Ana Sayfa Litera Kırmızı-beyaz Hâle (Öykü)

Kırmızı-beyaz Hâle (Öykü)

Kırmızı-beyaz Hâle (Öykü)

İçindeki onca keder yüküyle iskeleye tam yanaşırken fena halde yalpalayan bir vapuru andırıyordu.

Dalganın çukuruna biriken, kiri, çöpü, bekleyişi ve zamanın yağımsı köpüğünü seyretti.

Eve giden kilometrelerce yolu ışık hızıyla katettiğini fark etti. Balkonun korkuluklarına dayandı sonra. Her zamanki seyrindeydi sokak.

“İçin için yanan yerden ayrılıp, kuytularına sığındığım yere geldim; benim için ne hazırladığını bilmeden geldim bu şehre.

Bir ejderha, barbarlar ordusu, büyülü bir ada ya da sürprizden doğan bir aşk bekliyor olabilir beni.”

Sadece ölümün uçurumuna inip yaşam ağacına tırmanana açıyordu sokaklarını, seçimlerin ve mümkünün şehri.

Şehre inmeden önce masada duran süt şişesini ağzına dikti. Bıyıklarına yapışan fazlalığı elinin tersiyle sildi, ardından gargara yapar gibi ağzının içinde çevirdi hiç olmayan yudumunu.

Şehirde, “Hem Yaşatan Hem Öldüren Sıvılar” konulu bir sergi açılmıştı.

“Sütçü Kızın Kırılan Testisi” tablosunun önünde durmuş züppe kılıklı biriyle konuşuyordu kadın.

Yanında duran adamın etrafını ciğer delici bir koku ağılı sarmıştı.

Birkaç adım geriye çekilip bakınca kadının yanında duran ve bir ceset gibi kokan adamın kendisine çok benzediğini fark etti.

Birkaç adım öteden sıcak şarabı dibine kadar içip ısınan içiyle kadının yüzüne bakarken, aynı şeyi kadının yanında duran ve bir ölü gibi kokan adamın da yaptığını görüp dehşete kapıldı.

“Sanırım sanatçı, yere dökülen sütün çağrışımında tarihin sonuna veya bir lanete gönderme yapmış” diye lafa girdi.

“Giyimiyle ve diriliğiyle köylülüğü kodlayan karakterin dolgun memeleri, süte, arzu ve yaşamla bağlantılı libidinal bir değer kazandırıyor.

Yere dökülüp saçılan sütün ahşap zemine işleyen sarımsı beyaz gölgesi, suç mahallinde cesedin etrafına tebeşirle çizilen bir çizgiyi andırıyor…”

Betimlemelerini hayranlıkla dinleyen kadın lafını keserek, “Sizi bir yerden tanıyor gibiyim” dedi. O an dehşetle anladı konuştuğu kadının Hanna olduğunu.

“Sanmıyorum” deyip gözlerini kaçırdı. Sonra usulca uzaklaştı kadının yanından. Uzaklaştıkça tiksinç kokunun da dağıldığını hissetti.

Tabloda arka planda bir asmanın yaprakları resmedilmişti; koruğunun kekre tadı onu kayıp gençliğine götürdü. Erken olgunlaşan salkımlarının kızıl gölgesi, şafak vakti toplanan yabani kuzukulağı, süt testisi ve sıcacık ekmek kafasında canlanıp, geçmişe çağrışım köprüleri kurdular.

Ne de olsa kırmızı, yeşil ve beyaz, varlıkları hem erdemli hem vahşi yapan besinlerin renkleriydiler.

Anne sütü, büyülü erdemlerden saf bir içecek; anlam ve öz taşıyan sözcüklerden bir yudumdu onun için.

Annesinin doğum günü pastası yapmak için köy bakkalından aldığı, çikolatadan, vanilyadan, tarçından ve Hindistan cevizinden olma çocukluk yemeklerinin malzemeleri üzerine inşa edilen bir büyüsü vardı evlerinin.

Biri kuzeye diğeri güneye açılan kapıları en sıcak temmuz gecelerini dayanılır kılan hava değişimini sağlıyordu.

Köy, bahçe ve sıcak ekmek çıtırtısını andıran evin çağıltılarının ötesindeki her şey, tehlike, yalnızlık ve yitiklikti onun için.

“Çocuklar ile deliler, görür görmez, nedense severlerdi annemi.

Denize bakardı evimiz. Güneş, erken olgunlaşan salkımı gevreğimsi yapıp şekerlendirirken, aslında mavinin tuzlu kıyısıydı şarap rengiyle süslenen.

Süt, astım nöbetlerini yatıştırıyordu, yoksa ondan çok hazzetmezdi annem.

Süt ve şarap için ‘başka hayatlara destursuz girmemiş olanların saflığının sembolü’ derdi.

Ablamla bana başka hayatlara kırıp dökmeden girmeyi o öğretmişti.

Benim için süt ve şarap, en ıssızı, ayak basılmamışı, insandan uzaklaştıkça gençleştireni, yeniden başlayan her şeyi ve en çok, bedeni çürüten zamanın reddini ifade ediyordu.

Pişirme ve yoğurma, zamanın sınavından başarıyla geçen ilişkilerin adlarıydılar. Yoğuran el ile ısıttığı ve pişirdiği kadar aydınlatan alev, annemi simgeliyordu.

Paskalya Pazarında yenmek üzere pişirilen beş köşeli çörek, elin ve ateşin sınavından geçmiş hamurdan çok daha fazlasıydı.

El ve alev, ışığın ve titreşimin giderek daha az ulaştığı, sarmaşıkların ve ayrık otlarının büyüdüğü arka bahçeyi aydınlatıp sırlarına, onları görünür kılan bir ışık tutuyordu.

Dişbudak ağacından bir zırhı andıran külrenginden kürküyle kedi Luna’ya annem, ‘cübbeli canavar’ diyordu. Luna evimize sütle dolu bir göbeği, gri postunu patlatan gergin meme uçları ve boğuk miyavlaması ile gelmişti. Bu Persli güzel, bir süre sonra sütünü kaybedip, annelik ve dadılık haklarından feragat edince garip bir melankoliye kapılmıştı.

Bir gün annem benim yaşımdaki komşunun çocuğu küçük Sait’e şakayla karışık beyaz göğsünü sunarken, onun bir atınkini andıran kişnek ağzından akan sütten nefret etmiştim.

Annem ve Raşel teyze oyun olsun diye bebeklerini değiştirmişler. Raşel teyze, “Seni sütümle besledim ben, Hanna’yla süt kardeşisiniz siz, vazgeç artık bu sevdadan” diye her defasında bağırınca yüzüm kıpkırmızı olur ona çılgınca kızardım. Kızarmamı, bir yürek sıcaklığını kaybetmeyle, küçük bir varlığın büyülü evinin çarpıtılmasıyla, ilk baştan çıkarma fikriyle ilişkilendirmem epey zamanımı almıştı.

Annemin canına minnetti; çünkü bir türlü bağrına basamamıştı Hanna’yı.

‘İnsanın mayasından kaçınılmaz bir şekilde etrafa bazı şeyler saçılır ya hani; bu kızın mayasından saçılan şey, haz, eşya tutkusu, günah ve bencillik. Derin olan aslında yüzeyde saklı oğlum; bunu nasıl görmezsin?’ diye başımın etini yiyordu.

Hanna ile aramdaki sıkı yakınlığı engelleyemediğini fark edince, anne ile sevgili arasındaki rekabette sanki yenilmiş olmanın burukluğuyla, ‘İhanet etmeden bir anneden diğerine geçemezsin’ demişti. Bu lafına epey içerlenmiştim.

Namluları farklı hedeflere yöneltilmiş topları vardı annemin; aşkın balistiği konusunda çok yetenekliydi ne de olsa.

O, aşk yaralarının bile yemek yoluyla iyileştirilmesi yeteneğine sahip bir kadındı. Bana, ‘Eğer güvenirsen, her aşk sindirim sistemi gibi organize olma eğilimindedir’ derdi.

Kalın bir kitabın sayfalarını atlayarak ilerliyordu zaman.

O gün kilden ocakta taşan sütü, ıssız mutfağı, duvarda asılı mavi emaye tencereyi görünce annemin sonunun yaklaştığını hissetmiştim.

Hastalığı birçok kez gerilemiş, fakat sonra, ocaktan saçılan alev gibi, yeniden bedenini sarmıştı; en son onu, sıcak çikolata kokusuna gelen Luna’nın kapının altından uzattığı sabırsız pençe darbeleri gibi vurup, belden aşağısını felç etmişti.

Her zaman olduğu gibi önce baba giderdi ama. Babamın ani ölümünün ardından ahvali daha da kötülemişti annemin.

Annemin hayatımızda kapladığı alan devasa bir örümcek ağına benziyordu. Örümceğin biri, bizi bir av gibi, sonsuza dek kendisine bağlı kılacak şekilde örmüştü ağlarını.

Ablamı, torun torba sahibi olurum umuduyla, evlendirmişti.

Ablam tuhaf biriydi. Daha evliliğinin üçüncü ayındayken yatak odasını havasız küçük bir mezara benzetmeye başlamıştı.

Bir keresinde anneme, ‘Bahçemizdeki rayihaya meydan okuyan, plastik eriyiğini andıran insan kokusunu soluyarak geçiriyorum günlerimi. Hayatımın bir gününün daha, aynı kahredici ritim ile bittiğini gösteren, çürümüş çiçeklerden, terden, tütsüden, sığır nefesinden, çarşaflara dökülen tüylerden, soslardan ve buğulardan yapılma bu evi her keşfettiğimde göğsümün üzerine ağır bir mezar taşının konduğunu hissediyorum’ diye yazmıştı.

Ablam için düş, yumuşak bir ekmeğin yüzeyine sürülen gül reçeliydi. Oysaki reçeli, şekil tutup akmaması için, sert ekmeğin yüzeyine sürmek gerekiyordu.

Velhasıl, düğünden üç dört ay sonra, sonu hüsranla biten bir aşk romanının ortasından fırlamış gibi, anne evine geri dönmüştü.

O romanda okuduklarının gözlerini körelten imgesi, orada süt testisinin hiçbir zaman kırılmadığı, orada ateş ile elin iş birliğiyle ruhsal ve bedeni yiyeceğin her zaman bol olduğu, onu tepeden tırnağa örten siyah kadifeden bir perdeyi andıran annemin saçlarının korunaklığında, hep hayat ve şefkat dolu bir anne eviydi.

Aslında ablamınki, anne teni dışında başkalarının tenine alışamamak meselesiydi.

Annem, romantik uykusuzluktan bitkin düşmüş, üzgün ve kayıp ablamı evimizde yatarken bulmuş, uyandığında onu mutfağa çekip bir hikâye anlatmıştı.

Çağrışımlarında bütün bir duygu okyanusunun geri geldiği hikâyeler anlatırdı annem; mutluluktan, üzünçten, zevklerden, belirsizlikler ve kesinliklerden, vaatlerden ve tutulmamış sözlerden, bilgelikten, gururdan ve hatta kendinden iğrenmeden bir okyanusun…

‘Rivayete göre, Danaos’un elli tane kızından kırk dokuzunun çeyiz sandıkları bereketten ziyade başka başka boşunalıkların eşyası ile doluymuş. Ve bu kızların her birinin o kadar çok sıska kedisi varmış ki, onları süt yerine ağız dolusu hayali şeylerle besledikleri için, sonunda hepsi ölmüş bu kedilerin…’

Onlarca sondaja rağmen derinliği asla bilinmeyen bir okyanus gibiydi annem. Yıkımı uzak bir zamana ötelemek için, inşa uzun sürmüştü hayatında.

Hem bizi hem dünyayı da terk ettiği o gün, tıpkı babamı kızdırdığı zamanlardaki gibi, izmaritlerini tezgâhın üzerinde sıralamış, mutfağın karanlığında tek başına oturuyordu.

Artık ağırlıkları kaldırmayan mutfağın sürgülü penceresinden, gri bulutları camdaki lekeleri andıran gökyüzünü ve sarımsı kayaları imparator penguenlerine benzeyen dağı izliyordu; alacakaranlık akşamüstlerinde, kalbini kucaklayan büyük, güven verici kollardı bunlar.

O akşamüstünde denizi topaz gibi yakıp mayalandıran dalgalar, adeta ateşte taşan bir sütün köpükleriyle vuruyorlardı kıyıya.

Kahvesine kattığı sıcak sütün sigara dumanıyla karışarak yemek borusunun duvarından aşağıya doğru süzülüşünü hissetti muhtemelen. Kahveye karışan bu litrelerce sütün vücudu tarafından, nerdeyse hayatının onda beşi uzunluğunca, emilmesi ona artık tiksindirici geliyordu.

Vaatler ve tutulmamış sözlerle dolu bir pencere kör edici beyaz bir parıltıyla açıldı ansızın.

Babamdan kalan silahı, muhtemelen demirin soğukluğunu hissedecek kadar yaklaştırmıştı tenine. Sonra bir patlama sesi duyuldu. Yüzünün bir yarısında büyük bir kan pıhtısı görünürken, öteki yarısı barutun siyah noktacıklarıyla kaplıydı.

Kan akıp, yama tutmayan dikişlere rengini vermişti. Kanın kırmızı halesi saf ve erdemli olanın beyazlığıyla bir tezat oluşturuyordu.

Ağzımızdaki sözcükler pıhtılaşıp, kopuşun ve mülksüzleştirmenin habercisi bir birikintiye dönüştüler.

Onu oradan bir ceset torbasının içinde götürdüklerinde, mutfak tezgâhının üzerindeki süt şişesi külü uzamış sigaranın üzerine devrilmişti. Hayatta ölülerin yaşayanlardan çok daha kalabalık olduğunun ayırdına vardığınız bir an vardır ya hani, işte öylesine bir anın içindeydik.

Ablam, belki de dağılmayı daha da görünür hâle getirmek için, çilekli tartıyı tuzla tatlandırarak taziyeye gelenlere dağıtmıştı.

O gün açlık ve doymak, dolmak ve boşalmak eşitlenmişti adeta.

Doyumsuz kırlangıç yavrularının yuvası ile doymuş kedi yavrularıyla dolup taşan sepet adeta aynı anda boşalmıştı.

Annemizin kremalı çikolatasını doyana kadar içen örümceğin davul derisi gibi gerilmiş karnı da boşalmıştı ve bahçedeki her şeyi kemirip bitiren ve Lisyantuslardan sonra Hanımelilere saldırmakla tehdit eden başparmak büyüklüğündeki tombul tırtılın karnı da öyle…

Güneşin asmada üzümleri yavaş yavaş şekerlemesi gibi, unu ekmeğe, çiğ sütü köpüklü ve kaymaklı olanına dönüştüren annelik ateşiydi sönümlenen.

Annemin ölümünden sonra yalnızlığın, uzun süre görünmez olarak havada asılı kaldıktan sonra, avına gökten pike yapan bir Kureyş şahini gibi gelip üzerimize çökeceğini ne ben ne ablam bilebilirdik.

Ablam, artık göklerde olan anneme sözde daha çok yakınlaşmak için, kışın bile dağlara tırmanır olmuştu. Donmuş cesedini çobanın biri bulmuştu.

Annemin canına kıyması besleyici toprağın kaynağının kuruması anlamına geliyordu benim için. Her günün doğuşunda içilen iki pınarın suyuydu kuruyan. Birincisinin tadı defne yaprağına, ikincisininki ise sümbül sapına benziyordu.

Her şeyi çürüten zaman, her türlü hayırseverlikten uzak vahşi yüzünü göstererek ilerlerken, memeye yasaklanmış bir bebeğin ruh hâlinden bir türlü kurtulamamıştım.

Babamın ölümünden sonra evin tek erkeği olarak anneme yeterince bakamamanın suçluluğu da büyüyordu içimde.

Suçluluk, her gece saat üçte tavandan aşağı inip annemin kremalı çikolatasından doyana kadar içen bahçe örümceğinin yapışkan salyalarına benziyordu.

Öyle böyle değil, öz sularından, bir bahçe örümceğinin bile sonuna kadar içmeyi ihmal etmediği bir gül çalısıydı annem; hayal kırıklıklarını, pişmanlıkları, suçluluğu ve borçlulukları, sevabı ve günahı toprağına karıştırıp çözen, yağmurun altında unutulan bir bahçenin…

Bizimkisi, uzun süre ağzı açık kaldığı hâlde, bozulmamış sütün, sıcak küllere yatırılmış olmaktan hep taze, hep çıtır çıtır olan ekmeğin; bir köstebek karnı kadar hep yumuşak kalan Paskalya çöreğinin, başucundaki zaman uykuya daldığı için yaşlanmanın durdurulduğu sonsuz gençlik iksiri Süryani şarabının eviydi.

O evi her anımsadığımda içimde bir süt testisi çatlar; hızlanan nabzımın ve iç çekişlerinin durmasını beklerdim; çiçek saksılarının toprağını sırrına kadar eşeleyen, bahçedeki kirazların pembe etini parçalayarak suyunu emen, kırmızı ve morla oksitlenmiş bir kuş geçerdi gözlerimin önünden.

O evi her anımsadığımda, ağır mezar taşını devirerek bir Lazarus çıkardı gün ışığına.

O evi her anımsadığımda, meme uçlarını kahverengileştiren sütün kokusunu alırdı Luna’nın yavruları; patileriyle ufalanan keseklerde kendi yuvasını kazırdı boz dişi.

O evi her anımsadığımda, bir lahana tarlası kadar bile olsa, içinde kendimizi biricik, efendi ve rakipsiz hissettiğimiz, bir sonsuzluk arazisi açılırdı önümde.

Annemin, ablamın ve Hanna’nın yüreğini kuşlara benzetiyordum; kafeste hareketsiz görmek istemediğim kuşlara…

Ablamla ben hâlâ sözleri olmayan çocuklardık ve bahçeye, bir Kureyş şahininin gagaladığı yerlerden, sızıyordu kanımız.

 

 

_____

 

NOT

“ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl