Ana Sayfa Kritik “Niteliksiz Adam”: Bir Burjuva Dekadanı Anlatısı

“Niteliksiz Adam”: Bir Burjuva Dekadanı Anlatısı

“Niteliksiz Adam”: Bir Burjuva Dekadanı Anlatısı

Robert Musil’in tamamlanmamış “Opus Magnum”u modern edebiyatın en güçlü eserlerinden biri olarak okuna geldi. Kitap, aşırılık, ten, şehvet, lüks kostümler ve büyüklük yanılsamasının perde ve arka plan yansımasıyla dolup taşan Avusturya Barokunun son gösterişli betimi olarak postum büyük yankı uyandırdı.

Robert Musil’in “Niteliksiz Adam”ı[1] bazı edebiyat çevrelerince James Joyce’un “Ulysses” veya Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın Peşinde” yapıtları kadar, geçen yüzyılın en kanonlaşmış romanlarının Almancadaki karşılığı bir baş yapıt olarak değerlendirildi.

Yapıtın bir elması andıran edebî basıncının kaynağında, çok sayıda bilimsel terim ve şiirsel metaforla beslenen toplumbilimsel ve ruhbilimsel disiplinlerden alınan bir dil evreni yatıyor.

İkinci sınıf bir burjuva romanı olması bakımından, bana kalırsa, kitapta dramatik ya da epik anlamda bir kanon bulunmuyor.

Musil, dans eden kibir noktasına varan bir öforinin damgasını vurduğu 1913’ün çökmekte olan Viyana “Belle Epoque”nun edebî resmini çizmeye çalıştı.

Hafif olay örgüsünün vasıfsız karakterler kataloğu

Okuyucuyu, derinden sarsılan ve sarsıldıkça parçaları sapır sapır dökülen bir çağa sürükleyen eser, baş kahraman Ulrich’i merkezine alıyor. Ulrich, 1913’ün “Viyana Belle Epoque”unda yaşayan işsiz bir matematikçi-filozof ve “vasıfsız” bir adam olarak öne çıkıyor. Ulrich, aslında, kendisi için uygun olanı tanıyamadığından vasıfsız bir adam mertebesindeydi.

Robert Musil, kahramanı Ulrich’le, iç ikilemi modernitenin çalkantılarını yansıtan bir karakter yaratmaya çalıştı, çünkü Ulrich, bir ayağıyla eskide, öteki ayağıyla yenide duran Janusvari hibrit bir karakterdi.

32 yaşındaki Ulrich, modernliğin krizinden bir çıkış yolu olarak bazı mistik bakış açılarını keşfetmeye çalışsa da, hayatında manevi bir doktrin inşa etmeyi bir türlü başaramamıştı.

Ulrich karakteri, bu bakımdan, tinsel yoldan dünyanın üstesinden gelinmesine dair edebî bir üslubun somut arketipi olarak öne çıkıyor.

Yeni çözümler, bağlamlar, konumlar ve değişkenler bulup, eldeki prototiplerle arketipleri keşfetmek, Musil’in yapıtının zaten hedefine koyduğu bir meydan okumaydı.

Ulrich, en azından romanın başında, belli başlı etik kurallara riayet eden, yüzeysel ama görünüşte kusursuz bir burjuva bohemi olarak yaşamaya çalıştı.

Babası “Kakanien”[2] imparatorluğuna sadakatle bağlı, aristokrasiye hizmet veren tanınmış bir hukukçuydu.

Ulrich, babasının mektupları sayesinde imparatorun “Paralel Eylem” planından haberdar oldu.

İmparatorluk yıldönümü kutlamalarına hazırlanmak için yapılan geniş çaplı bir organizasyonda Ulrich, Avusturya elitinin çok çeşitli temsilcileriyle karşılaşma olanağı buldu.

“Paralel Eylem” Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in 1918’de 70. Yıldönümünü ve müttefiki olan Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 30. Yıldönümünü kutlayacağı bir organizasyon nedeniyle tasarlanmıştı.[3]

Paralel Eylem, aristokrasinin modernleşmeye karşı direnişi olarak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun önemini vurgulamak ve imparatorluk halklarının yükselen Alman nüfuzu karşısında kenetlenmelerini sağlamak amacıyla düzenlendi. Eylem, başka bir deyişle, Almanların kendi imparatorları II. Wilhelm için hazırladıkları şenliklere benzer, aslında onu gölgede bırakacak bir tören yapma planıydı.

Ancak, protagonistlerin herhangi bir meslek ya da misyona adanmışlıklarını neredeyse olanaksız hale getiren kararsız tavırları nedeniyle “Paralel Eylem” akamete uğruyordu.

Ulrich bu vesileyle, o zamana kadar varlığından habersiz olduğu Diotima adlı kuzeniyle tanıştı ve Diotima’nın büyük burjuvaziyle olan aile bağları sayesinde soylu yönetici çevrelere ulaşmaya çalıştı, çünkü Diotima, “Paralel Eylem”i hazırlamakla görevlendirildiğinden beri, ‘Viyana Belle Époque’unun üst ve orta sınıf burjuvazisinin tüm ‘maskeli’ karakterleri onun salonlarında düzenli olarak bir araya geliyordu.

Diotima da, “Culte de l’Être suprême”in[4] tutkulu bir taraftarı; kartezyen olmaktan çok, duygusal vicdanına başvurarak yaşayan bir karakterdi.

Diotima, küçük burjuva ortamından büyük olanına yükselirken, içine sarmalandığı yağ tabakalarının çürümekte olan bir toplumun üzerinden kayıp gitmesine olanak tanıdığı, uçuk idealizmin yumuşak hatlı kızıydı.

Musil, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından birkaç ay önce Viyana’da yaşanan masumiyet kaybını Diotima adıyla burlesk bir çağrışım ilişkisi içine sokmayı amaçladı.

Diotima, okuyucuya, Sokrates’e “Aşkın Teorisi”ni anlatan rahibe ile çağrışım köprüleri kurdurtan bir isim olarak öne çıkıyor.

Şiir yazmayı bütün uğraşların en masumu olarak gören Diotima masumiyeti, şiddetli bir boyun eğiş içine gizlemiş erdemli bir karakter olarak kurgulandı.

Diotima’nın başını çektiği düşünürler topluluğunun başlıca görevi, yıkık bir dünya üzerine anıtsal bir yapı inşa etmek ülküsü olarak öne çıktı.

Halktan öneriler toplamakla görevlendirilen bu sözde fikir hizmetkarları, en uygulanamaz öneriler ve en zorlu çelişkilerle karşı karşıya kaladursun, ruhu ve işi uzlaştırma arzusuyla yanıp tutuşan Alman sanayici Arnheim Diotima’nın gözünde, “Paralel Eylem”in emellerini somutlaştırmaya muktedir tek karakterdi.

Ancak, Arnheim’ın sinsi jeopolitik motivasyonlarının açığa çıkması, üzerinde dolaşan şüpheleri doğrular nitelikteydi.

Arnheim’ın bu tavrı, Diotima ile platonik ilişkilerinin ivme kazandırdığı son romantizm kırıntılarını da ufalayıp paramparça etti.

Diotima’nın liderliğinde hazırlanan Paralel Eyleme, salon toplantılarındaki gevezelikleri dışında, Ulrich’in hiçbir katkısı olmadı. Çünkü Ulrich, kararsız, yavan, tutkusuz, gerekli hiçbir şeyi yapmayı göze almayan korkak ve “vasıfsız”  bir burjuva konformisti olarak inşa edildi.

Özetle, Musil’in “Niteliksiz Adam”ı, Avusturya-Macaristan imparatorluğunu oluşturan çeşitli milliyetleri ve dinleri aynı harekette birleştiren ve amaçları imparatorluğu tüm dünyada parlatmak olan bir “vasıfsızların vasıflılar kulübü”, devasa bir “adamsız nitelikler galaksisi”ydi.

Roman, bu açıdan, kuşkulu, kararsız zayıf, inançsız ve angaje olamayan anti kahramanlarıyla, zamanın ruhuna uygun bir protagonistler kataloğu olma özelliği taşıyor.

Musil, Macar’ıyla, Sırp’ıyla, Viyanalısı, Slovak’ı, komünisti, faşisti ve daha niceleriyle bu anti kahramanları, yaklaşmakta olan kötülüğün ayırdında, fakat onu seyretmekle yetinen, aymazlık batağında bir niteliksizler kulübünün üyeleri olarak inşa etti.

Musil, örneğin Bonadea karakterini ve onun, dünyayla en şiddetli korkular aracılığıyla kurduğu rüya gibi derin ilişkisini, savaş öncesi kasvetli atmosfere karşı bir kontrpuan oluşturmak için özenle kurguladı.

Roman, Ulrich’in sevgilisi Bonadea’nın, mutlak estetik arayışları nedeniyle ruhları parçalanan arkadaşları Walter ve Clarisse ile ilişkisini de bir çeper tematiği olarak mercek altına alıyor.

Ulrich’in gençlik arkadaşı Walter’in karısı Clarissa, Nietzsche’den, anti-hümanist felsefeden ve yozlaşmanın bütün zehirlerinden beslenen ruhu nedeniyle, deliliğin sınırlarında gezinen bir figür olarak betimleniyor.

Ulrich’in kız kardeşi Agathe’nin ortaya çıkışı, esere yepyeni romantik bir dokunuş katadursun, Musil, vaftiz edilmelerinin ardından, babalarının ölümü nedeniyle, aile evinden yıllarca ayrı kalan bu “Siyam ikizlerini” yeniden bir araya getiriyor.

Agathe’nin “Paralel Eylem”in mikro kozmosundan bir süreliğine de olsa askıya alınmasının, Ulrich karakterine daha fazla edebi hacim verme niyetiyle yapılmış olduğu izlenimini uyandırıyor.

İkilinin ahlak konusundaki tutkulu tartışmaları okuyucuyu savaş öncesi Viyana atmosferine  zorlarken, bildik konuya dramatik bir nüans da ekliyor.

Ordu sözcüsü General Stumm Von Bordewehr, Diotima’nın kocası Tuzzi, Fishel çifti, kızları Gerda ve arkadaşı Hans Stepp, hizmetçi Rachel ve uşak Soliman, çeper karakterler olarak bile, entelektüel açıdan çalkantılı çağa söylemleriyle keskin bir bakış fırlatıyorlar.

Ensestin sınırlarında gezinen Ulrich ile Agathe ilişkisi, okumanın ritmini mayınlı bir araziye taşıyor.

Musil, karakterler arasındaki ilişkilerin yapısını çözmeyi okuyucunun hayal gücüne bırakırken, amacı okuyucu eserin ortak yazarı haline getirmekti.

Musil merkezi ya da çeper karakterlerin söylemlerindeki çok sayıda önemsiz detayı, nüansı, fikri, bakış açısını, perspektifi öne çıkararak “mikroskobik gerçekçilik”i eserinin laytmotifi haline getirdi.

Mikroskobik gerçekçilik, Dostoyevski gerçekçiliğinin aksine, zaman zaman ironik bir tona sahip bir üslup olarak öne çıkıyor. Böylesi bir üslup, kitabın hafif olay örgüsünün yarattığı boşluğu gizlemeye yarıyor.

Musil, kendi deyimiyle, “yapıcı ironi” üslubunu kullanmakla, okurun kendisini karakterlerinin zayıflıklarında ve gülünçlüklerinde tanımasına olanak sağladı.

Salon toplantılarının uzun uzadıya betimi, olay örgüsü ve biçemi bir arada tutan bir tutkal işlevi görüp bir uyum oluşturuyor; ancak bu uyumun, özellikle de Nietzsche’ci tercihin olumladığı sanatın ruhuna dair ‘gevezelik’ ve müziğin, felsefenin, sporun, kitle toplumunun ve karanlık köşe diplomasisinin yer aldığı çok sayıda deneme niteliğindeki ara sözlerle dolu olması, romanın zaten zayıf olan gerilimini daha da yumuşatıp parçalanmasına yol açıyor.

Musil hacimli yapıtında felsefi tartışmalar aracılığıyla, hukuk, sorumluluk kavramı, sağlık ve hastalık olguları, ahlak, bilim, politika ve inanç üzerine uzun tezler inşa etmeye çalıştı.

Musil, yer yer romantik olana geri dönüp pitoresk ayrıntılar işlevi gören felsefi tartışmalar aracılığıyla, modern dünyanın artık ruhsal, manevi bir tutamağının kalmadığını ortaya koymak istedi.

Romantizm ve felsefe arasına gerilen yay kişisel olmayan ve mahrem arasındaki karşıtlıkla birleştiğinde, romanın olay örgüsünün dışına taşan metafizik genişleme niteliğinde felsefi tartışmalar doğurdu.

Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Ernst Mach, Ludwig Klages ve Ralph Waldo Emerson’un felsefeleri, Musil’in başkahramanı Ulrich’in açıklamalarında ve kişisel düşüncelerinde dile geldi.

Musil, “Paralel Eylem” planı etrafında bir araya gelen karakterlerde, dönemin Avusturya’sındaki büyük burjuvaziyi simgeleştirdi.

Örneğin yaşlı Kont Leinsdorf, dar görüşlülükten ve hoşgörüden, soyluluktan ve saflıktan, dünya deneyimlerinden ve dünyadan habersizlikten oluşan karışımıyla Avusturyalı aristokrat tiplemesine karşılık gelen hibrit bir figürdü.

General Stumm von Bordwehr ise, büyük burjuvazinin militarist ruhunu temsil ededursun, yüzyılın birbirine karışan “izm”lerinin ortasında sivil ruhun uçsuz bucaksız uzmanlaşma eğiliminden yakınan bir karakterdi.

Banka müdürü Fischel, gidişattan memnun kendisiyle barışık, liberal bur burjuva tipi olarak betimlendi.

Musil, Fischel’in kızı Gerda’yı, liberalizmden nefret eden, aklı ve ilerlemeyi alaya alan ve “Hıristiyan-Cermen” dünya görüşünün geniz yakıcı dumanlarını etrafa yayan bir küçük burjuva tiplemesi kimliğinde, büyük burjuvazinin prototiplerine karşı bir kontrpuan olarak inşa etti.

Musil’in sözde ‘liberal’ kahramanları, önlerine dikilen çitleri tekmelerken minderin dışında güreşen Donkişotları andırıyor. Oysa ki onlar yaşam biçimleriyle, burjuvazinin yönetici sınıflarından yalnızca bir kuşun iki kanadı arasındaki mesafe kadar uzaktı.

Okur, her burjuva romanında olması gerektiği gibi, herkesin kendisine verilen aptal sosyal uygulayıcı rolünü başarıyla oynadığı bir protagonistler kalabalığı ile karşılaşıyor.

Derin düşünmenin ve yaşamanın önündeki burjuva engellerine hapsolmuş bu protagonistler kataloğunda, büyük burjuva Paul Arnheim karakteri de anlatının akışı içinde giderek belirginlik kazandı.

Arnheim, modern tekelci kapitalizmin yüksek düzeydeki temsilcisi; Musil’in de nefret ettiği, kapitalist koşulların elverişliliğiyle semirmiş bir büyük burjuva olarak öne çıktı.

Musil’in hayatta kalmanın yollarına dair anlattığı hikayelerin merkezinde, güvencesizliği aşmak için, dayanışmacı yardımlaşmaya ve kapitalizmin insanlara aşıladığı ayrıcalıklı olma yalanını dikkate almamaya yönelik bir anımsatma da bulunuyor.

“Viyana Belle Epoque”u, esasen, anlamsız bir “Culte de l’Être suprême”in boşluğunun içinde çürüyen, içi boşaltılan, kendini beğenmiş kitlelerin maddi ihtiyaçlarının yüceltilip manevi olanlarının ise görmezden gelindiği üstenci, idealist, baskıcı bir düşünce olarak öne çıktı.

Diplomasiden, soylulardan, endüstriden, ordudan ve ayrıcalıklı yöneticilerden temsili figürlerin bir araya getirilmesi yapıtı, büyük burjuvazinin maskeli balosu için zengin bir koreografiye dönüştürdü.

Musil, bu koreografinin içinde, neyle ilgilendiği belli olmayan baş protagonist Ulrich’i anlamsız rolü, yararsız işlevi, samimiyetsizliği ve burjuva söylemleriyle “niteliksiz bir adam” olarak sahnenin tam ortasına konumlandırdı.

Musil Ulrich karakteri üzerinden, aslında, insanlığımızın ve çağımızın üzerine bir projeksiyon tutmaya çalışıyordu.

1930’lar Viyana’sı faşizm buldozerinin dümdüz ettiği başkentlerden birisiydi.

Musil yapıtında yükselişe geçen faşizmin ana karakterlerini belirgin kıladursun, faşizmin yükselişini bir köşeden tepkisiz seyreden, realiteden kopuk “yaşayan ölüler diyarı” burjuvazinin mikro kozmosuna da karanlık bir bakış fırlatıyordu.

Aslında Musil’in kendisi de bir çeşit “bilge-ölü” olarak münzevi bir hayat sürdü. Ancak o, birçok şeyin hiçlik, nihilist şiddet, tereddüt, belirsizlik ve görelilikle etiketlendirildiği bir çağda, bir yazar önseziyle, aydınların yalnızlıklarının hangi boyutlarda olduğunu, onların giderek nasıl sınıfsızlaştıklarını fark etmişti.

Musil, küçük burjuva aydının, yarın yokmuşçasına, dünyayı hep başından kurgulamasına dair nihilist tutanaklarını, oysa ki, içinden geçtiği karanlık zamanların bir “dünyanın sonu” özelliğine sahip olmaları yüzünden onun dünyayı sonundan da anlamayı öğrenmesi gerektiği iletisini eserine yedirdi.

Yıkıcı iyimserliğin büyüsü altında entelektüeller, medeniyetle ilgili zihinlerine olumlu çağrışımlar vurdurup geriye yansıyanın fotoğrafını çekmeye devam ededursun, Musil kadrajın içine, daha çok kemik kalıntıları, barut, burjuva konformizmi, yanılsama, nihilo-hedonizm, faşizm ve yalnızlık düştüğünü fark etmiş bir yazardı.

Konjonktür kırılmalarının mührünü vurduğu dönem

Savaş öncesi Viyana konjonktürünün sunduğu görece orijinal malzemeyi bir romana dönüştürmek için Robert Musil, en ince izlenimleri kelimelere çevirme ve ruhun en tarif edilemez hareketlerini tanımlama yeteneğini soyut yazmanın hizmetine sundu.

Savaş öncesi Viyana atmosferinde bambaşka bir tarih, inşa edilmekte olan tarihin mesaisini üstlene dursun, Musil karakterlerini, adeta, küresel bir çatışmanın ölçeğinde boğduruyordu.

Herhangi bir ülküyü ve ideali yeniden inşa etmekten alıkoyan mutlak görelilik ve değerlerin istikrarsızlığı, “belirsizlik ve şüphe çağı”nı çığırından çıkararak varlık üzerinde derin izler bırakmasına sebep oldu.

Değişik entrikalara kapılmış karakterler romanı, bu belirsizlik marjı dahilinde, savaş öncesi Viyana’sında dolaşan çok yönlü ve birbirine karşı düşmanca konuşlanmış görüşler için tarihî bir belge haline getirdi.

Düşünsel ve ruhsal olarak çökmüş bu insanların ilişkiler ağını çökmekte olan bir dünya kadrajının içine yerleştiren Musil, imparatorlukla birlikte Avrupa kültürünün ve modernizmin çöküş tablosunu da nakşediyordu.

Musil, savaş öncesi Viyana’sının fay hatlarında biriken bu güç yığışımını romanına yedirerek bir zaman panoramasının şekillenmesini sağladı.

Romanın protagonistleri ve anti kahramanları, patlayıcı konjonktürün vazgeçilmez figürleri olarak, kasvetli tabloda yerlerini aldılar.

Musil, çöküşünün farkında olmayan, gerileyen, emperyalist bir toplumsal düzenin sosyolojisi ve teknik rasyonalizmini öne çıkarmakla kitabındaki öğretici öğeyi de güçlendirmiş oluyordu.

Thomas Mann ve Kafka gibi Musil de, bireycilikten bencilliğe kaymanın, toplumun atomize oluşunun, bireyin kalabalıklar içindeki yalnızlığının, modernizmin ilerleme vaadini tutmamasının damgasını vurduğu bir geçiş çağının tanığı bir yazardı.

Roman, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önceki son tarihsel döneme odaklana dursun; Freud’çu anlamda, “kültürün huzursuzluğunu”, acımasız bir öz-yıkıma doğru kaymayı, elle tutulur somut fenomenler olarak izole edip merceği altına aldı.

Bu belirsizlik ve güvencesizlik konteksti içinde Musil’in protagonistleri, sınıf farklılıklarına rağmen, birbirleriyle “hiçlik”te düğümlenen benzerlikler taşıyorlardı.

Bastırılmış ve rasyonel olmayan şeylerin içine boca edilmesi yüzünden giderek patlayıcı bir kokteyle dönüşen konjonktürün, Birinci Dünya Savaşı uçurumuna yol açabileceğine dair tahminler yoğunluk kazanmıştı.

Patlayıcı kontekst insanın cehennemi yaratma gücünü kanıtlayadursun, roman, angajmanı sadece ‘ulvi’ görevlerin hizmetinde sayan burjuva protagonistlerinin adeta ahşaba oyulmuş putları andıran “Culte de l’Être suprême”e adanmış yüzlerini ayna görüntüsünde yansıtıyordu.

Toplumun egemen sınıfları, imparatorun, kilisenin ve anavatanın sonsuza dek ölümsüz göründüğü, anayasal olarak katı, statik, hatta idealist bir tarihsellikten etkilenmiş görünüyor.

Bu edebi manzarada Musil, burjuvazi sınıflarının mikro kozmosunu mercek altına alırken, Tolstoy’un hırsına benzer edebî bir enerjiyle, zamanının ruhunu özetlemeye girişti.

Ancak Musil, toplumun en büyük bölümünü oluşturan, canavarca sömürülüp acı çeken, üretken ve meşakkatli işçi sınıfının temsili figürlerine sadece anonimlik ve ‘parlak gölgeler’ şeklinde yer verdi.

Pre-proleter sınıfın temsilcilerinin görmezden gelinmesi bu gösterişli ve iddialı romanı, kanımca, bir bardak suda koparılan yazınsal bir fırtına haline getiriyor.

Derin tarihsel bir bilgelik ile karakterize edilen dış anlatıcının zaman zaman ironik bir ton ile romana müdahale ettiği gözleniyor.

Musil anlatıcısını derin tarih bilgisiyle donatarak onu, hem geçmişe hem geleceğe bakan bir “düşün duayeni” olarak kurguladı.

Anlatıcının tutanakları, küresel tedirginliğin hüküm sürdüğü ‘enkaz alanlarında’ yaşam belirtisi ve umut aramayı simgeliyordu.

Anlatıcısının, karakterlerin içinden en kötüsünü teşhis etmesine dair yeteneği, Musil’in anti-Semitik düşüncelerin savaş öncesi Viyana’sında kuluçkalanmasına dair güçlü yazar ön sezilerine sahip olduğunu gösteriyor.

Roman karakterleri, yaklaşan savaş tamtamları eşliğinde, estetiğin Viyana’sından bir karanlık ve derin ruhsal boşluklar topografyası çıkarmayı başarıyor.

Gerçi dış anlatıcı onlara çoğu kez söz hakkı tanımıyor ve onları parodileştirip, çeliştikleri gerçekleri sık sık dile getirerek perspektif kaymalarını teşvik ediyor.

Perspektif kaymaları ve dolambaçlı akıl yürütmeler, okuyucuyu adeta gerçeğe ulaşmanın imkansızlığını düşünmeye ve göreliliği kabul etmeye zorluyor.

Bu felç edici görelilik içinde, zamanın Viyana’sında haliyle, ağrıları geçimsiz, korkulu insanlar kalabalığı birikiyor.

Altı çizilen tarihsel kontekst ve şimdiki zamanın fragmanlarıyla mütemadiyen bir savaş öncesi atmosferi inşa ediledursun, Musil, aslında, çağın parçalı, darmadağın varlıklarının onulmaz yaşamlarına göndermelerde bulunmak istiyordu.

Ancak zamanın kötücül ruhu,  hem Musil’in hem baş protagonistinin içine girdiği uçurumları daha derine kazıyor, onları her gün bir kulaç daha soğuk ve karanlık sulara itmeye devam ediyordu.

Sonsöz

Musil’in romanı, bir yandan yarım kalmışlık, diğer yandan felsefi excurselerin mührünü vurduğu denemeci bir yazım tarzına dayanıyor.

Musil kitabında, dönemin zihniyet yapılarıyla hesaplaşarak yüzyılın başındaki Avrupa’nın düşünce ve duygularının envanterini çıkarmaya çalıştı.

Roman, tüm sözde mantığına ve rasyonelliğine rağmen büyüsü bozulan ve çığırından çıkan bir zamanın orta yerinde duran ve yaşamın derin anlamını arzulayan modern insanın içinde bulunduğu çıkmazın bir analizini sunuyor.

İmparatorluk kendi çocuklarını zehirlemeye hazırlanırken okur, protagonistlerin birbiriyle kesişen yaşam hikayelerinin her çeşit kategorinin hayata tutunmasına ilişkin kendine özgü bir bilme tarzı yarattığına tanıklık ediyor.

Ulrich, işte bu içtimaî keşmekeş içinde, entrikaya katılan o kadar çok yüz arasında kendi yüzünü diğerlerinden ayıran bir “nitelik” arayıp durdu.

“Niteliksiz Adam”, belirsizlik ve göreliliğin çığırından çıkardığı bir çağda erkeklerin tereddüde düşerken kadınların her koşulda hayatı sevmelerine dair çıkarımlar da yapıyordu.

Romanın kadın kahramanları, burjuva ahlakının yarattığı baskılardan bunalmış olmak yüzünden yaşamı horlayıp ondan vazgeçmek yerine ona tutunmaya çalışan dişil enerjiler topluluğu olarak tasvir edildi. Çünkü onlar, romandaki şimdiyi geçmiş ve gelecek arasında bir yırtılma anı, yepyeni bir başlangıç vaadi olarak gördü.

Musil’in kurduğu evren öyle bir bütünlük ve dağılmışlık sağlıyor ki ve bu, zamanın ruhuyla o kadar ayrılmaz bir şeydi ki, giderek hem romanın hem tarihin mümkün olan tek epiloğu gibi görünmeye başladı.

Ulrich, bu tamamlanmamışlık ve belirsizlik atmosferinde oyunculardan bir rakip panoptikon ile karşılaştı.

Viyana diplomasisinden ve büyük iş dünyasından aktörler, devrimciler, bir cinsel katil, ezoterik bir salon kraliçesi; hepsi aslında bu panoptikon koleksiyonunun asli üyeleriydi.

Ulrich bu koleksiyonu incelerken çarpık bir aynanın bozulmaz görüntüsüne büyülenmiş bir şekilde bakıyordu.

Roman figürlerinin zaman nehrinin selinde dik durmak için sarf ettiği çabalar, Atlas’ın dünyayı taşımak için ihtiyaç duyduğu kuvvetle kıyaslanan bir güç birikmesini açığa vuruyordu. Musil bu güç yığışımını edebi evreni için başarıyla kullanırken, bireysel ve kolektif boyutlarıyla bir dönemi edebî bir mimarinin yapısı içine alarak işledi.

Musil, Ulrich’in ağzından kendi düşün tarihinin biyografisini çıkarmaya çalıştı, eseri, bu bağlamda, otobiyografik izlekler barındırıyor.

Musil “Niteliksiz Adam”ın ilk cildini (1930) savaş mağlubu Almanya’nın bunaltıcı siyasi atmosferi içinde yazdı.

Nazilerin iktidarı ele geçirmesi üzerine pek çok aydın ve yazar gibi Almanya’yı terk ederek önce Viyana’ya sonra İsviçre’ye yerleşti.

Bir “heimatlos”un, yaşam nehrinin iki kıyısı arasına gerilen çürük ahşaptan bir asma köprüyü andıran hayat serüveni giderek, yersiz yurtsuzluktan, ekonomik zorluklardan, yalnızlıktan ve hayal kırıklıklarından mürekkep büyük bir meydan okumaya dönüştü.

Yazarın 1942’de ölümü, yirmi yıllık yazma serüvenini dramatik bir şekilde kesintiye uğratadursun, “Niteliksiz Adam”, oluşturduğu toplam ve eksiklik ile koca bir ömrün yapıtı gibi okundu.

Aslında kesintiye uğrayan şey, Viyana’da sahnelenmekte olan savaş tiyatrosunun son perdesinde, her defasında toparlanmayı beceren bir adamın dağılış öyküsüydü.

[1] Robert Musil’in dört cildini yazmasına rağmen tamamlayamadığı bu binlerce sayfalık romanın birinci cildi Ahmet Cemal tarafından 1999 yılında Türkçeye kazandırıldı; ikinci cildinin çevirisi 2009 yılında yayımlandı.

[2] “Kakanien” terimi, “Kaiserlich und Königlich” sıfatlarının baş harflerinden türetildi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, hem imparatorun ve hem kralın (Kaiser und König) başta olduğu hibrit bir yönetim şekline sahipti.

[3] 28 Haziran 1914, tüm halkların ve halklar arasındaki ilişkilerin dünya-tarihsel devriminin başlangıcı oldu. Her iki anayasal monarşi, Berlin’de işçi sınıfının kızıl devrimi tarafından tahttan indirilip 1919’da dünya tarihinden silinmişti.

[4] “Yüce Varlık kültü” olarak da Türkçeye çevrilebilen bu kavramsallaştırma, Fransız Devrimi sırasında M. Robespierre tarafından kurulan bir deistler kültünü tanımlamak için kullanıldı. Amacı, Fransa’da devlet dini olan Roma Katolikliğini değiştirmek ve son zamanlarda popülerlik kazanan ateist akıl kültünü baltalamaktı. Musil’in yapıtında kült ile imparatorluk arasında kurulan çağrışım bu bağlamda çarpıcıdır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl