Z.A. hayatını kara deliklere adadığı günden beri bahçesinden gelmesini umut ettiği o sesi bekliyordu. Günün birinde bahçesinde gitgide büyüyen o kara deliklerden bir ses gelecek ve tıpkı deniz kıyısı kumsallarda bir zamanlar kendi deliğini en dip arzuyla açarken, gevşetirken, dünya dünya olmaktan çıkar ve bütün genişliğiyle içine dolarken duyduğu o sesi duyacaktı. Bıyıklı adam evde yoktu. O ses ne zaman gelecekti? Bıyıklı adam neredeydi? Bütün bu sorular bir yana, karanlık denizler bahçesindeki deliklere sığabilir miydi? Rüyalarında sular gür gür akıyor, bir zamanlar içine akan, dolan dereleri en ince ayrıntılarına kadar anımsıyor ve bu konuda bir mimesis mucizesi olarak taklit yeteneğini kullanmaya çabalıyordu. İçine akanlar bir gün gelir de bahçesindeki kara deliklerden bir uğultu halinde fışkıracak olursa hipotezi gerçekleşmiş olacak; kendisinin insan olmayan bir insan olduğu kanıtlanmış olacaktı.

Ne demekti insan-olmayan-insan? Bunu tam olarak tanımlayamıyordu ama üzerinde oluşan etkilerden yola çıkarak bazı şeyleri dile getirebiliyordu. Örneğin, derisi, bütün yüzeyini kapsayan derisi. Her insanda olanın aksine derisi artık üstüne düşen ışığı yansıtmıyor, bu yüzden de görünürlüğünü riske atıyordu. Öte yanda, üstüne düşen ışığı yansıtmamakla birlikte, derisi deri olmaktan çıkıp artık tek hücreli bir amipi saran zar kadar incelip saydamlaştığı için, üstüne ışık düşse bile, bu ışık iyice kararmış, kupkuru kalmış organları tarafından tamamıyla emiliyor ve sadece kapkara olmaktan oluşan bedeni ve derisinden zerre kadar haber alınamıyordu. Arada bir kırptığı gözleri olmasa insan olmayan insana dönüşmesine ramak kalmıştı. Ama yine de en önemli kriter bahçesindeki o kara deliklere dolan suyun bir uğultu olarak bir gün fışkıracak olmasıydı.

Gözlerini yumduğunda ve konuşmadığı zamanlar –ki zaten ne zamandan beri konuştuğu pek duyulmamıştı– tamamen görünmezliğe kavuşuyor olmasının şu tür avantajları da yok değildi. Böyle durumlarda sanki deliklerle olan ilgisi tamamıyla kayboluyor, kendisini zaten tamamıyla kara deliğe emilmiş gibi hissediyor ve bir daha asla bu delikten kurtulamayacağı anı özlüyordu. Çünkü ancak belki o zaman sulardan vazgeçebilir, uğultuyu beklemekten vazgeçebilirdi. Hafıza sonuçta, kaybedilmiş bir anı olasısızlık diyarlarında bir hafız gibi sürekli tekrar etmek ve tekrarın, anımsamanın gücüyle geçmişteki bir anın tekrar gerçekleşmesini sağlamak arzusu olamazdı. Arzu amip hücresi zarının içinde kıvranıyordu ama gel gör ki akışının önü her yerden kesilmişti.

Gözlerini yumduğunda ve ağzını bir daha açmamak üzere kilitlediğinde kendisi değil ama en azından dünya diye bildiğimiz şeyden bazı atomik yapılar kayboluyor ve geri gelişlerinin önü sonsuza dek tıkanıyordu. Burada bir yanlış yapıyor olabilirdi. Eğer ki deliğinin bahçedeki kara deliklerden fışkıracak uğultuyla dolmasını bekliyorsa, hâlâ böyle bir umudu varsa, ki vardı –değil mi ki akış her yerden kesilmiş olmasına rağmen hâlâ arzu içinde kıvranıyordu– o zaman belki de zaman ve uzam anlayışını değiştirmesi gerekiyordu. Tam da böyle bir anda derisinin sadece kendi bedenini değil dünyadaki bütün canlıların bedenini kavramak, örtmek görevinden istifa etmiş olabileceğini düşündü. Aşk da neydi? Deri yoksa, deri eriyip gitmişse, herkesten nefret edebiliyor olmasının koşulları kadar herkese âşık olabilmesinin koşulları da içten içe çürümüş olabilirdi.

Öyleyse sadece bitkiler kalmıştı hayatta. Bitkiler var mıydı? Bunu bilemezdi. Bıyıklı adam gitmişti. Kara delikler kara bir duvara emilmiş ve tuzaktan da öte, kara olmanın yasasını bile yazmaya ihtiyaç duymadan önlerine çıkan her şeyi yutan, insanlık yüzyıllarının tortusunu taşıyan ağköklere dönüşmüştü. Tuzak olsalardı işler daha kolay olurdu, tedirginlik olurdu, yaklaşan tehlikeyi bilmek olurdu. Ama şimdi zamansız uzama emilirse, emilme, dolma, boşalma hislerinin de kaybolacağından emin olabilirdi. Bu tür düşüncelere kapılmasının nedeni bahçesindeki kara deliklere dolan suyun uğultulu fışkırma anının ve bu akışın kendi deliğine dolacağı anın sürekli erteleniyor olmasında, ve bu ertelenişin sonunun asla gelmeyeceğine dair gitgide kuvvetlenen iç-sarsıntılarında görülebilirdi. Fotosentez.

Işığın olmaması için önce her şeyin kapkara olması gerekiyordu. Ama kapkarayı ne kadar ele geçirmeye çalışırsa çalışsın mutlaka aydınlanmaya yüz tutmuş bir aminoasit kalıyordu hücre çekirdeğinin çevresinde deli gibi dönüp dolanan. O yüzden biraz daha hız kesmesi, gerek hareketi gerekse harekete neden olan her şeye bir son vermesi gerekiyordu. Bu bitki olmayı istemekten de öte bir durumdu. Bitkiler de sonuçta topraktan emdikleri mineral, su ve fotosentez aracılığıyla büyüyebilen ve böylelikle uğultuyu hissetmelerine imkân tanımayan o varoluş kancasına takılmış durumdaydılar.

Peki uğultudan beklediği sonuca, insan olmayan insan durumuna geçmesini sağlayacak olan şey, şey-olmayan-şey olamaz mıydı? Ya da uğultunun bile ötesinde, gürültüden sese geçmeye çalışan ama geçişi hep tersine döndürmeye eğilimi olduğu için hep geçiş aşamasında kalan şey? Uğultu bile olamayan uğultu. Bahçesindeki kara deliklerden fışkırmasını beklediği uğultuyu bu şekilde formülize ederse kendinde bir delik olma olasılığı bile ortadan kalkıyordu çünkü deliğin varlığı bu beklentiye bağlıydı ve uğultu bile olmayan uğultu kendisinden önce varlığa geçtiği varsayılan her şeyin kökünü kuruttuğu gibi kara delik denen şeyin bile bir ontoloji-olmayan-ontoloji mucizesi olduğunu gözler önüne seriyordu. Fiziğin söz geçiremediği, yani varsızlıktan (dilerse “yokluk” da diyebilirdi buna ama “yokluk” dediği an dile “varlığı” çağırmak zorunda kalıyordu; oysa “varsızlık” deyince sanki bu nedensel zıtlık durumu ortadan kalkıyor; bir sıfır noktasının bile henüz uzamı olumsuzlayarak kendisini ve aynı zamanda uzamı var ettiği an es geçiliyordu) varoluşa geçme anı sürekli ertelenen şeyler var mıydı? Bir zamanlar içine aktığını varsaydığı suları, dereler ve onların uğultularını, aniden ortaya çıkıvermiş geçici tıkanıklık durumlarını, ya da astım krizlerine dahi girmeden kapkara olmuş organlarını en iyi tanıyan, bunların hepsini çepeçevre sarmasına rağmen, varsızlığı en iyi tanıyan şey olmasına rağmen, o amip-zarı-deri neden bir türlü varoluşa geçme anını yok sayamıyordu?

Düşüncelerini de kaplayan bir deri olabilir miydi? Zira bıyıklı adam geri dönmeyecekti. Diyelim ki düşünceleri her ne kadar uğultuya yönelse de, uğultuyu, kulak zarlarını patlatacak derecede güçlü bir uğultuyu arzulasa da, uğultunun bir daha geri gelmeyeceği artık neredeyse kesinleşmişse de, uğultuyu duyma arzusu yok olmuyor, kapalı kaldığı zar içinde çığrından çıkmış gibi dört dönüyor ve bu dil-amip-zar’ının çeperlerine çarpa çarpa ya kendini yok etmek istiyor ya da kara delik ile varsızlığı eşit kılmaya çalışıyordu. Düşünceyi kurduğu her atılımda bir duvara tosluyor ve kaçınılmaz olarak ifadeyle savaşmak zorunda kalıyordu. İfade etmeden dili kullanamıyorsa, o zaman düşüncelerini de sarıp sarmalayan bir dil-amip-zarının da olduğu bir gerçekti. Durum böyleyse uğultuyu tekrar duyma arzusu ile kara delik arasında henüz keşfedemediği özel bir ilişki olmalıydı. Bilinen şuydu ki uzay bir boşluksa, ama gerçekten boşluksa, yani hiçbir atomun yer almadığı, ses dalgalarını taşıyacak, iletecek atomların olmadığı gerçek bir boşluksa, o uğultuyu her ne kadar –yüzyıllarca?– beklemiş olursa olsun, hatta bir kara deliğin içine düşmüş olduğuna dair inancı her ne kadar sarsılmaz olursa olsun, o bir zamanlar duyduğu, şu an özlemini çektiği uğultu ne evrenin en karanlık dehlizlerinde duvardan duvara çarparak işitmesi dayanılmaz hale gelecek ne de etrafına ördüğü kapkarayı delecek denli güçlenerek kendine ulaşacaktı. Kulak zarları çoktan patlamıştı. Durum böyleyse kendisini, organlarını, dilini ve her şeyini sarıp sarmalayan amip-zarın aslında hiçbir önemi yoktu.

Yoksa, kara delik olmayan bir kara delik mi vardı? Ya da kara deliğin içinde bir başka kara delik mi vardı ve bu sonsuza uzanan kara-delik-içinde-bir-başka-kara-delik serisinin içine bile isteye düşmüş olduğu anlamına mı geliyordu? Her şekilde hapsolmuştu. Ama hapsolmak istediği yer burası değildi. Varoluşun içine hapsolmuş, varsızlığa özlem duyuyordu. Zira, varsızlığa hapsolmak gibi bir şey söz konusu bile olamazdı. Varsızlık bütün varlık koşullarını ve dolayısıyla varlığın içine hapsolma duygularını aşan bir şey olmalıydı. Değil mi ki, kara delik içine düştüğü bir özne olamama durumunu gerçek kılıyordu, o zaman özne olmanın söz konusu bile olamayacağı bir durumu tasarlaması gerekiyordu. Madem ki bıyıklı adam bir daha geri gelmeyecekti, öyleyse varsızlığın kara delik parametrelerinin de ötesine ulaşan bir başka olmama, olamama, olmaktan vazgeçme durumlarını düşünmek zorundaydı.

Bir başka gerçek vardı ki, Z.A. soyut düşünceden hiç ama hiç hoşlanmazdı. Maddenin, atomların olmadığı bir evrende varsızlık sorun olamazdı. Geometri eninde sonunda bir sesti, uğultudan sese geçmenin modeliydi. Soyut yeterince soyut olmalıydı ki uğultu varsızlık anında doygunluğa ulaşsın ve tamamıyla duyulmaz hâle gelsin, varlığa geçebildiği an milyonlarca ışık yılı uzağında kalsın. Buna katlanabilecek miydi? Geometri acı demekti, kendine kendini buldurmak. Soyut olmayana eğrileme, daire olmak isteyen bir üçgen var mıydı ya da ondan da önce nasıl nokta olduğunu asla hatırlamayan, bir doğru olmanın koşullarını asla öğrenmemiş? Soyutlama: 1+5+8=0. Hep SIFIR.

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Zafer Aracagök, Uğultu başlığını verdiği metninde, kendi adını çağrıştırabileceğinden çekinmeden (ya da çağrıştırmasını umarak), Z. A. kısaltmasıyla andığı protagonistinin bilincinde/bilinçaltında dolaştırıyor okuru. Aracagök, metnin anlatıcısını, tüm detaylara hâkim tanrısal bir anlatıcı olarak sunmasına karşın -okuru da metindeki bir karakter olarak ele alırsak- kendi anlatımına engeller, açımlamalar, kuşkular katarak kendi karşıtına dönüşen bir unsur olarak kurguluyor ve onun oradaki -Aracagök’ten ödünç alarak söylersek- varsızlığının altını çiziyor. Metnin, maddenin ve yüzeyde görünenin karmaşıklığı üzerine, varlık ve yokluktan yola çıkarak varoluşun içine hapsolmuş varsızlık üzerine ortaya attığı her bilinç devinimi -geri gelen bir birim olarak kabul edelim etmeyelim- psukhe’yi önemseyen bir zeminde dillendiriliyor. Metin boyunca düşünme/algılama/akıl yürütme üzerine ilerlerleyen zihinsel eylemi, arka planda gürül gürül akan duyusal ve hatta duygusal bir kaynak besliyor. Okur karşısına çıkarılan arzu, his, aşk, deri, bıyıklı adam, madde, atom… gibi sözcükler, semantik ve terimsel değerlerinin dışında duyusal ve evet, duygusal bir tonla da bu zihin açıcı metni devindiriyorlar. Zafer Aracagök, metni aracılığıyla, adeta bir kara deliğin içindeki bir başka kara delikten protagonistini gözlemlercesine, sese/maddeye/varlığa/varsızlığa/duyulara/duygulara yüklediği tartışmalı anlam(sızlık) ve önem(sizliğ)in rezonansını, okura iletiyor.