Ana Sayfa Litera Müktesebatı Geniş Dakiğin Orman Yolları (Öykü)

Müktesebatı Geniş Dakiğin Orman Yolları (Öykü)

Müktesebatı Geniş Dakiğin Orman Yolları (Öykü)

La la la la, la la la la la

Sylvie Kreusch

 

 

Tandırlar, lifler, demirler, üç örgülü pamuk ketene tırmanan ilk örümceği gördüğümde, ağı onda eğreti duruyordu. Ellerinin üstü siyah siyah noktalarla bezenmiş -yılların üzerine kondurduğu nazar boncuğu derdi Boğaziçi’nde Sosyoloji okumuş torunu- nenenin sol kolundan aşağıya inerken, ağı onda eğreti duran örümcek, sehpanın üzerinde duran ve içinde yarılanmış kahve olan kupaya epey uzaktı. Mutfak kapısı 70’lerden kalmaydı. Ev belki yüzyıllıktı. Nine doksanını devirmiş. Cumhuriyet öğretmenlerinden. Her gün Cumhuriyet gazetesi okur, acı Türk kahvesi içerdi sigarasıyla. Salinger’ın Dokuz Öykü’süne adeta âşıktı. Şairlerden bir Turgut Uyar’ı severdi. “Diğerlerini de okurum, ama Turgut başkadır.” derdi. Şimdi, 3 yıl önce ölmüş ninenin evine girdiğim zaman -ağzımda tütünümle- örümceğin ağlarını bu sefer tavan kirişlerinde gördüm. Onun kadar yaşlı olmasa da bunun o eski örümcek olduğunu düşünmedim. O da herhalde ölmüştür, diye düşünerek dolaştığım odada -ağzımda tütünümle- bir başkalık bulmak isteyerek gözlerimi yerlerde, sehpalarda, halılarda, eski mutfak dolapları üzerinde, eski televizyonda gezdirdim durdum. Ortamı yokladım, şöyle bir kolaçan ettim. Her şey çok uzak ve yarımdı.

 

 

Hö Hö’yü Gördüğüm Ah O Geniş ve Dar Yollar

Fazıl Say, piyano çalıyordu bir Youtube kanalında. Siyahlar içinde bir koro, hemen arkasındayken, “la” notasıydı sanki, bana yıllar önce girmiş olduğum bir evdeki örümceği anımsatan. Notalar, doğrusu, kelimeler kadar güçlüymüş. Önce gittim eski bir sahaftan, eski bir roman aldım. Çok uykusuzdum. Beynim, bir kavanoz balı nasıl tabağa dökersiniz de öyle katı, öyle yavaş akar ya, öyleydi. Yürürken insanlar hayal meyaldi. Varlardı ama. Ben de onlar kadar vardım. Yürüdüm, meydanda bir çay ocağına oturdum. Bir çay söyleyip kitaba baktım biraz. Karşımda duran siyah tişörtlü, siyah pantolonlu kız, ilk bakışta bana tatlı geldiyse de biraz sonra onu, bir filmdeki bir karaktere benzettim. Güneş yüzüne vururken, sanki yüzünün sol kısmı yaralıydı ve tamamen kabuk tutmuştu. Biraz sonra da kanamaya başlıyordu. Yarası kanadıkça benim de yüzüm buruşuyordu. Beynimi lop et olarak hissettim. Sanki kafamın içindeki beyin denen o şey, kabuk tutmuş yuvarlak bir şeydi. Nereye baksam, nereye gözüm değse, ne hissetsem, ne düşünsem, kanıyordu sanki. Soğuk bir şubat gününde, elinizdeki küçük bir sıyrığa rüzgâr değer de ürperirsiniz ya, onun gibi bir şeydi. Kız, kesin kova burcuydu. Öyle soluk, öyle mutsuzdu. Çayı içmeden kalktım; ya da bir yudum alıp öyle mi kalkmıştım? Parasını vermiş miydim? Vermeden mi gitmiştim? Yoksa hiç gitmemiş miydim? O kızı hiç görmemiş miydim? Bilmiyorum. Uzun ve dar bir yoldaydım. Uzak, bir ağaçtı. Uzak, yeşildi. Uzak, güzeldi. Kendime yeşil, kendime bir ağaçtım. “Hür” demişti bir keresinde bir hocam, “dağ aşındırmaktır”. “Nakavt ise, yürümektir insanın kendisine doğru”. Bunu o çirkin burnuyla söylemişti. Sanki nefes alarak konuşur gibi, ağzını kıpırdatmadan. Bana bakarak söylemişti. Sınıfta muazzam bir kalabalık vardı. Kahve alıp sınıfa girmiştim. Yeni ayakkabılarım vardı ayağımda. Çantamda Seksek vardı. “Bir yerde durmak= Yersizlik”. M C kare gibi bir formül yazmıştı tahtaya. Sayılarla yazdığı formülü gramerce kendime uyarlamıştım. Dersten sonra gidip bir defter almış, hemen formülümü yazmıştım deftere. Güzel bir defterdi, güzel de bir kalem almıştım. İçimden öyle gelmişti. Formül de güzeldi. Güzel kızlar gibi güzeldi. “Yazmak, o zaman,” demiştim, “formüle etmektir”. O gün bir sürü defter alıp, eve gidip sabaha kadar yazmıştım. Elbette bir sürü kahve ve sigara da içmiştim. “Ben” dedim, “samimiyet severim”. “Samimi çapkın, samimi aşık, samimi şair, samimi insan severim”. “O zaman öpüşelim hadi” dememişti. Yükseleni kovaydı ama, güneş burcu neydi bilmiyorum. Kahveyi sigarasız içmezdi. Güzel değildi. Zekiydi. Soğuktu. “Benim fikirlerim oğlakçadır, duygularım kovaca”. “Benimle bir kahve içer, beni dinlersen, bana âşık olursun,” “Sana âşık olmak, gemi yakmak”. Böyle çok güzel bir dize vardı, çok güzel bir şiirde. Hatırlıyorum da şimdi Ayşe hanım teyzenin yaşadığı zamanlar daha bir anlamlı daha bir güzelmiş. Şimdiki zamanlar çok sıkıcı. Ellerimi ceplerime sokup gittim. Bir yokuştan indim. “Seni ben böyle bilmezdim, çok farklıymışsın, görünüşünle alakan yok, dışarıdan çok soğuk görünüyorsun, hem resim de yapıyormuşsun, cidden çok şaşırdım”. Aslında ona kısaca “salak değilmişsin” demek istemiştim. Aklımda ya da hislerimde beliren o şeyi kelimelerle böyle ifade etmiştim işte: “Seni ben böyle bilmezdim, çok farklıymışsın, görünüşünle alakan yok, dışarıdan çok soğuk görünüyorsun, hem resim de yapıyormuşsun, cidden çok şaşırdım”. Gülüşü seksiydi. Ya yokuştan iniyordum ya bir kahvede çay içiyordum. Eski bir sahaftan eski bir kitap almıştım. Ayşe hanım teyzenin örümceği. Uzak bir yol. Kırmızı hikâye. Şu filmi de izlemeliydim, diğerini de. Şiir de yazmalıydım hikâye de. Yazmış da olabilirdim, yazmamış da. Yürüyor da olabilirdim, duruyor da. Var da olabilirdim, yok da. Hö Hö şimdi kaç yaşındadır acaba? O zaman kaç yaşındaydı ki? Örümcekler okula gitse, onların okulu kaç yıl olurdu? Zekâ denen şey onlarda da var mıydı? Hö Hö’ye sormak lazım!

 

 

Müktesebatı Geniş Dakiğin Orman Yolları ve Hö Hö’yü Gördüğüm Ah O Geniş ve Dar Yollar

Tavan kirişinde eski mimari bir zevki duyumsar gibiyim. “Savaş estetiği ve Alman Nasyonal Sosyalistlerin Şehir Mimarisine Yönelik Eleştirileri” başlıklı bir makalede şöyle formüle edilmişti, bir binanın eğreti duran yerlerini iyileştirme çabası. Aynen şöyle yazıyordu: “Binanın oraya dikilmiş olması (çevirmenin kelime seçimi pek yerinde olmamış açıkçası, ‘binanın oraya yapılmış olması’ şeklinde çevirmiş olsa çok daha iyi olurdu bence) o binanın orada bir varlığı olduğu anlamına gelmez, anlam denilen şey, bir yerden çok, bir işarettir. Somut değil, aksine soyuttur. Öyle vardır ki, yok gibidir. O kadar ‘o’dur ki, işaret edilemez. Ve dahi gösterilemez.”. Birinci Dünya Savaşı’nda binalar işte böyle inşa edilmiştir. Bir gün gelir de yıkılırlarsa, ‘zaten yok gibi bir şeydiler’ denebilsin diye. “Zihin ve Anlam fikri”, diye düşündü Ayşe hanım teyze kendi kendine, “demek ki anlam somut ve ‘orada bir şey değil’”, orada aslında bir şey yok, zihnin üretim süreci anlamı oluşturuyor, ama aslında o kadar süratle yapıyor ki bu işlemi, şeyler sanki varmış gibi görünüyor, biz de anlam yükleyerek daha da şeyleştirmiş oluyoruz o “şeyleri”. Bir bina gibi tıpkı, kalın ve güçlü, işte burada diyebileceğin türden, kaskatı ve gerçek.

 

Kalkıp da sehpanın üzerinde yarısına kadar içmiş olduğu kahve kupasını alırken, sanki bir halüsinasyon gibi, siyah bir şey gözüne çarptı. Bunun üstünde fazla durmadı. Eski mutfak dolaplarına doğru yürümeye başladı. Gözlüklerini çıkartıp cama doğru yaklaştı. Sanki dışarıya bakarken, evin içerisinde biri dolaşıyordu. Sanki kendisinden çok sonra gelişecek bir olay, bir gün, şimdi yaşanıyordu. Arkasına dönüp bakınca odanın boş olduğunu gördü. Kahvesinden bir yudum aldı. Kendisi kadar gerçekti tepede duran güneş. Odanın içi bir o kadar gerçekti. Şimdi geriye dönüp oturduğu kanepeye bakarken bir örümceğin öylece orada durduğunu gördü. Ağları bembeyazdı. “Siyah beyaz bir anlam.” dedi kendi kendine. “Aslında orada bir örümcek yok, ben sanki öyleymiş gibi algılıyorum. Peki neden o anlamı (yani örümceği kastediyordu) örümcek olarak isimlendiriyorum? Zihnimin açığa çıkardığı, açığa çıkarırken geçen o süreçte, sonuç olarak adlandırdığım, anlam dediğim şeylere neden farklı farklı isimler veriyorum?”

 

Ha ben, ha genç bir çocuk. Gerçek, ona Hö Hö diyelim.

 

 

 

_____

 

 

NOT

ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl