…

Delibo’nun sorunlu temposunu belirleyen faktör bu kez galiba Özcan Alper’deki gibi kritik döneme acil müdahale etme zorunluluğu değil, bizzat kendi fikrinden (İzmirizm’den) şüphe eden sanatçının eserini bir an önce bitirip kurtulma isteği. Kafa açmaktan çok kafa dağıtmak için yazılmış gibi.

Her ne olursa olsun, yeni bir sosyoloji önerisinin mekânı olan İzmir’i daha çok konuşacağız. Temel referanslardan biri de Delibo olacak belli ki.

1 Bir zamanların orta sınıf entelektüellerinin vazgeçilmez eğlencesi olan “Cemal mi, Turgut mu, Edip mi” tartışmasının sanki 2020 yılında değilmişiz gibi heyecanla ele alınmış olması da bu “eski bilinç”e dair bir izdir sanki.

2 Sanırım aşağıdaki satırları bu tespitle beraber okumak gerekir:

“Geriye şahane birer başarısızlık hikâyesi kalmıştı, iki hırpalanmış gövde, binlerce kitap sayfasıyla, milyonlarca cümleyle, trilyonlarca kelimeyle tıka basa dolu, iki pörsümüş beyin…” (sf 57)

3 Ki açıkçası bu şahsen beni, yazarın şahsen açılmasını istediği hedonizm alanlarını sol karakterler üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı çıkarımını yapmaya zorluyor.

4 Yakın tarihte Türkiye sosyalist solunun bir bütün olarak lekesiz atlattığı bir süreç varsa o da mülteci krizidir oysa. Dayanışma adına yeterince çaba sarf etmemiştir belki, belki ırkçılık karşıtında beklenen mücadeleyi verememiş de olabilir. Ama elimizi vicdanımıza koyalım, “Ortadoğulu göçmenlerin ürkek ürkek girip çıktığı izbe dükkânların tabelalarındaki Arapça harfler”den alerji kapan bir tek sosyalist solcu gösterilebilir mi? İşlenmemiş suçun özeleştirisi neden?

İLK YAZI:

İKİRCİKLİ BİR İZMİR ÜTOPYASI: DELİBO – I