Ana Sayfa Kritik Virginia Woolf: Delirmemek İçin Ölmeyi Seçenin Hikayesi

Virginia Woolf: Delirmemek İçin Ölmeyi Seçenin Hikayesi

Virginia Woolf: Delirmemek İçin Ölmeyi Seçenin Hikayesi

Virginia Woolf bir tutunamama varlığıydı. Protagonistleri (başkahramanları) gibi o da bu dünyayı bir kaybolmuşluk arazisi olarak algıladı.

Woolf, bir topaç çılgınlığınca dönen zamanın girdaplarında kaybolan silüetimsi bir varlığı andırıyordu.

Örneğin, “Yazılmamış Bir Roman” adlı kısa öyküsündeki Minnie Marsh, anlatıcının bir trende kazara karşılaştığı protagonistin adıydı.

Sonunda tren durdu, Minnie Marsh aşağı inip, anlatıcının da varlığını tehdit edercesine, aniden ortadan kayboldu:

“Ve işte evrenimin sonu. Şimdi neye tutunuyorum? Neyi biliyorum? Minnie’yi mi? Hayır asla […] Şimdi ben kimim? Ve hayat şimdi bir kemik parçası kadar kuru […]”.

Minnie Marsh’ın kalabalığa karışıp ortadan kaybolması, dünyanın adeta birdenbire boşalmasına, bakışın sonsuz ve sessiz bir boşlukta gezinmesini andıran bir dalgalanma ânına karşılık geliyordu:

“Yine de bu yabancılara fırlatılan bu son bakış, onların kaldırımdan inip büyük binanın köşesini dönmeleri, ah bu gizemli silüetler; içimi bir kez daha doldurup beni soru yağmuruna tutuyorlar! Aslında siz kimsiniz? Neden cadde boyunca yürüyorsunuz? Bu gece ve yarın nerede yatacaksınız? Ah, nasıl da dönüp dönüp dalgalanıyor içimde gizemli silüetlerin seli…”

Protagonistleri meçhul bir yerde trenden inip kalabalığa karışırlarken simaları, tıpkı bir çocuğun, bir dilek kuyusuna attığı bükülmüş bir saç tokasının suda kıvrılıp sonsuza dek kaybolması gibi, zihinden tamamen silinirken, hikâye de, tıpkı evren gibi, entropi yasasına uymaktadır. Tüm anlatı sanki, hatıraların bu önlenemez stokastik yükselişi üzerine inşa edilmiş gibi duruyor.

“Nereye gidersem gideyim gizemli silüetler görüyorum, anneler ve oğullar; sizi görüyorum, köşeyi dönerken sizi, sizi, sizi […] Onlara eşlik etmek için acele ediyorum; sanırım bu bir deniz olmalı, manzara, tıpkı kül gibi gri. Dizlerimin üstüne çöküp, eski maskaralıkların tüm ritüelini takip edersem sizi görüyorum aniden; taparcasına sevdiğim sizleri; meçhul silüetler sizi diyorum, sizi, sizi […] Kollarımı açsam, sizi kendime doğru sertçe çekip kucaklasam, seni diyorum, ey güzel dünya, seni, seni […].”

Bir yazma muharriki olarak melankoli

Woolf, edebi bir cümlenin ritmine bağlanarak yer yer melankolik vasıflar kazanan, spiral eğriler şeklinde bir yazının sonsuz katmanlarını ortaya çıkarmak için sezilerini ve duyumlarını kullanmayı bilen yazarlardandı. İnsanın iç mikro evreninin derinliklerinin keşfedilmesi sorunsalı, onun metninin estetik derisini oluşturdu.

“Jacob’un Odası”ndaki Jacob gibi, “Dalgalar”daki Percival karakterinin de, Virginia’nın 26 yaşında ölen erkek kardeşi Thoby Stephen’dan ilham alınarak inşa edilen protagonistler olduklarına inanılıyor.

Bu iki kitabın dahil olduğu galaksinin kalbindeki kayba dair formlar, gözlerin ışığını yutan bir tür kara delik gibi, tutunamadığı bu dünyada Woolf’un intiharını çabuklaştıran tam bir “mülksüzleştirme’ye karşılık geliyordu.

Kısacası, savaş korkusu, kardeşi Thoby Stephen’ın erken ölümü, tüm yeteneklerini kullanamadığına dair stres, dünyaya inançsızlık, delirme korkusu, nükseden bunalım ve kimlik krizleri, Woolf’u, artık hiçbir şeye tutunamayacak kadar yorgun, dünyanın kayıp cennetinde, her iki kanadını açamayan müntehir bir meleğe çevirdi.

Her yoğun yaratım sancısının ardından ortaya çıkan delirme korkusu, Woolf’u hayatı boyunca, öz kıyıma kadar bir sürek avı gibi izleyip, peşini bırakmadı.

Woolf’unki aslında delirmemek için ölmeyi seçenin hikayesiydi:

“Bizden daha mutlu olabilecek başka bir çiftin olduğunu sanmıyorum, sevgilim, Yeniden sesler duymaya başladım, dikkatimi toplayamıyorum; artık iyileşmeyeceğimi düşünüyorum, sana yük olmak şu hayatta istemeyeceğim tek şeydir […]”.

Örneğin, “Mrs Dalloway”de Septimus “pencereden atlayacak” derken, Woolf protagonistine, kendisinin ön sezinlediği hem ürkütücü hem ölümcül bir deneyimi ödünç veriyordu. Septimus, yaklaşan ölümünün izini süren yazarın “Ben”inin trajik ön sezisinden doğmuş, onun en yıkıcı endişelerini geçici olarak kovan, adeta ruh ikizi bir karakterdi.

Woolf’un dünyayı değiştirme ülküsü Nazi barbarlığının gelişiyle kesintiye uğramıştı.

Virginia 12 yaşındayken annesini, iki yıl sonra üvey kız kardeşini ve son olarak da babasını kaybetti. Babanın kaybı, onu kısa bir süreliğine bir kliniğe yatacak kadar üzmüştü. Bütün bunların üstüne, Woolf’un, üvey erkek kardeşlerinin ensest tacizinin üstesinden gelmesi gerekiyordu.

Woolf, hiç şüphesiz depresyona yatkın bir melankolikti, ancak, bu olağanüstü varlığın klinik bir vakaya indirgenmesi, kanımca, yapıtına büyük bir haksızlık olacaktır.

Woolf, hem güneşin doğuşunu hem günbatımını andıran ‘leziz’ bir varlık şokunun içinde, bu dünyadan ayrılmaya karar verdi.

Woolf’un terk ettiği dünya, seksen sene sonra bile, yağmalanmış, soluklanma vahaları bile soyulup soğana çevrilmiş, çiçekleri koparılmış, kök tutmayan çorak bir bahçeyi andırıyor. Woolf bu bahçeye sabanla dahi oluklar kazarak son gül çalısının kurumuş dallarını yeşertmeye çalıştı:

“İntihar benim için çok mantıklı ve gerekçelendirebileceğim bir şeydir. Sanırım biz değişmeye direnen bu dünyaya çok erken doğduk […]”.

Yine de ,Woolf’un intiharındaki isyan ruhunun, amatör bir anarko-nihilizmin açmazları tarafından absorbe edildiği gözleniyor.

Suyun ölümcül cazibesi

Su, Woolf’un eserlerinde hem kurucu hem yıkıcı bir laytmotif olarak öne çıkıyor.

Su, barbarlıkların kesintiye uğrattığı bilinç akışını restore ederken, değişen, ikircikli zihni tutarsızlıktan önce kapan, sayısız hacimli izlenimi ânın içine boca eden, med ve cezri aynı cümlede yeniden kuran, sıradanlıktan bir aydınlanma ve tanrısallık söküp çıkaran, bakış açılarının birbirlerine geçişkenliğini mümkün kılan, toplumsal cinsiyet sınırlarını yıkan, şimdiki ânı yakalayıp onu köpüğünde konuşlandıran estetik bir unsur olarak Woolf’un yapıtının hizmetinde aslında hep olageldi.

Woolf’un su ile amansız imtihanı, şüphesiz dalgaların sesine ayak uydurmasını sağlayacak şekilde yazmasıyla ilişkiliydi.

İntihar, Woolf’un bir bilinç yokluğunda var olmaktansa, dalgalar arasında gönüllü olarak kaybolmayı tercih ettiği nihai bir direniş eylemi olarak öne çıktı.

Örneğin “Dalgalar” romanı, okuyucuya, çiçek kırını andıran kelimeler arasında kaybolmak ve sonunda bir dalga gibi kıyıya vurup sönümlenmek deneyimi yaşatıyor:

“Ben şimdi acımı mendilime saracağım. Sıkışıp top gibi olacak. Kayın ormanına tek başıma gideceğim dersten önce. Alıp ıstırabımı, kayın ağaçlarının dibindeki köklerin üstüne sereceğim. Beni kimse bulamayacak. Ceviz yiyip böğürtlen çalılığının arasında yumurta arayacağım ve saçlarım donuklaşacak ve çitlerin altında uyuyacağım ve sonra hendeklerden su içip oracıkta öleceğim […].”

Dikkatli bir okuyucu, örneğin “Yıllar”daki Isa karakterinin merakı aracılığıyla, giderek yaklaşan intiharın ürpertisini hissedebiliyor:

“[…] Peki kuyuya hangi dileğimi atmalıyım? Dilek tuttuğumuz kuyunun suları beni tepeden tırnağa kaplasın istiyorum…”

Kısacası, Woolf’un içinde kaybolmayı seçtiği su, sınırları ortadan kaldırana kadar akışkan olmak isteyen eserinin doruk noktasına karşılık geliyordu.

Woolf’tan önce, Hamlet tarafından terk edildiğini sanan ve babasının ölümüyle aklını kaçıran Ophelia da kendini dalgaların koynuna bırakmıştı.

Shakespeare’in kadın kahramanı Ophelia’nın trajedisine eşlik eden, karşılıksız aşk, acılar, ahlâkçı eril taassup, delirme -deliliği, elbette Gilles Deleuze gibi olumlayarak kullanıyorum- gibi olgular, Wollf’un Ouse nehrinin kollarında sonsuzlukla buluşmasına ilişkin ilginç analojiler kurdurtuyor.

Ophelia’nın kendisini akıntısına bıraktığı suyun kenarındaki gelincikler uyku ve ölümün güçlü bir semboliği olarak öne çıkadursun, gelincikler Woolf’un cebine doldurduğu taşlarla adeta yer değiştiriyor.

Kısa sürmüş hayatının yazgısallığından bakıldığında Woolf, zamana erken doğmuş ve zamanın bataklığı tarafından yutulmuş “androjen” bir Ophelia’yı andırıyor.

Ancak, Monk’s House’dan Ouse nehrine gitmek için önce bahçeye bitişik olan romantik mezarlığı geçmelisiniz. Hani orada, sizi kasvetli manzaraya götüren, işaretleri ve tabelaları olmayan bir yol var ya; işte onu takip etmelisiniz. Virginia gibi çok kararlı olmalısınız yol alırken. Melodili bir şarkının çamurlu suya sürüklediği, çiçeklerle taçlandırılmış Ophelia’yı bile unutmalısınız. Vardığınız yerde Ouse nehri çalkantılı değildir, bir sanayi bölgesinin içinden geçerek öylece akar. Çevre köylerden çaresiz insanların intihar etmeye geldiği Zola tarzı bir dekorun içindesiniz artık ve kendinizi buz gibi sularına rahatlıkla bırakabilirsiniz. Unutmayın, güzellik iyiliktir; içinde yalpalayarak yüzdüğünüz bir nehir…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl