Ana Sayfa Litera Korku (Öykü)

Korku (Öykü)

Korku (Öykü)

O gün İstanbul’da bir koku vardı. Kötü, pis bir koku. Karaya varmamıştık henüz. Denizin ortasındaydık. İki kıtanın arasında. Hava güzel, güneşliydi. Gemi hayli kalabalıktı. Yanlardaki tek sıralı tahta oturaklı yerler dahil olmak üzere üç kattaki bütün iç ve dış alanlar insandan geçilmiyordu. Geminin o her zamanki temkinli süratine eşlik eden rüzgâr, yolcuların yüzlerinde hoş bir ferahlık yaratıyordu. Ama şu koku… Denizden gelmediği hemen anlaşılıyordu. Belli ki karadan esiyordu ve biz oraya ayak basmaktan şu anda vazgeçebilirdik. Henüz çok geç değildi. Dümeni kırar ve en yakın adaya sığınırdık. İstanbul’un irili ufaklı pek çok adası olduğu düşünüldüğünde, birinden birine kabul edilirdik herhalde. Ama hemen böylesine kötü düşünmeye gerek var mıydı? Tabi ki vardı! Çok kötü kokuyordu çünkü. İnsanın aklını çelen de buydu. Denizin ferahlığını bırakıp da o tarafa gidesi gelmiyordu insanın artık. Peki ya diğer vapurlar? Onlar da almışlar mıydı aynı kokuyu? Bizimle birlikte seyreden diğer gemilere baktım. Onlar da çok kalabalıktı ve yolcuları aralarında bir şeyler konuşuyor gibiydiler. Ya da benim uydurmamdı. Bu mesafeden anlamak imkânsızdı elbette ama, onların da insanın burnunun direğini sızlatan bu pis kokudan kaçamadıklarına eminim. Bizim vapura baktığımda kokunun insanlar üzerinde yaratabileceği sıra dışı bir hareketliliğin henüz başlamamış olduğunu gördüm. İstemsizce elimi burnuma götürdüm. Etrafı saran kötü koku, rüzgârın etkisiyle daha da yoğun hissedilir olmuştu. Vapur tam yol gidiyordu. Kaptan köşkündekiler henüz kokuyu almamış olmalıydılar. Yoksa muhakkak kafalarını dışarı uzatıp neler olup bittiğine bakarlardı. Etrafıma bakındım. Herkes gürültüyle bir şeyler konuşuyordu ancak ne dedikleri anlaşılmıyordu. Karşımda oturan üç kişiyle göz göze geldik. “Nedir bu koku böyle Allah aşkına?” dedim. İkisi yüzlerini ekşitip elleriyle burunlarını kapatırken, diğeri “Valla, biz de anlamadık ama dayanılır gibi değil” dedi. Başımı sallayarak onayladım. Hakikaten katlanılır gibi değildi. Artık karaya daha fazla yaklaşmak istemiyordum. Bir tuhaflık vardı. Bu esnada tam yanımdaki hanımefendiye dönüyordum ki geminin yavaşladığını fark ettim. İçimden bir oh çektim. Rahatlamıştım. Derken vapur tamamen durdu. İster istemez bir tedirginlik sarmıştı etrafı. Ama ben yine de soğukkanlılığımı olabildiğince korumaya çalışıyordum. Bu defa yanımdaki hanımefendiye dönebilmeyi başardım. Titriyor olduğunu fark ettim. Üzülmüştüm. Sakinleştirmeye çalıştım:

“Merak etmeyin. Teknik bir arıza oluştu sanırım.”

“Bu koku da mı teknik arızadan evladım?” dedi. Rüzgârdan dolayı gözlerini hafiften kısarak söylemişti bunu. Hemen sonra da elini burnuna götürmeyi unutmamıştı.

Sonunda kaptan güvertede gözüktü. Bir Şehir Hatları yolcusu, bindiği vapurun kaptanını hayatında kaç defa görürdü ki? Hem neden görsündü? Bunlar belki denizaşırı seyahatlerde olan şeylerdi. Bizim yolculuğumuz kısa sürecekti. Kaptanla tanışmamıza hiç mi hiç gerek yoktu. Ama şu anda karşımızda duruyordu. Önce elinde tuttuğu şapkasını başına geçirdi. Şapka tam oturmayınca biraz sağa sola oynattı. O da tedirgin ve şaşkın görünüyordu. Lafa neresinden başlayacağını bilemez gibiydi. Tek yönden esen rüzgârın suyun üstünde oluşturduğu ufak dalgacıklar gibi gözlerini denizin üzerinde şöyle bir gezdirdi. Gerekmediği halde ceketini düzeltti. Henüz hazır değil miydi yoksa? Yanındakilerden medet umdu. Umduğunu bulamadı. Bu sırada kaptanın güverteye çıktığını duyan diğer yolcular da bulunduğumuz alana gelmeye başlamıştı. Kalabalıktan homurtular yükseliyordu. Kaptanın soru yağmuruna tutulması an meselesiydi. Derken buluttaki su yeterince yoğunlaştı ve ilk tanecik düşüverdi:

“Yahu kaptan, neler oluyor? Neden duruyoruz?”

Kaptan sessizliğini koruyordu. O sessiz kaldıkça kalabalıktaki homurtu giderek arttı ve bu sefer sağanağa dönüştü:

“Bir şey söylesene be adam!”

“Neden durduk?”

“Neden gitmiyoruz?”

“Bu koku ne böyle?”

“Vaktimizden çalıyorsunuz. Farkında mısınız?”

Kaptan artık kaçamayacağını anlayınca dönüp köşküne baktı. Bizler oturduğumuz noktadan kimle göz temasında olduğunu göremiyorduk ama köşkteki bir başka görevliden yardım istiyor gibiydi. Çaresizlik içinde olduğunu görebiliyordum. Adamcağız sıkıntıdan patlamak üzereydi. Önündeki küpeşteye doğru yaklaşınca, kalabalık bir anda sessizleşiverdi.

“Gemiyi durdurmak zorunda kaldık. Çünkü karaya yaklaşmamıza şu an için izin vermiyorlar.”

“Ama neden?”

“Karadakilerle yaptığımız görüşmede bize de pek bir ayrıntı verilmedi. Sadece gemiyi durdurup beklememiz gerektiği söylendi.”

“Yalan söylemeyin. Böyle şey mi olur?”

“Sakin olun lütfen. Sadece beklememiz gerekiyor.”

“Kardeşim, işe gidiyoruz işe! Anlamıyor musun! Biz işten atılınca sen mi vereceksin maaşımızı?”

Herkes söz birliği etmişçesine her zamanki manasız sorulardan vazgeçmiyordu bir türlü. Adamın ne zorunluluğu vardı ki size maaşınızı ödesin. Belli ki karada da yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. O tarafa doğru şöyle bir bakıverdim. Karadan epey uzaktaydık. Üstüne üstlük, güneş iyice yükseldiği için karayla denizin birbirine temas ettiği noktada ışık parıltıları oluştuğundan, neler olup bittiğini anlamak iyice güçleşiyor, adeta imkânsız hale geliyordu. Halbuki o parıltıları seyretmeyi ne kadar severdim eskiden. Şimdi sinir bozucu birer ışık kıpırtısından başka bir şey değillerdi.

Her ne kadar sakinliğimi korumaya çalışsam da ben de yavaş yavaş tedirginliğin pençesine düşmeye başladım. Bunda kaptanın o yetersiz açıklamasının büyük etkisi olmuştu. Yanımdaki kadına baktım. Yüzü bembeyazdı. Elini tuttum. Zangır zangır titriyordu. Kısık bir sesle, “Yüzme bilmiyorum” dedi.

Önce anlamadım. Geminin batacak noktaya gelme ihtimali ya da kurtarılamayacak olmamız o an için o kadar uzaktı ki. Üç yüz milyon ışık yılı öteye ışınlanmış gibi oldum. Sanki o an beynimde bir milisaniyelik bir elektrik kesintisi yaşandı. Elini sıkıca kavradım:

“Ben biliyorum” dedim.

Karadan siren ve anons sesleri geliyordu. Yapılan anonslarda ne dendiği bizim tarafta anlaşılmıyordu. Hangi ara aynı evrenin farklı gezegenleri oluverdik? Bu kadar hızlı mı değişiyordu her şey? Neden kimse gelmiyordu bizi kurtarmaya? Nasıl bu kadar çabuk gözden çıkarılmıştık böyle? İstanbul’da, denizin ortasında, motorları kapatılmış koskoca bir gemiydik! İçinde bine yakın yolcusu olan koskoca bir gemiydik biz! İnsanların koşturmacası yüzünden gemi yalpaladıkça yalpalıyordu. Midem bulanmaya başlamıştı artık. Ellerim terliyor, tüm vücudum karıncalanıyordu. Herkes aynı anda bağıra çağıra konuştuğu için bütün sesler birbirine karışmıştı. Kasvetli gri bulutların bir araya toplanıp oluşturduğu kötücül bir fırtınanın ortasında kalmıştım. Bulutların yoğunluğu arttıkça, etrafımda konuşulanları işitmesi de zorlaşıyordu. Gittikçe sağırlaşıyor gibiydim. Sesler gittikçe yükseldi, yükseldi, yükseldi ve sonunda tek bir notada birleşip sabit bir çınlama haline geldi.

Gemideki bu uğultu iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bütün sesler birbirine karışıyor, kimin ne dediği asla anlaşılmıyordu. Herkes kendi sesini duyurma telaşındaydı. Koca bir gemi dolusu insan denizin ortasında kalakalmıştık. Bu heybetli boğaz, tüm ihtişamına rağmen çok şiddetli havalarda dahi sakinliğini korumayı bir şekilde elden bırakmazdı. Koyu yeşil, lacivert ve mora çalan renkleriyle insanda hem bir ürperti hem de sonsuz bir saygı uyandırırdı. Şimdi de hafif hafif kıpırdıyordu sadece. İçinde bulunduğumuz kaosu dindirmeye çalışıyor, tüm sakinliğiyle kucaklıyordu bizi. Karadaki o habis kokunun aksine doya doya içimize çekebileceğimiz eşsiz bir ferahlık sunuyordu biz yolculara. Yolcu mu? Hâlâ yolda mıydık ki? Bir yere gittiğimiz yoktu. Başladığımız yolculuk beklediğimiz yerde sonlanmamıştı. Arada kalmıştık. İnsanlar panik içindeydi. İş ya da maaş endişesi şimdi yerini daha temel başka bir şeye bırakmıştı. Bir grup can yeleklerinin olduğu yere gitti. Anlaşabilmeleri mümkün görünmüyordu çünkü gemi çok kalabalıktı ve belli ki yelekler yeterli gelmiyordu. Ne hazin, insanların mantıktan ve sevgiden koşarcasına uzaklaşması için karadaki o pis kokunun içinde olmalarına gerek kalmamış, kokuyu uzaktan duymaları bile yetmişti.

“Benim ailem sizden daha mı değersiz yani?”

“Ben öyle bir şey demedim. Ama siz de kendinizi düşünüyorsunuz.”

“Böyle bir yere varamayız arkadaşlar. Sakin olun. Belki hepimize yetecek kadar yelek vardır.”

“Sen şöyle bir etrafına bak bakalım. Sence burada o kadar can yeleği var mı?”

“Eh! Siz konuşadurun. Ben alıyorum şu ikisini.”

“Öyle şey olmaz. Bırak şunları. Oturup konuşmamız lazım.”

“Konuşacak bir şey yok.”

Adamın yelekleri almasına müsaade etmediler tabii. Ama diğeri ısrarından vazgeçmiyordu bir türlü. İtişip kakışmalar başladı. Yumruklar savruluyordu artık. Sesler gittikçe çoğalıyor, ipe düğüm üstüne düğüm atılıyordu. Can yeleklerinin oradaki sahne bu şekildeyken, öfkeli kalabalığın bir kısmı da vapurun büfesini yağmalamakla meşguldü. Dışarıda olmama rağmen hemen karşımdaki ufak pencereden olan biteni görebiliyordum. Yağma. Talan. Çok kısa bir sürede akıl almaksızın insanlıktan çıkan yolcular suları, ekmekleri, diğer bütün yiyecek ve içecekleri pantolonlarının ceplerine, kollarının altına sıkıştırıyor; taşıyamadıklarını kıyafetlerinden içeri atıyordu. Yiyeceklere ulaşamayanlardan bazıları ise bir köşeye oturup ağlamaya başlamıştı. Gemi görevlileri şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, ne yapacaklarını bilemez halde muhtemelen yardım istemek için kaptanın yanına koşup gitti. Artık herkes kendisi için vardı. Artık herkes cehennemdi.

Kaptan bir kez daha göründü güvertede.

“Sakin olun artık. Bu geçici bir durum olabilir…”

Yolculardan bazılarının kaptanın yanına gittiğini gördüm. Adam cümlesini bitiremeden yakasına yapıştılar. Kaptanın şapkası başından düştü. Görevliler araya girmeye çalıştı ama yolcular daha kalabalıktı. İnsanları sakinleştirme çabaları sonuçsuz kaldı. Herkes aklını kaybetmiş gibiydi. Sanki artık kimse durup düşünmek istemiyordu. Çılgınlık her geçen an katlanarak çoğalıyordu. Yanımdaki kadına döndüm. Bayılacak gibiydi. Ayağa kaldırdım.

“Koluma girin lütfen.”

Kalabalığın içinden kendimize bir yol açarak zar zor yürümeye başladık. Adım adım ilerlerken bir yanda da diğer elimle, gelebilecek darbelere karşı yüzünü koruyordum. Önce geminin içine girdik. Gözüm büfenin olduğu yere ilişti. Uzun süre bakmayı kaldırmadı içim. Yerde oturanları gördüm. Perişandılar. Bazılarının yüzü kan içinde kalmıştı. Sonra merdivenlere yöneldik. Yavaş yavaş aşağı inerken basamaklarda oturan insanların yüzlerinde gördüğüm korku tarifsizdi. Artık giriş katındaydık. Ağlamalar, haykırışlar, öfke, korku, telaş, dehşet, şaşkınlık. En çok da şaşkınlık belki. Yanımdaki kadın sendeleyince kendime geldim. Bir yer arıyordum. Bütün bu kaostan uzaklaşabileceğimiz küçük bir sığınak. Etrafıma bakınırken gözüm yeşil bir kapıya ilişti. Elimle o tarafı gösterdim. Yerde oturanların üzerine basmamaya özen göstererek geçtik aralarından. Sonunda varabilmiştik. Kuvvetle ittirdim kapıyı. Bir elektrik düğmesi vardır ümidiyle elimi duvarda gezdirdim. Işığı açtım. Küçücük bir odaydı. Bir nebze olsun sessizdi. Uğultunun çoğu kapının dışında kalmıştı. Kadının yanına oturdum. Çantamdaki suyu uzattım. Az da olsa içti. İyi gelmişti. Biraz daha içti. Bir süre konuşmadan öylece oturduk. Bir türlü düşüncelerimi netleştiremiyordum. Beynim uyuşmuş gibiydi. Sessizliği bozan o oldu:

“Burası da kokmaya başladı evladım.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl