Ana Sayfa Genel Uzun 1945’in son günleri: Gürcistan ve Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebi

Uzun 1945’in son günleri: Gürcistan ve Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebi

Uzun 1945’in son günleri: Gürcistan ve Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebi

Aşağıdaki makale, henüz yayınlanmamış uzunca bir incelemenin iki bölümünü teşkil ediyor. Bu incelemede 1945’te Sovyetler Birliği’nin Boğazlarda üs ve Gürcistan ile Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinden dile getirilen toprak taleplerini, Sovyet ve Amerikan belgelerinden başka, mümkün olduğunca geniş kaynaklara dayanarak anlatmaya çalıştım. 1945’i anlatırken onu hazırlayan yılları da ele aldım ve bunu esas itibariyle 1939’da, Saracoğlu’nun Moskova ziyaretinden başlattım. Bu uzun incelemenin kimi bölümlerinin ayrı yayınlanmasının mümkün olduğundan hareketle, iki başlığı, diline ve içeriğine pek az dokunarak, okurlara sunmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

Gürcü akademisyenlerin mektubu”

16 Aralık’da Moskova’da üç büyüklerin dışişleri bakanları toplantısı başlayacaktı. J. Byrnes 14 Aralık’ta, Britanya dışişleri bakanı E. Bevin de 15 Aralık’ta Moskova’ya indiler. Demek ki, Gürcüce yayınlanan Kommunisti gazetesindeki makalenin 14 Aralık gününe denk getirilmesi, tamamen bilinçli bir tercihti. Gürcü akademisyenler S. Canaşia ile N. Berdzenişvili’nin imzasını taşıyan makalenin başlığı, “Türkiye’den Meşru Taleplerimiz Hakkında” idi. Bu talepler, Batum’dan Trabzon’a kadar (Trabzon dâhil) Karadeniz sahil şeridini kapsıyordu. Nitekim 20 Aralık’tan itibaren birlik gazeteleri Pravda, İzvestiya ve Krasnaya Zvezda da, “Gürcü akademisyenler”in mektubunu yayınlayacaktı.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerinde, Türkiye’nin emperyalizm tercihini savunmak için vazgeçilmez bir bahane haline gelmiş olan bu mektuba biraz daha yakından bakmakta fayda var.

Ancak Ermeni ve Gürcü meselelerine geçmeden önce birkaç gözlemde bulunmalı ve bir takım şeyleri hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Hatırımızdan çıkarmamamız gereken, şu: menşeviklerin baskın olduğu Gürcistan ve daşnakların baskın olduğu Ermenistan’da bolşevik iktidarı, milliyetçiliği sona erdirememişti. Kökleri derinlerdeydi milliyetçiliğin ve, devrim öncesinde mesela Bakü’de olduğu gibi güçlü bir işçi sınıfının, dolayısıyla güçlü bir bolşevik hareketinin bulunmaması da, devrim sonrası milliyetçiliğin kökünün kazınamamış ve asr-ı saadet hayallerinin ayrılmaz parçası haline gelmiş olmasının önemli bir nedeniydi. Bunu, 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca partinin bu birlik cumhuriyetlerine yönelik siyasetinde takip edebiliriz. Ancak bu milliyetçilikler, her ikisi de fikirsel bağımsızlığını korumakla birlikte farklı niteliktedir. Gürcü milliyetçiliği kendine güvenli, yayılmacıdır ve Sovyet iktidarını parçalamaya meyleder. Ermeni milliyetçiliği ise birlikçidir, zira yaşamak için merkezi iktidarla birlikte olmak dışında bir yolu yoktur. Bu farklı eğilimlerde, Gürcülerin, sayısız farklı renkteki Kafkas halklarına üstün olma heveslerinin etkisi vardır. Ermenilerin ise çarlıkla, Osmanlılar ve İran arasında tampon olmak rolünü oynadıkları ayrıcalıklı ilişkilerinden başka, 1915’te yok oluşun eşiğine gelmiş olmaları da, birlikçiliklerini diri tutmuştur. Bu ülkelerin Rusya Federasyonu ile ilişkilerinde her iki eğilimin izlerini sürmek hâlâ mümkündür.

Bu, Kafkas milliyetçilikleriyle ilgili bütünüyle başka bir tartışma; ama olayların gidişatını gözlerken gözden ırak tutmamalıyız.

1944’ün mart ayında birlik cumhuriyetlerinin dışişleri halk komiserlikleri kurmalarına izin verildiğini görmüştük. Bunun ilk nedeni, elbette, savaş sonrası dünyada Sovyetler Birliği’nin oy ve etki alanını artırmaktı. İkinci nedeni, bununla bağlantılı olarak, Sovyetler Birliği’nin çeperi olan ülkelere siyasi baskı aracı olarak kullanmaya elverişli olmasıdır.

Ancak bana öyle geliyor ki, çoğunlukla gözden kaçan bir başka nedeni daha vardır: savaş kaçınılmaz olarak, Sovyet ulusu inşasında yeni bir aşamayı simgeler. Ulusal gururdur bu ve gururu, savaştaki ağır kayıplardan başka kahramanlıklar da tetiklemektedir. Ne yanlış ne doğru, sadece bir vakıa: halklar elbette yok oluşun eşiğine geldikleri böylesine büyük felaketlerin arkasından hayatta kalmayı başardıklarında, bu, ulusal bilince etki eder, derin izler bırakır. Ulusal bilinç ise sonuçta ulusaldır; böyle zamanlarda milliyetçi taleplerin de yükseliş göstermesi boşuna değildir.

Demek istediğim şu: Moskova’nın Gürcistan ve Ermenistan’ın toprak taleplerini Türkiye’ye karşı pazarlık ve hatta şantaj aracı olarak kullanma siyaseti güttüğünden kuşku duymuyorum; ne var ki bu siyaset, kendiliğinden ortaya çıkmış da değildir, zira söz konusu talep gerçekten vardır.1 Kimi araştırmacılar, Sovyet toplumunun son derece örgütlü bir yapıda olduğunu ileri sürerek, bu tür taleplerin partinin ideolojik aygıtı tarafından hazırlandığını ve işlendiğini ileri sürüyorlar. Ben, bunun doğruyu yansıtmadığı, hatta hakikati büsbütün çarpıttığı kanısındayım. Partinin ideolojik aygıtı güçlüdür, bununla birlikte toplumdaki karşı devrimci eğilimler (milliyetçilik, köylücülük, serbest piyasacılık, kooperatifçilik, vb.) daha güçlüdür. İdeolojik aygıt, bu eğilimlerin tehdit haline gelmesini önlemek için güçlü tutulmuştur zaten, ama ortadan kaldıramamıştır, üstelik kaldıramazdı da. Parti, toplumdaki bu tür eğilimleri yok edemeyeceğinden onlarla uzlaşmalar yapmak zorunda kalmıştır. Sovyet toplumu ve devleti liberal terminolojinin uydurduğu anlamsız “totaliter” kavramıyla açıklanamayacak kadar dinamik ve hatta demokratik bir toplumdur; parti ve toplumun iç içe geçmiş olmaları, karşılıklı etkileşimi son derece etkin kılar. Bu ise merkezin önemini artırır: merkez, etkileşimin çerçevesini ve yönünü tayin etmek zorundadır; aksi takdirde bütün mekanizma kolaylıkla parçalanır. Merkezin işlevi, ona fetiş bir karakter de kazandırır, kitlelerin gözünde hikmetinden sual olunmayacak kendinden menkul bir tapınç odağı haline gelir; tam da bu durum, merkez parçalandığında yıkımın etkisini artırır: Daha önemlisi, merkez böylelikle ideolojik misyonunu tamamen kaybeder; onun sosyalistliğinin, komünistliğinin vb. pek az önemi kalır ve sadece merkez olarak, bu işlevi gördüğü için anlam taşımaya başlar.

Demek ki Sovyet hükümetinin pragmatizmine zemin teşkil eden şeylerdir bunlar.

Gürcü milliyetçiliğinin, Moskova’nın tutumunda son derece etkili olduğunu bir tanıklıktan da takip edebiliyoruz. Toprak talebinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili Gasanlı’nın anlattıkları çok ilginç, ancak bunların hepsini nakletmektense, Stalin’in tutumunu göstermek için aktardığı, Gürcistan Komünist Partisinin eski birinci sekreteri Mgenadze’nin 2001’de Tiflis’te yayınlanmış anılarına bakmak yeterli olacak. Mgenadze, 1945 – 1947 yılları arasında Kafkas Askeri Bölgesi kumandanı olan mareşal Tolbuhin ile bu konuda uzun uzadıya sohbetler yapmıştı. Tolbuhin, 8 – 9 Eylül 1944’ten başlayarak Bulgaristan’ı Nazilerden temizleyen Sovyet ordularının başındaydı. Tolbuhin, tam bu sırada Stalin’i arayarak, “Türkiye’nin egemenliğindeki Gürcü topraklarını kurtarmak”tan söz etti. Stalin ise siyasi mülahazalar sonucu bunun mümkün olmayacağını söyledi. Tolbuhin anlatıyor: “O sırada bu mesele beni çok huzursuz ediyordu ve rızasını almak için yoldaş Stalin’i ikna etmenin belki de mümkün olabileceğini düşünüyordum. Cazibe çok büyüktü. Biliyor musunuz, biz askerlerin öyle bir tarafı vardır. Yoldaş Stalin’i tekrar aradım; bana, bunu düşünmeyi bırakmamı söyledi. Bu, siyasi bir macera olurdu. Eğer yoldaş Stalin izin verseydi, bu toprakları yirmi dört saatte kurtarabilirdim, ama Stalin bizden daha ötesini ve daha berrak görüyordu.”2 Stalin’in görüşlerinin 1944’den sonra bir yıl bile geçmeden değişmiş olmasını ancak Gürcü milliyetçiliğinin baskısına yorabiliriz.

Şimdi, daha önce de sözünü ettiğim, dışişleri halk komiserliğinin 18 Ağustos tarihli “Sovyetler Birliği – Türkiye ilişkileri hakkında” raporuna bakalım. Bu raporun ikinci bölümünde, Batum’un tarihi olarak Gürcü, Kars’ın ve Sürmeli’nin ise Ermeni toprağı olduğu ileri sürülür: “Bu toprakların Türkler tarafından ilhakı, Gürcistan ve bilhassa da Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin atadan kalma toprak haklarını ciddi bir şekilde ihlal etmiş ve stratejik güvenliklerini de önemli ölçüde zayıflatmıştır. … Türkiye’ye geçen Ermeni topraklarının yüzölçümü 20.500 kilometrekaredir ve Ermenistan Cumhuriyeti topraklarının yaklaşık yüzde 80’ini teşkil eder. Gürcü topraklarının yüzölçümü ise 5.500 kilometrekaredir ve Gürcistan Cumhuriyeti’nin yaklaşık yüzde 8’ini teşkil eder. Ermenistan, çağdaş devletler arasında, sınırları içinde halkının ancak küçük bir bölümünün yaşadığı biricik ülkedir. Bir milyondan çok Ermeni (Türkiye’den göçen yarım milyon da dâhil) Sovyetler Birliği sınırları dışında yaşamaktadır. … Ermeni halkının, onların antik kültürlerinin beşiği olan özgün topraklarının önemli bir bölümü başkalarının elinde bulunmaktadır.” Metinde soykırım terimi kullanılmaz, ancak 1894 – 1896 yıllarında Abdülhamit ve 1915 – 1916’da da İttihatçılar tarafından iki büyük katliama uğratıldıkları ve bunun sonucunda bir milyondan çok Ermeninin katledildiği söylenir. Böylece bir milyondan çok Ermeni başka ülkelere kaçmıştır. 1918’de de ele geçirilen topraklarda katliam örgütlenmiştir. Demek ki, “bu toprakların, meşru sahipleri olan Ermeni ve Gürcü halklarına geri verilmesinin karşısında hiçbir makul gerekçe yoktur: Avrupa uygarlığının faşist barbarlığından kurtarılmasında Sovyetler Birliği’nin bütün halklarıyla birlikte büyük bedel ödeyen Kafkasya halklarının meşru hakları bunu gerektirir.”3

Ama sadece Batum’un vaat edilmesi Gürcü milliyetçiliğine yetmemişti. Gürcistan KP(b) birinci sekreteri K. Çarkviani’nin, Gürcistan’da parti ve devletin, aynı zamanda “bilimsel kuruluşların” önde gelenleriyle görüşerek Batum’dan başka Artvin, Ardahan ve Oltu’nun da Gürcü toprağı olduğunun “tarihi-etnografik ve coğrafi karakterde” belgelenmesini istediğini görüyoruz. Gürcistan dışişleri bakanı Kiknadze, ağustos ayı sonunda bu meseleyi Beriya’ya bildirdi. Bu mektup, Kafkaslara özgü milliyetçiliklerin ve mikro milliyetçiliklerin nasıl birbirlerinin başını yediğinin de bir örneğidir: Kiknadze, Ermenistan’a aslan payı verilirken Gürcistan’a pek az toprak vaat edilmesinden yakınıyordu, oysa Gürcistan’a tam olarak 12.760 kilometrekare verilmesi gerekiyordu, Ermenistan’a ise sadece 13.190 kilometrekare! Türkiye’den toprak talebinin anlamsızlığından, siyasi bir felaketin başlıca unsurlarından biri haline gelmesinden, dahası zaten kimsenin bir şey vermeye niyetli olmamasından başka, birbirlerini boğazlamaya hazır olmaları da, bütün milliyetçilikler açısından öğreticidir.4

Kiknadze’nin 4 Eylül tarihli raporu daha da eğlencelidir. Buna göre, aslında 13 Eylül 1921 Kars anlaşmasını Türkiye ihlal etmişti, çünkü ne de olsa İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’ni parçalamak ve Kafkaslar ile Kırım’ı ilhak etmek istemişti.5 Üstelik Gürcistan’ın toprak talebi sadece Artvin, Ardahan ve Oltu ile sınırlanamazdı; Tortum ve İpsir, ayrıca Lazistan (Rize’den Trabzon’a kadar Karadeniz sahili), hatta Bayburt bile Gürcistan toprağıydı. Ancak Lazistan mevzubahis olduğunda Gürcistan buraya özerklik tanımaya hazırdı.

Özellikle bütün bu bölgelerin halklarının, Türklerden başka Ermeniler, Lazlar ve Rumların da hem birbirlerine hem Gürcülere karşı Kafkaslara özgü mikro milliyetçiliklerden kaynaklanan düşmanlıkları ve önyargıları olduğu düşünülürse, hakikaten pek eğlenceli bir yüce gönüllülük doğrusu.

Ünlü mektup yayınlanmadan önce imzacı “Gürcü akademisyen”lerden Canaşia’nın, Gürcistan yönetimi için düzenlediği gizli bir rapor daha var. Bunun ayrıntılarına girmeyeceğim, zira daha sonra yayınlanacak mektuptan farklı bir şey yok. Yalnız, şu önemli: rapor gösteriyor ki, mektup da açıkça Gürcistan otoritelerinin talimatıyla hazırlanmıştı.6 Yerel parti teşkilatının resmi organı niteliğindeki yayın ise, talimattan başka onay da olduğunu gösteriyor.

Mektubun Gürcüce yayınlanmasının hemen arkasından tercüme edilerek SSCB parti, hükümet ve ordu gazetelerine yetiştirilmesi de, açıkça, bunun resmi görüş olarak algılanmasının, veya daha doğrusu, Sovyetler Birliği’nin resmi görüşü olduğunun görülmesinin istendiğini, yani Moskova’nın siyasetiyle bütünüyle örtüştüğünü gösterir.

En nihayet, marksizm adını kullanarak marksizmi lekeleyen bu mektubun kendisine gelebiliriz.7

Pravda’nın mektubu sunuşu şöyleydi: “Tiflis’teki cumhuriyetçi Gürcü gazetesi Kommunisti’de 14 Aralık’ta akademisyenler Canaşia ile Berdzenişvili’nin redaksiyona gönderdikleri ‘Türkiye’den meşru taleplerimiz hakkında’ başlıklı bir mektup yayınlandı. Aşağıda bu mektubun çevirisi bulunuyor.”

Bu sırada genellikle dört sayfa olarak yayınlanan Pravda’nın neredeyse bir tam sayfası bu mektuba ayrılmıştı.

Mektup, “özgürlüğü seven halkların hak ettikleri yeri istediklerini” belirttikten sonra şu sözlerle devam ediyor: “Faşizmin ezilmesine önemli bir katkıda bulunmuş olan Gürcü halkı da meşru taleplerini dile getirmek hakkını kazandı. Dünya kamuoyuna, Türkiye tarafından gaspedilen ata topraklarımız hususunda çağrıda bulunuyoruz.” Üstelik, mevzubahis olan, önemsiz toprak parçaları değil, “halk olarak benliğimizin gaspedilmiş beşiği”dir.

Demek ki, daha ilk satırlardan itibaren bir akademisyen kalemi için gayet alışılmadık kelimeler.

Peki ne demek “benliğimizin beşiği”? Şu: “Gürcü halkı, antik çağların derinlerinden beri Büyük Tavr’dan8 Büyük Kafkaslara kadar olan bu bölgede yaşadı, çalıştı ve savaştı.” Böylece daha ilk satırlardan itibaren, Büyük Gürcistan’ın Aslında Ermenistan’ı da içine aldığını görüyoruz.

Gürcü halkı, burada sayısız medeniyetler yaratmıştı. Milattan önce ikinci bin yılda… Ama şaşırmayınız: Gürcü halkının “benliğinin beşiği” olan bu toprakların tarihi anlatılırken hakikaten böyle deniliyor. Arkasından gelen ifadelere hiç şaşırmayınız: “Gürcü halkının dolaysız ataları olan Hititler ve Subartular…” Öyle olunca, “Hitit – Subartu medeniyetinin bayrağını daha yükseklere kaldıran” Urartu devletinin de Gürcülerin dolaysız ataları arasında sayılması gayet normal.

Bu kadar öteye gittikten sonra arada yaratılan kimi medeniyet merkezlerinden ve güçlü Gürcü devletlerinden (Kafkas milliyetçilikleri bu devletlerin hiçbirini de paylaşamaz) söz etmemize gerek yok, çünkü doğal ki bunlardan şüphe edilemez. Ama mektubun tarih dersine bunlarla devam ettiğini belirtmiş olalım.

Bununla birlikte bunun, baştan sona kadar baş döndürücü bir ders olduğunu da hatırlatmalıyım.

“Gürcü akademisyenler”e göre bu tarihte sözü edilen bütün halkların Gürcü olduğuna, bütün şehirlerin ve devletlerin Gürcü medeniyetinin ürünü olduğuna şüphe yok. Bu, tartışmaya değmeyecek kadar açık. Ancak devletlerin ve şehirlerin durumu, konumu ve ilişkilerini bilimsel disiplin içinde antik yazarlara göndermeler yaparak anlatmış olması, ilginç.

Böylece “Gürcü halkı, kendisini dünya tarihi sahnesinden atmak isteyen düşman kuvvetlerle, hakkı ve yeri olan için otuz asır boyunca mücadele etti. Ama Gürcü halkı milli bilincini asla kaybetmedi.” Kendilerine üç bin yıllık bir tarih biçmek, bizdeki yerli faşistlerin bile kolaylıkla cesaret edemeyecekleri bir iştir. Burjuva devriminin ilk dönemlerinde kemalist rejimin Türk tarihini Sümerlerden başlatmasında görüldüğü gibi, yeni devletler tarihi romantize ederler ve kendilerine ezeli roller biçerler, ezeli ve ebedi varlıklar olduklarını sanırlar; ama kısa sürelidir bu ve romantizmin yerini çok çabucak gerçekler alır. “Gürcü akademisyenler”in, Sovyet iktidarının kurulmasından çeyrek asır geçmişken böyle bir tarihe inanıyor olmaları, çok tuhaf doğrusu. Bununla birlikte daha büyük bir tuhaflık şurada: bütün marksist tarih anlayışının köküne kibrit suyu dökmeye yeltenmiş bu zırva, Komünist adını taşıyan bir derginin arkasından Bolşevik Partisi’nin, Sovyet hükümetinin ve Kızıl Ordu’nun resmi organlarında yayınlandı. Ama hiç kimse, çok basit marksist ilkeye gönderme yaparak, millet yokken milli şuurun nasıl olabildiğini sormamış görünüyor.

İlk Roma kolonilerini, Gotlar, Araplar, Farslar ve başka halklara karşı mücadeleyle geçen şanlı Gürcü tarihini buraya almamıza gerek yok, ama 16. yüzyıl ortalarında “Yakındoğu’nun ve Balkan yarımadasının büyük bölümünü fethetmiş bulunan Türklerin bütün Gürcistan’ı da fethetmek niyetine karşı Gürcü halkının görülmemiş sertlikte direndiğini” unutmayalım. “Türkler” bu direnişle Gürcistan’ın orta ve batı bölgelerinden çıkartıldılar ama güneyde tutunmayı başardılar. “Ancak mücadele kesintiye uğramadı. Gürcistan’ın birliği bilinci asla ölmedi.” Bununla birlikte “sultan ve şah Gürcistan’ı aralarında bölüştüler.”

Peki Gürcistan bölünmeyi kabul etti mi? Asla! Zaten bu yüzden Osmanlılarla çarlık arasındaki bütün savaşlarda yer aldılar.

“Gürcistan pek çok fatih gördü. Türkler, onlar arasında en berbatları sıfatını hak ederek aldılar. … En alçakça, en insanlıkdışı zulme, Gürcü halkının kutsal varlıkları muhatap oldu: dili, kanunları ve gelenekleri, kültürü ve atalarının inancı. Türk dili ve İslam, ateş ve kılıçla yerleştirildi.”

Neticede, Türkiye, Gürcistan’ın 1920’de ve 1921’de içinde bulunduğu zorlu şartlardan yararlanarak, daha önce ele geçirdiği topraklarından başka bu defa da Ardahan, Oltu ve Artvin ile Batum’un güney kısmına el koydu.

İkinci Dünya Savaşı esnasında, Sovyetler Birliği faşist Almanya ile çarpışırken Türkiye de Gürcistan’ın diğer topraklarını gözüne kestirmişti. “Türk basını bununla ilgili açıkça yazıyordu. Türkiye bir kez daha gönüllü olarak emperyalist Almanya’nın hizmetine koşmuştu.”

“Peki ya biz? Gürcü halkının Birleşmiş Milletler’in kutsal davasına ne katkıda bulunduğunu dünyaya hatırlatmaya gerek var mı?”

Böylece mektup sonuna geliyor. Ancak, elbette, Gürcü halkının “hakkı” olan toprakları bir kez daha somutlamaya gerek var: “Gürcü halkı, hiçbir zaman vazgeçmediği ve vazgeçemeyeceği topraklarını geri almalıdır. Bununla Ardahan, Artvin, Oltu, Tortum, İspira, Bayburt, Gümüşhane ve Trabzon ile Giresun’u da içine alan doğu Lazistan’ı, yani Gürcistan’dan kopartılan toprakların sadece bir bölümünü kastediyoruz.”

Kızılırmak vadisini, Eskişehir’e kadar Hitit ve Torosların batısına kadar Subartu topraklarını istememiş olmaları, ne büyük bir yüce gönüllülük!

Bu görüşlere dayanılarak toprak talebinde bulunulmuş olması marksizm adına ne büyük bir kepazelik, ne büyük bir utanç!

Tarihteki haksızlıkları düzeltmeye ne zamandan başlayacağız? Milattan önce üç bininci yıldan mı? Yoksa Gürcistan yöneticileri gibi yüce gönüllülük yapıp milattan sonra 1500’lerden başlatmayı kabul mü edeceğiz?

Gerçekten bir haksızlık olup olmadığı bir tarafa, tarihteki bütün haksızlıkların düzeltilmesi talebi, komünistlerin talebi değildir. Bu, altında başka niyetler yatmıyor, başka nedenlerle koşullanmıyorsa düpedüz budalalıktır. Bu talep, mesela kuzey ve güney Amerika topraklarının yerlilere geri verilmesi, Türklerin Moğolistan’a geri göçmeleri, Arapların Arap yarımadasına ve Rusların kuzey Volga vadisine çekilmesi vb. anlamına gelir.

Kararlı bir antikomünist olan Sarper’in 18 Haziran’da Molotov ile görüşmesinde sarf ettiği ve virgülüne kadar doğru olan şu sözleri, böyle bir kepazelik karşısında gerçekten de marksist bir tını taşımıyor mu:

“Tarihteki her türden adaletsizliğin telafisini aramanın ne sınırı vardır, ne de bunun faydası.”

Ermeni Meselesi

Ermeni meselesini bu çalışmanın büyük ölçüde dışında bıraktım. Bunun temel nedeni şu: 1945 yılında Türkiye’de Ermeni düşmanlığı henüz yapısal bir nitelik kazanmamıştı. Sovyet Ermenistanı adına toprak talebinde bulunulması, talebin kendisine fazladan bir kabul edilmezlik katmıyordu. Şovenizmi körükleyen, talebin Ermenilerden gelmiş olması değil, “Ruslardan” böyle bir talep gelmiş olmasıydı. (Bu “Ruslar” kilit kelimedir; zira Türkiye’nin Boğazlar üzerinde egemenliğini ortadan kaldıracak bir öneri Truman’dan geldiğinde, Ankara’nın neredeyse hiç sesi çıkmamıştı.) Saracoğlu hükümetinin profaşist tutumunun Osmanlıdan kalma Rus düşmanlığını daha da köpürtmüş olması sayesinde, zaten fazladan bir Ermeni düşmanlığına gerek de duyulmuyordu.

Ermenistan adına toprak talebinin dile getirilmesinde özellikle Ermeni diasporasının etkisini de göz önünde tutmalıyız. Ermenistan hükümetinin dış Ermenileri kendi nüfuzu altına almak girişiminde bulunduğunu biliyoruz; üstelik bu, meşru kabul edilmesi gereken bir arzu ve girişimdir. Bununla birlikte hükümetin en azından mart başına kadar Türkiye’den bir toprak talebi yoktu. Bunu, Ermenistan halk komiserleri sovyeti başkanı A. Sarkisyan ile Ermenistan Komünist Partisi genel sekreteri G. Arutinov’un Stalin’e gönderdikleri 6 Nisan 1945 tarihli iki mektuptan takip edebiliyoruz. Ermeniler adına toprak talebinin dile getirildiği ilk belge ise, New York’taki Ermeni Ulusal Komitesinin Stalin’e 7 Nisan tarihini taşıyan mektubudur. (Diaspora hareketi henüz antikomünist değildir, ama su katılmamış milliyetçi hareketlerdir bunlar.)

Daha iç savaş yıllarından beri Kafkas milliyetçiliklerinin Sovyetler Birliği için bir tehdit olduğunu, hem merkezi hem Ermeni Sovyet hükümetlerinin Ermeni daşnak taraftarlığının kökünü kazımak için çok uğraştıklarını da hatırlamalıyız. Ve başaramadıklarını diye eklemek gerek; Ermeni milliyetçiliği bütün Sovyet tarihi boyunca göze çarpan bir olgudur. Demek ki, ABD’deki diaspora Ermenilerinin taleplerini, Sovyet hükümeti için endişe verici kabul etmek de mümkündü. Oysa Sovyet hükümeti milliyetçiliğin sırtını okşamayı tercih etmiştir. Dahası bunu, tıpkı Gürcistan’da olduğu gibi, marksizmi milliyetçilikle lekeleyerek yapmıştır.

Türkiye’nin savaş boyunca takındığı, ilkin profaşist, daha sonra ise ikircikli tavrın, Avrupa’nın faşist işgali altındaki halklarında bile hayal kırıklığıyla karşılaştığını biliyoruz. (Okur, Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni hatırlayacaktır.) Bu hayal kırıklığı, savaşın ne şiddette hissedildiğine ve Türkiye ile eski ilişkilerin anılarına bağlı olarak doğuya gittikçe derinleşiyordu. Demek ki Ermenilerde çok daha derinden yaşanmış ve milliyetçi bir düşmanlığın yelkenlerini şişirmiş olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Böylece savaş sonuna yaklaşırken Sovyet Ermenistanında şoven niteliğinden hiçbir şüphe duyulamayacak yayınlar daha sık karşımıza çıkar. Tıpkı Sovyet destekli Gürcü milliyetçiliğinin Gürcistan Bilimler Akademisi üzerinden yapacağı gibi, bu dönemde Sovyet destekli Ermeni milliyetçiliği de Ermenistan Bilimler Akademisi üzerinden, marksizmi lekeleyerek yayınlar yaptı. 93 harbinin hatıraları üzerinden çarlığı olumlayan, Türk halkını ise kötüleyen utanç verici yayınlardır bunlar. (Bu yayınların genel izleğinde, Birinci Dünya Savaşı esnasında Avrupalıların sahte vaatleri eleştirilirken çarlığa toz kondurulmaması da ilginçtir.)

Potstam’da Molotov’un Eden’e, diaspora Ermenilerinin vatanlarına dönmelerini teşvik edeceklerini söylediğini hatırlayacağız. Bu proje, Ermenistan parti ve hükümet liderlerinin Stalin’e (6 Nisan’da iki, 15 Mayıs’ta bir) ve Molotov’a (4 Nisan’da ve 4 Temmuz’da birer) mektuplarında dile getirilmişti; ancak Ermenilerde yükselen milliyetçilikten başka şu iki nedeni de gözden kaçırmamak gerek: birincisi, bu proje Moskova’nın siyasi hedefleriyle örtüşüyordu elbette. İkincisi (ve bu, Sovyet hükümetinin hedeflerini elle tutulur kılmaktadır), Sovyetler Birliği’nin bütün dünyadaki siyasi prestiji öylesine yüksekti ki, birçok ülkeden Ermeniler gerçekten de Sovyet Ermenistanına dönmeyi planlıyorlardı.

Ne var ki başlangıçta Türkiye Ermenileri söz konusu değildi. Türkiye’nin de bu meseleye dâhil edilmesi, belli ki, Ankara hükümeti üzerindeki Montrö Konvansiyonunda tadilat baskısını artırmak içindi.

Bu baskının en azami (ve erişilmesi imkânsız olduğu görülen) hedefi, dile getirilen toprak ve üs taleplerinin karşılanmasıydı. Asgari hedefi, Montrö Konvansiyonunda Sovyetler Birliği’nin güvenlik kaygılarını kollayan tashihlerin yapılmasıydı. Optimal hedefi, savaş zamanında Boğazlarda Türkiye ile ortak bir kontrol sağlama imkânının tesis edilmesiydi.

Arutinov’un 7 Temmuz’da Stalin ve Molotov’a gönderdiği mektup, açıkça, Ermenistan’da ve diasporada Türkiye’den toprak talebinin geniş bir şekilde tartışıldığını vurguluyor ve Sovyet hükümetinin Potsdam’da bu talebi dile getirmelerini isteyerek, bu talebi dış Ermenilerin vatanlarına dönüşleriyle ilişkilendiriyordu.

Diaspora Ermenileri toprak taleplerini, San Fransisco ve ve Postdam Konferansı öncesinde de gündeme getirmişlerdi, ama Eylül ayında yapılan üç büyüklerin Londra toplantısı öncesinde, bu talepler TASS’da yer buldu. Bu önemlidir, zira ilk defa, Sovyetler Birliği tarafının Ermeni milliyetçiliğine karşı resmi tutumunda bir değişiklik olduğuna işaret eder. Aralık ayına doğru bu mesele de tırmanışa geçti: ABD dışişleri belgelerinde, SSCB’nin İstanbul konsolosluğundan başka birçok yerde daha Ermenileri, Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne davet ettiğini okuyoruz. (İlginç olan şu ki, tahmin edilebileceğin çok üzerinde Ermeni’nin gitmek için başvuruda bulunduğunu görürüz. Hatta 22 Aralık’ta Sovyetler Birliği’nin İstanbul Konsolosluğunun olduğu sokakta izdiham çıkar.9 Hükümete bakılırsa Sovyetler Birliği’nin provokasyonunun eseridir bu ne var ki aslında, savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin büyük prestijinin de bir yansıması saymak gerek.)

ABD dışişlerine göre Sovyet hükümetinin amacı, Kars ve Ardahan’ı talep eden Sovyetler Birliği’nin, bu bölgeleri ele geçirdikten sonra iskân edebilecek bir nüfus fazlası kazanma çabasıydı. Bir yanıyla doğru bir gözlem: Sovyet hükümeti, en azından Sovyet Ermenistanı hükümeti gerçekten de bu beklentiyle hareket etmiştir. Ama olayın başka bir yanı daha var: Ermenistan, bütün diasporayı da kapsayacak bir milli devlet projesi peşindeydi; bu, İsrail’i andırır. (Yalnız elbette arada temel bir fark var. İsrail, yaratılmış bir vatandır; Ermenistan ise zaten vardı.) Toprak talebi, dış Ermenilerin minnet ve şükran duygularını çekmek, sadakatlerini sağlamak için de kullanışlı bir araçtı, zira böylelikle belki de Ermenistan Ermenilerinden çok diasporanın arzu ve ihtirasları dile getiriliyordu.

Gürcistan ve Ermenistan meseleleri (ve, her ne kadar konumuz dışında kaldığı için burada hemen hiç değinmemiş olsam da Azerbaycan milliyetçiliğinin kuzey İran’da genişleme arzuları) çoğu zaman Sovyetler Birliği’nin çarlık siyasetini devam ettirmesi şeklinde açıklanır. Çarlık siyaseti hiç şüphesiz yayılmacıydı ve emperyalist hedefler güdüyordu. Öte yandan ben de Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan talebinin amaç ve ortaya konuş şeklinin emperyal bir nitelik taşıdığı kanısındayım.

Ancak emperyalist ile emperyal arasında çok önemli bir fark var. Emperyalist bir talep, bütünüyle yapısaldır; sermaye ilişkileri, söz konusu ülkenin uluslararası kapitalist sistem içindeki yeri, bu taleplerle güttüğü siyasi ve iktisadi amaçlar belirleyicidir. Her emperyalist talep aynı zamanda emperyaldir, ama her emperyal talep (çoğu zaman aynı ölçüde mide bulandırıcı olsa bile) emperyalist değildir. Kafkas milliyetçilikleri, özellikle de Gürcü milliyetçiliği; veya Balkan milliyetçilikleri, özellikle de Arnavut milliyetçiliği, veya 1950’lerde ve 2010’larda Suriye’ye yönelik (günümüzde de islamcılıkla harmanlanmış) Türk milliyetçiliği vb. emperyaldir, ama niteliği gereği emperyalist olamaz. Stalin’in yer yer emperyal tınılar kazanan dış siyaseti, çarlığın dış siyasetiyle örtüşür, ama tamamen başka bir amaçla: şimdi bir Sovyet ulusu inşa ediliyordu ve ekspansiyonizm, bu tamamen farklı türden ulus inşasının bir parçasıydı. Yeni ulus toprağa ihtiyaç duyduğundan değil; yeni ulus içinde birleştirmeye çalıştığı eski ulusların beklentilerini tatmin etmek için.10 Ne var ki doğası gereği çelişik bir ulus inşasıdır bu; nitekim öyle şiddetli bir kriz üretmiştir ki, milliyetçiliğin talepleriyle uzlaşmaktan çok geçmeden vazgeçilmiştir. Bundan sonrası, Türkiye’deki antikomünist isterinin görülmemiş büyüklükte bir demagoji kampanyasıyla tamamlanması olacaktır.

 

1Azerbaycan milliyetçilerinden de İran’a yönelik benzer bir talep vardı. Roberts, Türkiye’den toprak talepleriyle eş zamanlı olarak İran Azerbaycanında da ayrılıkçı hareketlerin yükseliş gösterdiğine ve kuzey İran’ın Kızıl Ordu tarafından işgal edilerek Azerbaycan’a katılmasına yönelik milliyetçi Azeri umutlarının cesaret kazandığına dikkat çeker. Geoffrey Roberts, “Moscow’s Cold War on the Periphery: Soviet Policy in Greece, Iran, and Turkey, 1943–8”, Journal of Contemporary History 46, sy 1 (2011): 75.

2Джамиль Гасанлы, СССР – Турция: От нейтралитета к холодной войне (1939-1953) (Москва: Центр Пропаганды, 2008), 276-77.

3A.g.e., 265-66.

4Gürcü ve Ermeni milliyetçiliğinin önünün açılmasında Beriya’nın özel bir rol oynadığı iddiaları yaygındır. Bana kalırsa bunlar daha ziyade Beriya’nın günah keçisi yapılmasının sonucu ortaya atılmış gibi duruyor. Bu iddiaları daha çok Hruşçov’un yaydığını biliyoruz. Örneğin: “Stalin’in daçasındaki bitmeyen yemeklerden birinde Beriya, bugün Türkiye’nin parçası olan belli toprakların aslında Gürcistan’a ait olduğu ve Sovyetler Birliği’nin bunları geri istemesi gerektiği üzerinde ısrarla konuşmaya başladı. … Beriya dönüp dolaşıp bu mevzuya geliyor, Stalin’e takılıyor, bir yerlere dürtüyordu. Stalin’i, bu toprakların geri alınmasının tam zamanı olduğuna ikna etti. Stalin’in İkinci Dünya Savaşında zayıf düştüğünü ve direnemeyeceğini ileri sürüyordu. Stalin onu dinledi ve Türk hükümetine, toprak talepleriyle ilgili baskı yapan resmi bir memorandum gönderdi.” Hruşçov’un anılarının 1974 İngilizce baskısından akt. Roberts, “Moscow’s Cold War on the Periphery: Soviet Policy in Greece, Iran, and Turkey, 1943–8”, 74. Doğrusu, hiç inandırıcı görünmüyor.

5Ne Gürcü ne Ermeni milliyetçiliğini ne de Sovyet hükümetinin toprak talebini hiçbir suretle desteklemeyecek bir gerekçe olmasına rağmen, Türkiye’nin yönetici çevrelerinin savaş yıllarında turan hayalleri gördüğünü biliyoruz; nazi arşivlerini süratle inceleyen Sovyet yetkilileri de iyi biliyorlardı bunu. Üstelik pragmatizminden şüphe edilemeyecek (ülke, savaşın dışına kalmasını biraz da bu pragmatizme borçluydu) İnönü bile belli ki çok iştahlıydı:

“Almanlar, Stalingrad ve Moskova kapılarına dayanmışlardı. … İnönü genç bir kurmay subayına şöyle sordu:

“‘Almanlarla harp edersek muvaffak olur muyuz?’

“Subay düşünmeden şu cevabı verdi:

“‘Paşam, bizi Almanlar Trakya’da yenerler. Fakat Anadolu’da başlarına bela oluruz.’

“Bunun üzerine İsmet İnönü, ‘Yaaa,’ diyerek başladı kendi anlatmaya:

“‘Şimdi Almanlar saatte seksek kilometre ilerliyorlar. Bu durum karşısında Ruslar bir buçuk ayda yenilirler. Bu bizim için de büyük kazanç olur. Kafkasları alırız. Türkiye’nin nüfusu da 38 milyon olur.’ (O zaman nüfusumuz sadece 18 milyondu.) ‘Aynı zamanda Bakü petrollerine de kavuşuruz.’” Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri (İstanbul: Fer Yayınları, 1971), 236-37.

6Gasanlı, incelediği belgelere dayanarak, Gürcülerin toprak talebinin fitilini ateşleyen kişinin Beriya olduğunu iddia eder. Гасанлы, СССР – Турция: От нейтралитета к холодной войне (1939-1953), 275.

7Симон Николаевич Джанашиа ve Николай Александрович Бердзенишвили, “О наших законных требованиях к Турции”, Правда, 20 Aralık 1945.

8Tavr [Тавра veya Тавр] adını taşıyan iki dağ silsilesi var. Biri, Kafkaslardan başlayarak Tebriz’e kadar inen, Kafkasların uzantısı niteliğindeki sıradağlar. İkincisi de, bildiğimiz Toroslar. “Gürcü akademisyenler”in bunların hangisini kastettiğinden çok emin değilim; ancak “benliğin beşiği”ni Akdeniz’e kadar indirmemiş olmalarına bakarak İran’ı kastettiklerini tahmin ediyorum. Ama belki de, az sonra göreceğimiz gibi Subartu’yu da tarihine katmış olmalarına bakarak, hakikaten Torosları kastetmişlerdir?

9Edwin C. Wilson, “The Ambassador in Turkey (Wilson) to the Secretary of State”, 22 Aralık 1945, Document 1261, Foreign Relations of the United States: Diplomatic Papers, 1945, The Near East and Africa, Volume VIII, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1945v08/d1261.

10Şu satırlar, bütünüyle doğru olmamakla birlikte fikir vericidir: “Stalin, Yakındoğu’da güçlü bir jeopolitik pozisyondan başka, çarların başarısız olduğu yerde başarıya ulaşmak ve Sovyetler Birliği için istikrarlı etnik sınırlar temin etmekte kararlıydı.” Roberts, “Moscow’s Cold War on the Periphery: Soviet Policy in Greece, Iran, and Turkey, 1943–8”, 80.

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl