Ana Sayfa Kritik İtalo Calvino’da Anlatı Mantığının Ağ Örgülü Doğası

İtalo Calvino’da Anlatı Mantığının Ağ Örgülü Doğası

İtalo Calvino’da Anlatı Mantığının Ağ Örgülü Doğası

Şehirler vardır; uğramadan şöyle yanından geçtiğiniz. Şehirler vardır; ilk defa uğradığınız ve bir daha dönmemek üzere terk ettiğiniz. Şehirler vardır; bir kere ziyaret etmeye görün, bir daha terk edemediğiniz.

“Görünmez Kentler”de[1] İtalo Calvino, Çin’i fetheden Moğol imparatoru Kubilay Han ve Marco Polo’yu sahneye çıkardı.

Calvino, “Bin bir Gece Masalları”nı andıran hiper metni için anlatısal hayal gücü şiirsel olan Marco Polo adlı protagonisti kurguladı.

Calvino’nun “Görünmez Kentler”i muhayyel bir yolculuğun ara mekanları; yolcunun onu gaddar bir dünyadan koruduklarına inandığı sığınaklarıydı.

Okur, Calvino’nun kentlerini onun ağzından tanırken, böylece kendini de daha yakından tanıyordu.

Marco Polo, sözcük dağarcığının şiirsel keskinliğiyle görünür hale gelen çerçeveye, “açıklayıcı ayrıntılar” aracılığıyla kontur kazandırıyor.

Okur Marco’nun betimlemeleri sayesinde adeta, onu dünyadaki tüm eksikliklere bağlayan bir kardeşlik hissediyor.

“Görünmez Kentler”de içerik, uzaktaki, olasılık dışı, toplamda elli beş egzotik şehri betimleyen düzyazı şiir anlatımından oluşuyor. Marco Polo gördüğü köprüleri taş taş betimlerken, adeta hangi taşın köprüyü ayakta tuttuğunu da gösteriyor.

Kendini üzerlerinden, onu hem ilgilendiren hem bir kayıtsızlıkla imlediği bir dünyanın boşluğuna bıraktığı köprülerdi bunlar.

Oysa köprüleri ayakta tutan taşlar değil, kemerlerdi, fakat taşlar olmadan kemer de olmazdı. Kemerler, böylece, poetik metnin taşıyıcı kolonları için bir alegoriye dönüşüyordu.

Yazar, egzotizmi, açıkça, uzak için bir metafor olarak kullandı ve olay örgüsünü, sadece coğrafi olarak uzak olanda değil, zamanda da uzak; bir orta çağ dünyasına konumlandırdı.

Uzak, bu dünyayı hem yakında hem uzakta tutmak için adeta bir savunuya dönüşmüştü.

Uzak kentler güçlü betimlemelerle, nerdeyse ana karakterler mertebesine yükseltiledursun, romanı adeta bir “İmparatorluk “Kalpa”sına [2] dönüştürüyor.

Marco Polo, yol katetmesini sağlayan, arzu ve merakla dolu bir gezgindi. İçin için yanarak bir yerden ayrılırken başka bir şehrin sokaklarına, onun için ne hazırladığını bilmeden cesurca daldı.

Calvino’nun kentleri Marco’nun betimlemeleriyle, okurun içine daldığı, bir rüya arazisine dönüşüyor.

Her yere ekilen acılar ve yaralar arasında kalan insanın, sağır ve iletişimsiz olmak istediği durumları kışkırtan şehirlerde sahneye sessizlik hâkim oluyordu.

Calvino dilsel imkansızlığın etrafında aporetik bir durum inşa ederken, nesnelerden, danslardan, çığlıklardan, pantomimden ve işaretlerden oluşan göstergebilimsel bir sistemden faydalandı.

Kubilay, “Tüm bu işaretleri öğrendiğim gün, sonunda imparatorluğuma nasıl sahip olacağımı bilecek miyim?” diye sordu.

Marco, “Efendim, buna inanmayın, o gün siz kendiniz işaretler arasında bir işaret olacaksınız,” diye yanıtladı.[3]

Protagonistler arasında bir tür iletişimsizlik, şatoda toplanan karakterlerin hepsinin bir büyünün etkisi altında dilsizleştiği ve kendilerini bir deste Tarot kartlarıyla ifade etmeye çalıştıkları “Çapraz Kaderler Kalesi”[4] ahvalini andırıyor.

İki adamın birbirini ne kadar çok anladıklarıyla orantılı olarak, sessizlik de çoğalmaya başlamıştı. Sessizlik fenomeni, “başka bir yer için olası başka bir şey” olarak tasarlanmış gibi görünüyor.

Marco Polo, ayların ayları kovaladığı büyük elli beş döngü boyunca, anahtarlarına sahip olmadığı bilinmeyen bir dünyayla yüzleşirken, onun sağır kapılarına tosladı.

Betimlemeler yapıtı yerçekimsiz ortama taşıyadursun, Şehrazat tarzı hikayeler, kentlerdeki büyülenme anına geniş hayali bir alan açarak, sessizliğin yalnızca kelimelerin saklandığı yer olduğu kontrast şehir imgesinin hizmetine sunuluyor.

Dil çok bilindik hâle geldiğinde yerini sessizliğe bırakadursun, Calvino’nun sessizliğin başka başka türevlerini icat ettiği fark ediliyor; mesela satranç bunlardan birisidir:

“Son görevinden dönen Marco Polo, Han’ı bir satranç tahtasının önünde oturmuş onu beklerken buldu. Onu bir işaretle karşısına oturmaya ve yalnızca satrancın yardımıyla, ziyaret ettiği kentleri anlatmaya davet etti […] Büyük Han’ın satranç taşları cilalı fildişi parçalarındandı. Tehditkâr kuleleri ve ürkek atları ustaca dizip, piyon şeritlerini vezirin ilerleyişine göre düz veya eğik yollarla süren Marco, siyah beyaz kentlerin perspektiflerini ve uzamlarını dolunay geceleri aracılığıyla adeta yeniden yaratıyordu.”[5]

Kısacası Calvino’nun şehri, istisnai olanla gerçeğe benzeyen arasında denge kuran bir model, orada şehir yalnızca olası bir varlık, onun var olabilmesi dilin olasılıklarına bağlı.

Marco Polo okuru da seyahate davet ederken, adeta ona “Benimle gelirsen kötülüklere katlanmayı öğrenirsin. Benimle gelirsen, başkalarının yaralarını iyileştirirken kendi yaralarını da iyileştirmeyi öğrenirsin” demeye getiriyor.

Kelimeler, görünen izleri görünmez şeylere; hem arzu edilen hem korkulan şeylere bağlarken, boşluğun üzerine gerilmiş kırılgan asma bir köprüyü andırıyor.

Yolculuğun zamanı ruhun zamanı ile örtüşünce, hem daralan hem genişleyen zamanın akışına uygulanan bir büyüye dönüşüyor.

O şehirlerdeki kimi bahçelerin terasları aklın gölüne, kimileri çölün bucaksızlığına bakıyordu.

Okur her şehirden, bir evreni terk eder gibi ayrılırken, kendini bütün mesafelerin silindiği bir alacakaranlığın içinde buluyordu.

Kâh ormanlardan, kâh çöllerden, bazen meydan savaşlarından, çoğu zaman hazine ve ganimetlerin saklandığı saraylardan geçerek ilerleyen yolculuk okuru kendi oyuklarına saklayıp ufkun ortasındaki boşluğa bırakıyordu.

Marco yolculuğu boyunca malikanelere kapatılmış kayıp kızları, tarla işlerini, hububat ve üzüm hasadını, serfin cezalandırılmasını, bazı ensestleri, yangınları, idamları, kuşatmayı, istilayı ve yağmayı ve her türlü vebayı ve haramiliği görüp yazdı. Vardığı şehirlerde akan kan, varoluşun bir türlü yama tutmayan dikişlerine rengini veredursun, ağzındaki sözcükler pıhtılaşıp, kalıcı kopuşun habercisi bir gerilime bağlanıyordu. Okur, alev söndüğünde hikâyenin sadece ucu kararmış küçük bir kibrit çöpünden ibaret olduğunu görüyordu.

Onun düzyazı şiir anlatımı işte bu kurak bozkırdan doğdu.

Düzyazı şiir, anlatıma görsel bir büyü sunadursun, Calvino her şehri Isadora, Dorothée Anastasie, Despina, Bersabée, Andria gibi farklı bir kadın ismiyle anlattı; kitabına yedirdiği “şehri ara, kadını bul” önermesiyle, aslında, kentleri dişil ve rüyamsı olanın yanına yerleştirmek istedi.

Calvino romanlarında anlatıyı yapı sökümüne uğratmaktan, örneğin, anlatıcı-okuyucu ilişkisine kendini sahneye koyarak sorguladığı “meta” bir boyut eklemekten çekinmedi.

Calvino, kentleri, onları yaratan gezginin ve okuyucunun kavradıkları geçiciliğin ötesine geçmelerini sağlayan mitler üzerine inşa etti.

Kurt ulumasını tekerlek gürültüsünden, içeriyi dışarıdan, yeraltını yerüstünden, rüyayı gerçekten hangi çizginin ayırdığını tanımlamak okuyucuya bırakılırken, okuyucu, kent ve rüyanın yer değiştirmeleri boyunca, değişik kent fragmanlarından kendi şehrini icat ediyordu.

“Görünmez Kentler”de kitabın kahramanı okuyucudur; romandakinden daha romantik maceralar onun gözünde gerçekleşir. Calvino okuyucuyu bir karakter haline getirmekten ziyade, tıpkı eski fotoğrafçıların atölyelerinde fotoğrafı çekilen kişinin boş bir dekora yerleştirilmesi gibi, dekoru adeta bir boşlukla doldurdu. Bu, zırhlı bir şövalyenin demirden maskesini kaldırdığınızda orda bir yüzden çok bir asker görmeye benzeyen, okuyucu-karakterin yüzünün, hatta psikolojisinin yerine bırakılan bir boşluktu.

İ. Calvino Voltaire geleneğinde bir İtalyan hikâye anlatıcısıydı. O, yapıtında felsefi öykülemeyi yeniden keşfededursun, “Görünmez Kentler”de egzotik uzağa “tünemeyi”[6] tercih etti. Bu tüneme, hayatı boyunca ağaçlarda yaşayan “Ağaca Tüneyen Baron”[7]un kahramanı Cosimo gibi, doğru mesafeyi ve ideal gözlem noktasını bulmaya yönelikti.

Sonsuz alacakaranlığın çağıydı. Altın sarısı veya gümüşî simden kahverengi veya siyah üniformaları içinde faşist paramiliter kuvvetler, mitik bir Olympus’tan kaçıp sözde vaadedilen topraklara dönme özlemi çeken dikenli çalılıkları ve istilacı sarmaşıkları andırıyordu.

Sürgün edilen iyi insanlar ise ağaçlarda yaşıyor; bir kez oradan inmeye görsünler, kendilerini çok kötü bir kaderin beklediği İspanya’ya geri gönderiliyordu.

Calvino dünyayı farklı bir perspektiften gözlemleyip, kendini diğer insanlardan kurtarmak için asla inmeyeceği ağaçlara tırmandı; bu tutum toplumdan vazgeçmekten ziyade, kendine dünyada yeni bir varoluş tarzı inşa etmeye yönelikti.

Cosimo ağaçların tepesinden, ancak mükemmel bir “Devlet” kurulduğunda ve tüm insanlık orada mutlu bir şekilde yaşamaya ikna edildiğinde inmeyi kabul etti, ancak indiği yer artık ıssız bir araziyi andırıyordu.

Calvino’nun “Görünmez Kentler”i hem hiçbir yerde hem her yerde mevcut olan Tanrı’yla karşılaştırılabilecek kertede alegorik mekanlardı. Onun dünyayla, karakterleriyle ve toplumla kurduğu ilişki giderek büyüyen mesafeyle nasıl başa çıkılacağına dairdi:

“Peki yaşadığımız şehir neresi” diye sordu.

“Daha uzakta, seni çevreleyen yakında, diğer tarafta, her yerde ve hiçbir yerde” diye yanıt verdi.

“Görünmez Kentler”, tansıklı bir söylem bulutsusunu kışkırtırken, öznenin sürekli olarak kendisinden kurtulduğu bir toposu imlediler.

Calvino’da şehirler, plastik bir ağacın bir ormanı çağrıştırması gibi, sembolik bir değer kazanırlar.

Yolculuğunun hedeflediği şehrin, zaman ve mekân açısından süreksiz olduğunun altını çizmek gerekiyor.

“Görünmez Kentler”in anlatısı aslında hem bir imkansızlıktan hem de bir çaresizlikten doğdu. İmkânsızlık, Çin İmparatoru Kubilay Han’ın, devasa bir coğrafyaya yayılmış geniş imparatorluğunu tanımasının imkansızlığıydı.

Çaresizlik ise, imparatorun, uzak başka bir yerde kendisinden kaçan, tuhaf, anlaşılmaz gerçekle kurmakta zorlandığı ilişkiye dair olanıydı; imparator Kubilay Han, işte bu yüzden, realiteyle ilişkiyi paroksismal bir şekilde kurmaya çalıştı.

Kitapta, düşsellik, daha derin bir gerçeğe ve şehri ayakta tutan görünmez ruha dokunacak kadar yakınlaşmayı sağlayan bir kestirme yol işlevi görüyor.

Bazısı geçmişe, yokluğa ve uçuruma batmış, kimi hala yapım aşamasında olan ya da hiç bitmemiş bu kentler, Calvino’nun gösterge ağları olarak işlev göredursunlar, kim bilir belki de var olmadıkları için görünmezdir.

Bu gözlem şekli, ulaşılması zor olanın büyüsünü; belki her şeyden önce bizden kaçtığı, bizi mülksüzleştirdiği için uzağı çok yakınımıza getiriyor.

Calvino’nun teleskopik gözlemi aracılığıyla okur, yeni bir kent fenomenolojisi ile karşılaşıyor; orada özne, dünyadaki varlığını, bir bedenin onu çevreleyen şeyle teması olarak anlayan, Maurice Merleau-Ponty’i buluyor.

Calvino’nun şehirleri rüyalardan, tutkulardan, zamandan ve diğer yüzlerce onirik delirium unsurdan mürekkep, rulosunu açarak okuyucunun önüne serdiği, tekilliklerine işaret eden bir kelime atlasından oluşuyor. Bir düzyazı şiir atlası olan bu kitap, yolculuğa devam etmek için adeta bir davet olma özelliği taşıyor.

Atlas, şekli ve adı olmayan şehirlerin morfolojisini ortaya çıkaradursun, şehirler, adeta Michel Foucault’nun “Sözler ve Şeyler” kitabının açılışını hatırlatan bir prensibe göre sınıflandırılmıştır.

Kitabın ana temaları, kentle ya psikolojik (arzu, hafıza, bakış…) ya pragmatik (alışverişler, işaretler…) ya da mekânsal (süreklilik, zarafet, görünüş ve şehrin iki yüzlü…) karşılaşmalarla ilişkilendirilebilir.

“Görünmez Kentler”, Şehir ve Hafıza, Şehir ve Arzu, Şehir ve İşaretler, Şehir ve Ticaret, Şehir ve Perspektif, Şehir ve Adlandırma, Şehir ve Ölüleri, Şehir ve Cennet, Şehir ve Süreklilik, Şehir ve Mimari, Küçük Şehirler ve Görünmez Şehirler gibi, neredeyse matematiksel bir düzene göre dağıtılan, ayrıntılı ızgaralara bölünerek anlatıldı ve bu tasnif giderek bir şehir taksonomisi yarattı.

“Görünmez Şehirler” mistik ve agnostik bir kitap olarak da okuna geldi. Absürt ya da tuhaflık üzerinden varoluşa yaklaşım önemli bir laytmotif olarak öne çıktı.

Mardin, Urfa, Yezd, Persepolis, İsfahan, Jaipur, Jaisalmer, Jodhpur ve Udaipur, bana, Oscar Niemayer ve Brasilia’yı, Le Corbusier ve Chandigarh’ı, Magritte’in resimlerini, Beckett’in absürt üzerinden varoluşa yaklaşımını anımsattı.

Kısacası uzak yerler, seyyahın kendine tuttuğu ters bir aynaydı; onda kendine ait “az”ı bulurken, hiç sahip olmadığı ve belki de olmayacağı “çok”u keşfediyordu.

Calvino’nun şehirlerinin ikili veya çoklu çehreleri bulunuyor. Göz kamaştırıcı bir ihtişama sahip bir şehir, görünen kısmı zengin olduğu kadar perişan bir başka şehri, ayna görüntüsünde gizliyor.

Başka yerin ilginç varyasyonlarından “aynasal” çoklu perspektif simetrileri olgusallaştırılıp, başka yerde olanı şehrin içine taşıyadursun, okuyucu, kimin yansımayı kimin aynayı üstlendiğini ayırt etmekte zorlanıyor.

Örneğin okyanus kıyısında yer alan bir şehir, denizci için çöle, deve sürücüsü için de okyanusa açılan kapı olabiliyordu.

Örneğin Despina kasabasına gemi ve deve ile iki şekilde ulaşılabiliyordu. Kent, karadan gelenlere farklı, denizden gelenlere farklı görünüyordu.

Bir şafak vakti çöle inmeye hazırlanıyordu katar ve düşleri ağulu adamlar. Gökdelenlerin doruklarının bozkırın ufkunda belirdiğini, radar antenlerinin, kırmızı beyaz rüzgâr tulumlarına çırptığını, bacaların duman püskürttüğünü gören deveci, bir gemi düşlüyordu. Bu, onu çölden uzaklaştıran, yelkenleri rüzgarla dolu bir yelkenli ya da bir keresinde, bir rivayete göre, eskiden esir ticareti de yapılan, tayfaların başlarında şişe kırılan meyhaneleriyle ve zemin kattaki loş ışıklı pencerelerinin her birinde saçlarını tarayan işveli onlarca kadının olduğu bir liman şehrine demir atan, metalden gövdesinde kazanların titreştiği bir yük gemisiydi.

Denizci, bunun bir gemi olduğunu bilmesine rağmen, onu, şekerlenmiş meyveler ve hurma şarabıyla dolu heybelerinden damarlı tütün yapraklarının sarktığı, hörgüçlerinin arasına serilen alacalı bulacalı saçaklardan eyerleriyle, sahilin sisine batmış ve her biri birer ılgıma benzeyen bir deve olarak düşlüyordu.

Bu, onu denizin çölünden alıp palmiye ağaçlarının gölgesindeki tatlı su vahalarına götüren uzun bir kervanın başındaki deveydi.

Bunlar, kiremit saçaklı serin avlularında, peçenin yarısına kadar örttüğü yüzlerini hareket ettirerek raks eden çıplak ayaklı dansçıların olduğu ve ganimetlerini kirece boyalı kalın duvarların koruduğu, gaddar kralların kentleriydiler.

Ölümün krallığının hiçliğinde kaybolup giden; yıkımı uzak bir zamana ötelemek için inşası hep uzun sürmüş bu kentler, “Bir şehirde kendi insanlığımız dışında insanlık dışı hiçbir şey yoktur.” diye yazan Georges Perec’i adeta onaylıyor.

Ve orada her kent, şeklini, ona düşmanca konuşlanan çölden alıyor.

Calvino’nun şehir ütopyasındaki çöl, gece çökünce, gün boyu bütün usareyi kumundan emip sessizliğe bürünen, heybetinin tüm hevesi dibe çöken bir sonsuzluk coğrafyası olarak öne çıktı.

Calvino’da bazı kentlerin soğuk rasyonaliteleri, korkuları, endişeleri ve çocukluk travmalarını yeterince absorbe etmezken, okuyucu, diğer yandan, açıl susam açıl deyince kurmacanın büyülü kapısından içeri girip haramilerin servetlerini sakladıkları büyülü kentlere ulaştığı hissine kapılıyor.

Örneğin Moriana şehrinin iki yüzü, sadece bir kitap sayfasıyla birbirinden ayrılmış olduğu izlenimi uyandırıyor. Orada kent, adeta birbirlerinden ayrılamayan ve birbirlerine bakamayan bir kitabın sayfasının ön ve arka yüzünden oluşuyor.

İmparator ve Venedikli aynı varlığın biri dışa, diğeri içe dönük iki yüzü olarak kurgulana dursun, “aslında seyahat eden kimdir” sorusu kendini dayatıyor.

Calvino kitabında, yolculuk ve hareketsizlik, düzen ve düzensizlik, gerçek ve hayal, konuşma ve temsil, geçmiş ve gelecek, boşluk ve çoğalma, ağırlık ve hafiflik, zenginlik ve sefalet, mimari mükemmellik ve ‘lağım çukuru şehir’ antagonizmaları üzerinden, ütopya ve distopya arasında bir anlatı örüntüsü kurdu.

Calvino’nun ütopik şehri, kervanın onu dünyanın çölünden alıp, palmiye ağaçlarının gölgesindeki tatlı su vahalarının oraya; bir ut ezgisi kadar uzak bir düşe götürdüğü ve orada, bir zamanlar, özgür bir adamın, suyun başını tutmuş ejderhayı nasıl öldüreceğini bildiği, adeta cennetteki duadan yapılma bir şehirdi.

Calvino’da ütopya, Batılı kimliğine derinden kazınmış ve rasyonel bilimin, sınırlarını kavranamazın ötesine ittiği, eskatolojinin sebep olduğu ‘metafizik travmaya’ sanatsal ve yaratıcı bir tepki olarak öne çıktı.

Calvino, yine de, kariyerinin başında onu cezbeden Marksizmin ütopik geleceğine[8] yönelik projeksiyonu reddetmişti. Çünkü onun için kent, bir tarih, sosyoloji ve sınıf problemleri alanı olmanın aksine, düş fragmanlarından ezoterik ve egzotik bir mekandı:

“Bazen”, diyor Marco, “ihtiyacım olan tek şey, uyumsuz bir manzaranın ortasında açılan bir yarık, siste ışıkların görünmesi, kalabalığın içinde yoldan geçen iki kişinin konuşması, şimdiye kadar diğerleriyle karıştırılmış parçalardan ve onları kimin aldığını bilmediği işaretlerden oluşan mükemmel bir şehri parça parça bir araya getirebilmekti […]”.[9]

Calvino’da kentler, modern kentsel sorunlar için bir paradigma olarak hizmet etmek üzere icat edilirken, her biri aslında çağdaş  kentlerimizin bir sorununu yansıttı.

Kaotik görünümüyle “Megalopolis”, bu bağlamda, tutarlılığı ve düzeni olan şehrin zıttı bir topografya olarak kontur kazandı. Kaotik kent, dünyanın karmaşıklığının kısa ve öz bir görüntüsünü yansıtadursun, Calvino’nun amacı, dünyanın karmaşıklığını düzenli bir yapıya çevirmekti.

Calvino, kitabını çürüyen bir urban gerçekliğine sert bir yanıt olarak sunarken, aslında şehir tarihindeki bir kriz anını tanımlamak istemişti.

Calvino, karmaşık bir kozmos olarak algılanan şehri masalsı metaforlarla geçmişten alıp ebedi ve içkin bir şimdiye taşıdı. Yazar, arkaik kentleri kullanarak aslında bugünün kentlerinden bahsetmek için onları bir şekilde izole etti. Başka bir deyişle, “başka yer” “burası” haline gelirken, kitabın çağrıştırdığı şeyin zamansız bir kent fikri olduğu ortaya çıktı.

İ. Calvino’da şehir, adeta kendi bilinçdışımızı içine boca ettiğimiz bir fikirler konteynerini andırıyor.

Seyahatname, uzamsalın sömürülmesiyle ilişkilendirilen, sınır ve onu aşma kavramlarının kendilerini dayattığı, geniş külliyata ait edebi bir türdür. Hikâye, bu açıdan bakıldığında, kayıp, kaçış ve ortadan kaybolma yanılsamasının bir geçiş yolculuğu; bir ara muhayyel durağı gibi duruyor.

Troya ile Venedik arasında, geçmişini kamufle etmek üzerinden, adeta duygusal bir illiyet kuruluyor.

Marco’nun kökenlerinin şehri Venedik, geçmişle başa çıkma öyküsü anlatmanın özel bir yolu olarak kullanıldı. Venedik aynı zamanda, patlayıcı bir içselliğin topografyasıydı. Kent, Marco Polo’nun, içine hem fantezisini hem de yolculuğunu boca ettiği anlamlandırma zincirindeki bir boşluk arazisiydi; bu, bir gösterenden diğerine sürülen öznenin düşe başvurarak kapatmaya çalıştığı bir boşluktu.

Kubilay Han, “Her zaman başın geriye dönük olarak ileri doğru mu yürürsün? Gördüklerin hâlâ arkanda mıdır? Ya da şöyle sorayım. Yolculuğun sadece geçmişte mi yaşanıyor? […]” diye sorarken, Marco Polo’nun seyahatlerini geçmiş ile nostalji arasında bir zamansallığın içine sürmeye çalıştı. Aslında bu, geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği zamansız bir urban dünyası fikriydi.

Sonsöz

Calvino, sıra dışı yazma şekliyle, adeta bir anti-roman paradoksu yarattı.

O, “Unutulabilir kitaplar yazmak istedim hep, çünkü unutulmuş bir kitap, hafızada bir iz bırakanadır ve okuyucunun bilinçdışında çalışmaya devam eder” derken, unutulan kitabın unutuşun ötesinde bir gücünün olduğuna inanıyordu

İtalyan yazar yapıtında hem “ahlaki doğruluk”un hem “trajedi”nin izini süren bir anlatım seyri takip etti. Bütün hikâyeleri didaktik bir amaç taşıyadursun, hepsi ahlaki bir doktrin inşa etmeye yönelik bir postulata uydular.

Calvino, yeni-gerçekçiliğin dilini konuşurken gerçekliğin tüm alanlarını ele geçiren, soyut ve entelektüel bir edebiyatı benimsemiş bir yazardı.

Calvino için yazmak, felsefe ve bilimle bir nevi üçgen yaratan ve daha çok uzak dışarıya bir yolculuğa çıkan bir etkinlikti.

Metni, sürekli kanıtladığı doğru kelimeye bağlı kalırken, kâh bir polisiyenin kâh bir serüvenin kâh bir “Bildungsroman”ın kodlarını takip etti. Her zaman doğru kelimeleri aramak ve bunu mümkün olduğunca az kelimeyle yapmak yapıtını boydan boya geçen kırmızı iplikçikti.

Felsefi masalları yeniden keşfeden bu adamı, hikâye anlatıcısını, bilim aşığını, politik aktivisti ve ‘erdemliyi’ anlamak için değerli kilometre taşlarının izini sürmek gerekiyor.

Calvino’nun, imparatorluğun parçalanmasından ve kaçınılmaz yıkımından kurtardığı şey, harflerden oluşan bir tasarımın filigranıydı.

“Okur olarak bizim bu imparatorluktaki konumumuz tam olarak nedir?”: yanıtlamak zorunda olduğumuz asıl soru bence budur.

Bu konum, her şeyden önce, bir vazgeçişin, bir kaybın meyvesidir: bu konum, fethedilen toprakları tanımaktan, hem dünyaya sahip olmak hem ondan vazgeçmekten, başka yerde olmayı kabul ederken, dünyayı ifade eden dilin bir parçası olmaktan meydana geliyor. Calvino’nun metni bize, böyle bir konumun bir çeşit boşluk ürettiğini ve bu boşluğun, dünyanın yokluğu anlamına geldiğini söylüyor.

Direniş deneyiminin damgasını vurduğu “Örümcek Yuvası Yolu”nun gerçekçiliğinden, yapısalcı Oulip döneminin baş döndürücü virtüöz kombinatoryal oyunlarına (“Görünmez Şehirler”, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”), oradan felsefi öykü, “Ağaca Tüneyen Baron”a uzanan yazın serüveninde İtalo Calvino yeni yazma yöntemleri keşfetmeyi asla bırakmadı. Eğer zamanından önce ölmeseydi (1985), eserleri kim bilir daha kaç dönüşümü belirgin kılacaktı.

Utangaç ve içine kapanık İtalyan yazarın görünüşte en soyut yazıları bile gerçekle yüzleşmek, dünya hakkında bilgi vermek ve onun içinde yer almak konusunda sürekli bir arzuyu yansıttı.

Kısacası “Görünmez Kentler” bir doz büyüden bir doz masaldan ve bir doz mitten inşa edilmiş olup tersten yazılmış bir mitin mührü altında adeta bir “Civitas libera et immunis”i[10] imliyor.

“Şehirler”, diyor Marco, “aklın ya da rastlantının eseri olduklarına inanırlar, ama ne akıl ne de tesadüf duvarlarını ayakta tutmaya yetmez. Bir şehrin, yedi ya da yetmiş yedi harikasından değil, sorunuza verdiği yanıttan zevk alırsınız.”[11]

[1] Italo Calvino, Le città invisibili, ss. 357-498.

[2] Hinduizm’de dünyanın yaratılışı ve sonu arasındaki uzun zaman dilimini tanımlamak için kullanılan bir terim.

[3] Italo Calvino, “Le città invisibili”, s. 357-498.

[4] İtalo Calvino, “The Castle of Crossed Destinies”, Martin Secker & Warburg Ltd; 1st Edition, London, 1977.

 

[5] Italo Calvino, “Le città invisibili”, s. 311-313.

[6] İ. Calvino, kendi yaşındakilerle yetişkinlerin dünyası arasında kaybolmuş, “Örümcek Yuvalarının Yolu”nu (İl Sentiero dei nidi di ragno 1947) izleyerek yerini arayan küçük bir çocuktu. O kendine dünyada yeni bir varoluş tarzı inşa etmek ve çağı farklı görüş açılarından gözlemlemek için asla inmeyeceği ağaçlara tırmandı.

 

[7] İ. Calvino, “Le Baron perché”, édition Einaudi, Bologna, 1957.

[8] Sıkıcı görkemli konuşmaların mühürlediği faşist dönem Calvino’nun resme ve sinema salonlarına kaçtığı bir çocukluğa kontur kazandırdı. 20 yaşındayken İtalyan Komünist Partisi’ne bağlı Garibaldi tugaylarına katıldı, ancak 1956 sonbaharında Macaristan’ın Sovyet birlikleri tarafından işgali kınanmayınca partiden köktenci şekilde koptu.

[9] Italo Calvino, “Le città invisibili”, s. 377-379.

[10] Bağlı olmayan, özgür kent.

[11] İtalo Calvino, “Le città invisibili”, s. 188-190.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl