Ana Sayfa Kritik Sanatçı Olmanın Gündelik Yaşamdaki Hissiyatı Üzerine

Sanatçı Olmanın Gündelik Yaşamdaki Hissiyatı Üzerine

Sanatçı Olmanın Gündelik Yaşamdaki Hissiyatı Üzerine

Bilginin modern insanı kuşatan dönüşümü karşısında artık bildiklerimizle değil bilmediklerimizle övünebileceğimiz bir çağdayız. Bilginin gelişigüzel sağanağı altında korunmaya muhtaç kalan fikir ve duygu evreni için korunak olmaya en muktedir yöntemlerden biri; sanat.

Başlangıçta klasik sanatın kusursuz, bizden çok uzaklardaki dünyalara ait büyük anlatılarıyla yola çıktık. Modern sanatla tek tek yerinden fırlayan yayların tınlamaları duyuldu ve görme yöntemlerine, algıya, materyale dair eleştiriler getirildi. Bugün eleştirinin eleştirisi ve onun da eleştirisini takip eden aşkın bir sanatsal temsilin birer tanığıyız. Bir ressam sokakta yürürken ne görür, yüzerken ne düşler? Sanata dönüşmek üzere pusuda bekleyen fikir nedir? Aşkınlığın basit olanın içinden çıkabileceği gerçeğine bizi götüren sorular gündelik yaşamda sanat pratikleriyle ilgilidir.

Leylâ Gediz, eserlerinde sanatın kendi anlamı da dahil olmak üzere kökleşmiş fikirleri gündelik yaşamın sıradan materyalleriyle yerinden oynatarak düzene ve sahteye dair gerçek bir eleştiri ortaya koyuyor.

Çağdaş sanatın çoğu zaman kendini ciddiye almayan hâli ve her an her şeyin gerçekleşebileceği tekinsiz bir alanı kullanması benim için güven verici bir his. Bu dönüşlülük sayesinde estetik, politik, kültürel açılardan diri söylemle karşılaşırız. Postmodernist kalkışmaların yapay ve yavan tuzağına düşmeden, sanatı ayırt edebilen hazza meyilli duygularımızın körelmemesi için Leylâ Gediz’in tavsiyesine uyabilir ve başlangıç noktası olarak kendimizi belirleyebiliriz.

Silikleşen Benlik ve Özgürlük

Sanıyorum sanatsal üretimi sırasında dışarıdaki dünyadan soyutlanarak esrik bir hâle geçebilen sanatçıdan mutlusu yoktur yeryüzünde. Ancak böyle anlar ya çok nadiren gerçekleşir ya da filmlerde olur. Gerçek ise çalışmaktan ibarettir.

İşe kendinden yola çıkmanın genç sanatçılar için iyi bir tercih olabileceğini belirtiyor Leylâ Gediz. Çünkü ancak bu sayede oradan uzaklaşmak mümkün olacaktır. Git gide başlangıç noktasının silikleştiğini fark ederken, zamanında büyük görünenin artık o kadar önemli olmadığını bilmenin verdiği özgürlük hissiyle rotayı karanlık ve dar sokaklara çevirebilme gücü açığa çıkar.

Özgürlük demişken, tutku ve çığlıklarla haykırılan bir özgürlük değildir söz konusu. Bu özgürlük çoğu zaman Leylâ Gediz’in çalışmalarında sıkça yer verdiği aidiyetsizlik, güvensizlik, yabancılık, kırılganlık gibi temalarla donatılmış sancılı bir çemberi temsil eder. Türkiye, sahip olduğu çokkültürlü yapının avantajını siyasi kısırlıklar nedeniyle bir türlü yaşayamamış, buna izin verilmemiş bir ülke. Özgürlük istenci içinde olan tüm Türkiyeli bireyler bu temaları kendi hayatlarında deneyimliyor. Leylâ Gediz’in eserlerinde bu arada kalmışlığın, tedirginliğin, her an bir isyana dönüşebilme potansiyeli barındıran sessizliklerin izini sürebiliyoruz.

Leylâ Gediz yabancı olmanın gizemli ve romantik yanından ziyade gerçekçi yönlerini ele alıyor. Göçmenler, “yerleşik yabancılar”, kendi ülkesine yabancılaşanlar, kadınlar, azınlıklar, LGBTİ+’lar, siyasi tutsaklar…

Martim Moniz’de Bir Görme Biçimi

Henri Lefebvre, ‘Gündelik Hayatın Eleştirisi’ adlı kitabında metalaşmış bilincin eserle aynı anda satın alınarak -macera- ve -risk- gibi kavramlara dair soyut bir anlam, kuru bir bilinç oluşturulduğundan bahseder. (s.110) Yabancılaşmaya dair bu meta bilinci yıkan bir girişim olarak Leylâ Gediz’in Portekiz’deki ilk kişisel sergisi olan Martim Moniz’deki eski bir alışveriş merkezinde gerçekleştirdiği “Layer From Background” sergisinden bahsedebiliriz.

Portekiz Devrimi öncesinde Bartolomeu Costa Cobral’ın tasarladığı bu eski pasajın mimarisi ağırlıklı olarak demir ve betondan oluşuyor. Çevreyle bağlantısı kesilmiş iç avluda sergilenen eserler mekanla birlikte yeniden bir anlama kavuşuyor.

Karmaşık bir mesaj iletmekten ziyade tetikleyici bir gücün peşinde olduğunu ifade eden Leylâ Gediz, resimlerdeki klasik Natürmort temsiller ve geniş açılarla bizi (izleyiciyi) bir gözlemci olarak konumlar. Sanki kendi yarattığımız bir şeyi birkaç adım geriye çekilmiş, belirgin bir sükunetle seyrediyor gibiyizdir. Geride sessiz bir gözlemci olmanın yabancı olmakla eşleşen pek çok yanı olabilir elbette. Yine de resimlerde hiçbir kararlı öğe olmamasına karşın -örneğin bir obje hiçbir zaman sadece kendisi değildir ve her an başka bir şeye gönderme yapabilecek kapasiteyi taşır- açık seçik bir anlamın orada durduğunu hissederiz. Bazen de “Serpilen” adlı sergide görebileceğimiz gibi nesneler oldukları hâliyle, hiçbir müdahaleye uğramadan sanatçının dünyasına giriş yapabiliyor. Ona vereceğimiz anlam, nesnenin katı kayıtsızlığına karşı açılan bir meydan okumadır.

Leylâ Gediz yalnızca ürettiği ya da üreteceği eserleri düşünen bir sanatçı değil. Tüm varoluşunu kapsayan, kültürel hegemonya biçimlerinden sıyrılan bir tavır ve bir ‘kendilik’ olarak sanatın içinde yer almayı tercih ediyor.

Soğukkanlılıkla…

Soğukkanlı bir üretim sürecinin izlerini Leylâ Gediz’in eserlerini anlatmakta artık pek hevesli olmadığını belirten sözlerinden de anlıyoruz. “Varsın görmesinler, ben kaybolmaktan yanayım” diyor ve ekliyor “bulanıklık bazen netlikten daha gerçekçidir.”

Geçmişte bir şeyi anlamak üzerine çokça düşünüyordum ve Jacques Rancière’in şu sözlerine rastlamıştım, “Anlamaktır aklın hareketini durduran.” Her zaman bir ressamın resmin bitişine karar verdiği anı merak etmişimdir. Bu da beni izleyici olarak bir resmi anladığım anı düşünmeye sevk ediyor. Anlatmak ve anlaşılmak belki de bu noktada birbirinin oksimoronu hâline geliyor. Bir resme bakarken Henri Bergson’un sözlerini hatırlayabiliriz “En canlı düşünce, onu dile getiren ifadede donar.”  Bergson’a göre dil realiteyi sabitler ve bu suretle onun özünü meydana getiren hareketi ve değişimi görmemizi engeller. Kelimelerde katılaşan izlenimler, aslında sürekli oluş halindeki nesneler dünyası hakkındaki fikrimizi de sabitler.

Çok sevdiğiniz, eski bir saati düşünün. Günlerce onun resmini nasıl yapacağınızı bulmaya çalıştığınızı… Leylâ Gediz bir noktada “bir saatin resmini ancak onu yapmayarak” yapabileceğini bulur. Aynı tekniği “Parabéns” adlı sergide Esmeray’dan ilhamla ışık oyunları içeren enstalasyonda görebiliriz. Kadın olmanın, yabancı olmanın hem de bir azınlık olmanın ağırlığını ayrı ayrı hissedebileceğimiz bu anlatımda yoruma ya da hayal gücüne ihtiyaç duymaksızın, doğrudan Leylâ Gediz’in camera obscura’sına yansıyan ışık huzmelerine, seslere ve titreşimlere tanık oluruz. “Her söylenen, söylenmiş olabilmek için söylenmeyen tabakasıyla çevrilidir.” (Bergson, Paradigma Yay.)

Eylemin ‘yapmamayı tercih etme’ gücüne edebiyatta Melville’in Kâtip Bartleby karakterinden aşiyanız. Aslında bu basit bir haktır. Uyumsuzluğun ve aykırılığın, Gediz’in söylediği gibi “bir çeşit başarısızlığı doğasında bulundurma”nın eserdeki karşılığı yüce bir anlamda kendine yer buluyor.

Düşünmek ya da Yapmak

Leylâ Gediz bir keresinde okuldaki bir hocasının ona daha az düşünüp daha fazla resim yapmayı tavsiye ettiğinden bahsediyor. Benzer düşünme tutkusuna ben de sahip olduğum için bu tavsiye beni de etkiledi.

Peki düşünceyle, varoluş sancılarıyla müteşekkil bir iç dünyanın ürünü olan sanat eseri dünyayı değiştirebilir mi?

Bu noktada Leylâ Gediz’in sanat hayatı boyunca pek çok kez yollarının kesiştiği ünlü Portekizli ressam Paula Rego’yu anmak istiyorum. Leylâ Gediz tıpkı Paula Rego gibi University College London’daki Slade Güzel Sanatlar Okulu’nda öğrenim gördü ve geçtiğimiz aylarda İstanbul Pera Müzesi’nde düzenlenen Paula Rego sergi metnini kaleme aldı. Sanatın dünyayı değiştirmesi söz konusu olduğunda Paula Rego’nun eserleriyle kürtaj yasasına ve kadın haklarına dair yaptığı katkılar tüm Portekizliler tarafından kutsanan gerçeklerdir.

Rego ve Gediz eserleri, gücünü gerçeklikle bezenmiş temalardan alır. Gündelik hayatın basit ve sıradan anlarından güçlü dramatik sekanslar yaratılır ve sıradanın içinden kalıcı bir önerme elde ederiz. Leylâ Gediz sanat dünyasında kadının yok sayılan yerini ilk Türk kadın ressamlardan biri olan Hale Asaf’ın belleğinin peşinden giderek korurken, Paula Rego ise Charlotte Brontë karakterlerinden Jane Eyre’ın çağrısına uyarak kadın olmanın boğucu toplumsal beklentilerine karşı savaş açar. Rego’nun resimlerindeki kadınların belirgin elbise kıvrımları, kalın boğumlu ayak bilekleri, yüz ifadelerindeki keskin sert hatlar da bu meydan okumanın birer parçasıdır. Diyebiliriz ki bir resim, aynı zamanda bir duyurudur. Buradayım ve burada bir şeyler olup bitiyor. Bir varoluş duyurusu…

Leylâ Gediz’in “Missing Cat” başlıklı son kişisel sergisi 18 Mayıs-17 Haziran 2023 tarihleri arasında Londra’da, Purdy Hicks Gallery’de gerçekleşti. Artık eserlerinde geçmiş dönemlerdekine benzer bir karamsarlığın görülmesinin pek mümkün olmadığını belirten Leylâ Gediz, belki de sanatta uyumsuzluğun en cesur temsillerinden biri olan yazar Samuel Beckett’e kulak veriyor; “Hiçbir şey mutsuzluk kadar gülünç değildir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl