Ana Sayfa Kritik Sınırlar

Sınırlar

Sınırlar

Felsefe okumaya başladıktan sonra, Che Guevara ve Dostoyevski arasında bir yerde duran bir İsa figürüne dair kişisel bir vizyon geliştiriyorum.

 

Ergen dindarlığın baş dönmesinden kıl payı kurtulmuş “inançlı bir ateist” olarak, kendimi gaza getiriyorum: Ortadoğu’nun en güçlü komünist partisi TUDEH İran’daki mollaların oyununa nasıl geldi?

 

Sakın Endonezya’daki “komünist telefi”ni hatırlatmayın, çünkü o meselenin, ruhuma gemici düğümleri atan, bambaşka boyutları bulunuyor.

 

Neyse, bu duygularla kalkıp, Lübnan’a gitmek akıl kârı bir şey değil, yine de, “Sınır ve kimlik” olgusu hakkında düşünmek, yolculuğumun mahrem ufkunu oluşturuyor.

 

Gerçi, sınırlar ile duvarlar arasında bir fark bulunuyor; duvarların aksine, sınırlar, yalnızca daha iyi bağlantı kurmak için insanları birbirinden ayırır.

 

Sınır demişken, yolculuk sırasında, Walter Benjamin, “bitmemiş bir şarkının hüznü” gibi düşüyor aklıma. Hani şu, Fransa-İspanya sınırını geçmek üzereyken yakalanıp Gestapo’ya teslim edilmek üzere bir otel odasına kapatılan ve o gece canına kıyan, “kafa kâğıdı olmayan çoklu-kimlik figürü” var ya, işte o naif hümanisti kastediyorum.

 

Doğu’yu coşkulu maneviyatların beşiği olarak tasavvur ediyoruz, oysa Doğu, daha çok hisarların, kalelerin, surların, hac şehirlerinin ve ölümcül kimliklerin yan yana gelmesinden oluşan bir “sınırlar” coğrafyasıdır. Beyrut’a varır varmaz haliyle sınırlarla ve ölümcül aidiyetlerle karşılaşıyorum.

 

El-Müsytibe (Müslüman) mahallesini Hristiyan El-Eşrefiye’den ayıran sınır dinî bir kimlik iddiasını, Fenikeliler ile Arapları birbirinden ayıran etnik bir aidiyet talebinden mütevellit bir sınırı, Ayn el-Hilveh kampını lüks ve havalı semt Hamra’nın konaklarından ayıranınkiyse kast sınırlarını öne çıkarıyor.

 

Uykusuzluk çeşitleri arasındaki farklar, bir yanda göz kamaştıran eğlencenin ışıklarından, diğer yanda, acının göz yaşartan nöbetlerinden oluşan ve kanlı iç savaşa göndermeler yapan bir toplumsal baglamsallığın tanıkları olarak öne çıkıyorlar.

 

Batı’nın Doğu’daki ileri karakolu ve Doğu’nun bir köşesinde Batı’nın etindeki iltihaplı kıymık olan bu topraklar, insanlığın aynası olma özelliği taşıyor.

 

Ancak, bu aynanın darlığı ile dünyadaki yansımalarının uçsuz bucaksız kavisi arasında hacimli bir boşluk bulunuyor. İşte dinsel ve etnik aidiyetler bu boşlukta kuluçkalanıp büyüyen, yırtıcı bir kuş yuvasını andırıyorlar.

 

Dinsel olan, siyasete bir ikamedir aslında. Siyaset başarısız olduğunda, din son çare olarak devreye giriyor. Kısacası, siyasi bir sorun, siyasi olarak çözülemediği andan itibaren, dini bir ‘alışkanlık’ ediniyor.

 

Kendini bir din aracılığıyla meşrulaştıran bir savaş, siyasete bir alibi üretmekten daha fazlasını yapıyor; çözümü erteleyip, özneyi metafizik başka bir dünyaya savuruyor.

 

Kutsal Topraklar denen bu bölgede tek tanrılı dinlerin üçü de yan yana varlıklarını sürdüredursun, İbrahim, İshak ve Yehuda da birbirlerine düşmanca konuşlanmış bir soykütüğe gönderme yapıyor.

 

Hristiyanlık, bir yere kök salmak için yaratılmamış bir dindi ve bu yönüyle Yahudilikteki “vadedilmiş kutsal topraklar”da yerleşik olma fikrinden ayrılıyor.

 

Başlangıçta Siyonizm de, Tanrı’ya ve hahamlara karşı istençsel (iradî) bir ‘sosyalist’ isyan hareketiydi.

 

Aslında mekân dediğiniz ne ki; sadece bir hafıza desteği, ruhsal bir sıçrama tahtasıdır. Bana sorarsanız, kutsal hac yerini yapan hacının kendisidir; tersi değil.

 

Fark ettiniz mi, son on yıldır, ulusal kurtuluş savaşlarının yerini din savaşları aldı. Doğal olarak, bununla birlikte mücadele yöntemleri de değişti. Mesela, bir yanda taş atan çocuklar var; biri işgalcilere, askerlere ateş ediyor; diğer yanda, canlı bombalar.

 

Aslında “Birinci İntifada” seküler ve politikti, ikincisi “Tapınak Dağı”nda doğan “Aksa İntifadası”ydı. Bu ikincisi tamamen dinci saiklerle yürütülüyor.

 

Peki, seküler ve politik olandan, temel kimlik belirtecinin dini tarih olduğu bir “kurtuluş” mücadelesine kayma neden ve nasıl gerçekleşti? Bu soruya yanıt vermek gerçekten zordur, ancak yine de bazı savlarım ve bakış açılarım var:

 

Önce, bir devlet olarak İsrail, yavaş yavaş yerini bir toprak olarak İsrail’e bıraktı. İşte o andan itibaren, toprağı yeniden fethetmek isteyen yerleşimciler, kimliğin olumlanmasının mızraklı öncü süvarileri haline geldiler.

 

Çünkü, ilerici, agnostik veya seküler de olsa birini Yahudi yapan şey, kutsal metnin çağrısıydı; laik, ateist ya da Marxist olduklarına bakmaksızın bu insanlar bir “kutsallık” olduğu için oraya gitmişlerdi.

 

Bu arada, İsrail’de hahamlar memurdur ve İsrailli paraşütçülerin çantalarında her zaman Eski Ahit bir İncil bulunur.

 

Gerçi, İsrail’in bir teokrasi olduğunu söyleyemeyiz, orada yöneten saik Halakha[1] değildir, ancak, yine de İsrail, kendisine rağmen, bence, bir din devletidir.

 

Öte yandan, hatırlayınız, Filistinlilerin, adı FKÖ olan ve aynı zamanda laik bir ulusal hareketi vardı. Ancak, ne zaman ki Filistin devleti kurulamadı, işte o andan itibaren, en dirençli çekirdek olan dine geri dönüş gerçekleşti.

 

FKÖ işgalciyle “işbirliği” yapmayı seçtiğinde, daha da güçlenen bu temel İslami kimlik, bu sert teokratik çekirdek, İran’da, Afganistan’da, Suriye’de, Pakistan’da, Libya’da ve Nijerya’da, istilacı tavşancıl otu gibi toplumsal dokulara hızla yayılıyor.

 

Kısacası, Hamas, aslında bir başarısızlık durumundan doğdu; örgüt Fatah’in oynadığı (kimine göre yanlış) laik, siyasi kartın yenilgisinden neşet etti. Böylece her iki tarafta da (İsrail ve Filistin) ulusal dava, dinsel ve etnik olanın (yerine değil) yanına geçti.

 

Bu karmaşık konjonktürde Hıristiyan Arapların konumu, görüntüyü bozan, alnın tam ortasındaki bir yağ bezesini andırıyor. O toprakların gerçek yerlileri (Aborjin veya Kızılderililer gibi), bu dinsel çatışma içinde kendilerini birdenbire “tarihin trajik çıkıntısı” durumunda buldular.

 

Çünkü, din ve etnisite saikli bir çatışmada, ister istemez, kolektif varoluşun en ilkel ve en vahşi koşullarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Bu vahşetin en iyi örneklerini geçmişte Lübnan şimdi de Suriye vermeye devam ediyor.

 

Duvardaki çatlağın genişleyip genişlemediğini görmek için duvara bir kamera yerleştirmek gibi, Marksist kuramı yanıma alıp o topraklara gitmiştim; son ziyaretimden bu yana, bir de ne göreyim, duvar gediği çağırmış gedik de duvarı…

 

Yirminci yüzyılın liberal ya da Marksist ortodoksisinde olduğu gibi, artık dine, insanlığın çocukluğuna tekabül eden, bir dış folklor muamelesi yapamazsınız.

 

Bugün, Marx’ın söylediğinin aksine, din, özellikle ekonominin belirleyici olmadığı Ortadoğu’nun bu bölgesinde, üstyapı düzeninde değil, altyapı düzeninde seyrediyor. Alın size, boş tencerenin iktidarı neden devirmediğine dair bir gerekçe daha…

 

Bu topraklarda, kimlik, sınır, aşkınlık ve korku hep olageldi ve bu unsurlar, giderek, hepsi bir arada, patlayıcı bir kokteyl oluşturdular.

 

Çünkü, kutsalın olduğu yerde sınır vardır ve sınırın olduğu yerde kutsal, çünkü, toprak ne kadar kutsalsa, o kadar barikatlı olacaktır, çünkü, devlet mefhumunun yerini toprak mefhumu alırsa, devletin asli görevleri unutulur/unutturulur ve toprağın korunmasına veya genişletilmesine dair “kutsallıklar” (savaş, vatanperverlik, vatan uğruna şehadet, fetih, ata toprağı için kan dökme, toprağın gerçek ve tali sahipleri vb. gibi) devreye girer, çünkü, siyasetin geri çekildiği yerde oluşan boşluğu din doldurur, çünkü, yeryüzü cennetinin (liberal ya da Marksist ütopya) başarısız olduğu eşikte, öteki dünyanın cenneti kendini iddia eder, çünkü, din, burjuva dekadansına,  nihilo-hedonist varoluşa en sert cevap olma iddiasındadır, çünkü kabileci ölümcül aidiyetler toplumu çorak bir bozkıra çevirdiler, çünkü…

 

Kısacası Kutsal Topraklar, ütopyaların geri çekilme çağında, pozitivist ideolojilerinden ve yeryüzü cenneti yanılsamalarından soyulup çıplak bırakılmış insan toprağına dönüştü.

 

Dönüş yolunda Amin Malouf’un “Ölümcül Kimlikler”i geliyor aklıma ve bu kimliklerin ülkem bağlamında giderek artan ölümcülükleri.

 

Kimlikler kabile tarzında tasarlandıklarında ölümcül hale geliyorlar. O zaman, “Biz”i “Diğerleri”nin karşısına koyup önyargılı, hoşgörüsüz ve dışlayıcı bir tutumu teşvik ediyorlar.

 

“Kabileci” kimlikler ya dine ya etnik kökene ya da ikisine birden atıfta bulunuyorlar.

 

Bu kabileci aidiyetlerin ilk kurbanları, ne yazık ki demokratik siyasetin protagonistleri oluyor.

 

Son seçimde bu aidiyetlerin, boğucu sarmaşıklar gibi toplumu nasıl da sarıp nefessiz bıraktığını, muhalif ivmeyi kırıp demokratik siyaseti nasıl rehin aldıklarını hep birlikte gördük.

 

Bence bir aidiyet veya kimlik, sınıfsal bağlamından koparıldığı oranda “ölümcül” hale geliyor.

 

Küreselleşme, kimlikleri sınıfsal içeriklerinden soyarak, herkese tek tip kimlik dayattı: bu sözde özgürlükçü kimlik, nihilo-hedonist tüketici kimliğidir.

 

Ölümcül kimlikler mi kimliklerin ölümü mü? Bence, ülkemizde olan şey, kabileci ölümcül kimliklerin, hümanist, demokratik kimlikleri öldürdüğü gerçeğidir.

 

Şimdi daha iyi anlıyorum, neden kendimi ağzı kapatılıp üstüne basılan plastik bir şişe gibi hissettiğimi…

 

[1] Yahudi dini yasasının (Tevrat) hayatın somut koşullarına uygulanması.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl