Peki günümüzün yıldızı çağdaş sanata gelelim… Elbette bu alanın istisnasız tek bir Çinli yıldızı var. Hepimiz biliyoruz: Ai Weiwei!

“Stendhal Sendromu” sanat yapıtları karşısındaki aşırı uyarılmayı ve baş dönmesini tarif eder. Stendhal, 1817’de Floransa’yı ziyareti sırasında, Michelangelo, Machiavelli ve Galileo Galilei’nin mezarlarının bulunduğu Santa Croce Bazilikası’nı gezmiş ve Giotto’nun freskleriyle süslü bazilikayı gördükten sonra kalp çarpıntısı ve halsizlik hissi yaşadığını yazmıştı. Pozitif bir kullanımı var anlayacağınız. Oysa Soğuk Savaş olarak da nitelenen 1950-1991 arası için başka bir sendrom daha var ki sanatçı görünürlülüğü için fazlasıyla önem taşıyor. Buna en kısa yoldan “Soljenitsin Sendromu” demek tuhaf kaçmaz sanırım. Sovyet rejimiyle fazlasıyla başı dertte olan ünlü romancı Aleksandr Soljenitsin’in Nobel Ödüllü romanı Gulak Takımadaları Batı’da SCBB’yi, Stalin hayaletini ve komünizmi “korkulan” bir imgeye çeviren neredeyse en başarılı örnekti. Yaşamı boyunca çeşitli cezalara çarptırılan Soljenitsin’in çalışma kampları hakkındaki romanı, dünyanın birçok ülkesinde yayımlandı ve anti-Sovyet propagandanın en önemli öğelerinden biri oldu. 1970’de Soljenitsin’in  aldığı Nobel Ödülü’nü bile belirleyen bir soğuk savaş estetiği ve ideolojisinden bahsediyoruz. Bu öyle bir estetik ki, Star Wars filmindeki düşman gemilerini ve üniformalarını Soyuz uydusundan ve Sovyet askerlerinden alıyordu. “Gulak” romanı bugün hala bir şablon olarak kullanılan Auschwitz -Gulak benzerliği için ilk taşı döşeyivermişti. Tabii kimsenin bu propaganda savaşında SCCB’nin İkinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon ölü verdiğini düşünecek (yani Hitler’i asıl yenen güç) takati kalmamıştı. Ha Hitler ya da ha Sovyetler imge olarak aynıydı; sıkıcı, despot ve de otoriter…

Aleksandr Soljenitsin

ÖDÜL SELİ

1950 sonrasından günümüze sanat, edebiyatta ya da sinemadan binlerce örnek verilebilir buna. Tabii herkes aynı değildi. Örneğin Tarkovski, çöküşe doğru adımlayan ve rejimle sorun yaşadığı SCCB’den 1980’lerde İtalya’ya gönüllü sürgünlüğe geldiğinde, Batı basının bu yöndeki üşüşmesine yem olmayan nadir sanatçılarıdandı. Etkileyici Nostalgia filminin her santimine sinmiştir bu duruş.

Batı’da tanınan Yua Minjun gibi Çinli sanatçıların parıltıları Ai Weiwei’nin iri bedeni ve parıltısının gölgesinde kalıvermiş görünüyor.

Evet SCBB 1991’de tarihe karıştı. Bugün artık “Soljenitsin Sendromu”nun komünizm hayaletine ve Sovyetlere ihtiyacı yok. Çağdaş sanat 1991 sonrası Sovyet sonrası coğrafya da geçmişin “sıkıcı” ve kitsch olarak nitelenen hayaleti üzerinden fazlasıyla iş yaptı. Bugün sendromun üç hedefi var denilebilir. Sondan başlayalım; Kuzey Kore. Bu ülke kapalılığı nedeniyle ancak grotesk bir despotluğun imgesi olarak özellikle sinemada iyi iş yapıyor. Fakat henüz buradan “özgür” Batı’ya iltica etmiş ya da ettirilmeye çalışılan bir sanatçı ve edebiyatçı yok. Bize ekranlardan Kim’in tombik ve acayip yüzü kalıyor o kadar. Oysa İran ve Çin başka. 1991’de tarihin sonunun ilan edildiği neoliberal yükselişte iki dişli rakiptiler ve hala sertleşen bir ivmeyle öyleler. Batı’nın “Şahbaz” petrol yemliği İran 1979 İslam Devrimi ile ABD’ye büyük bir darbe indirivermişti. Bugün gittikçe Sünnileştirilmeye çalışılan Ortadoğu coğrafyasında Şia vurgusuyla hala ağırlığını hissettiriyor. Batı başta İran sineması olmak üzere Humeyni sonrası ABD’ye yerleşmiş İran kökenli sanatçılara fazlasıyla ilgili. İran sinemasının ve yönetmenlerinin başarısı ortada elbette. Fakat bu başarının Soljenitsin Sendromu çerçevesindeki kullanımı da kimsenin gözünden kaçmıyor. Gelelim Çin’e… Çin, komünist adını hala kullansa da 1990’dan sonra bambaşka bir kapitalizm ile dünyanın 2. süper gücü oluverdi. Ucuz işçilik, devasa nüfus ve Batılı kapitalist şirketlerin taşeronu gibi çalışan yapısıyla kısa sürede bir süper güce dönüşüverdi. 1989’daki Tianenmen Meydanı olayları Batı’nın liberal iştahını kabartmayı bilmişti. Sanki Çin’de Demir Blok gibi çöküyordu. Fakat olmadı. Mao’nun uzun yürüyüşü bu kez kapitalist bir güce dönüşerek ABD ve NATO’nun karşısına dikilivermişti. Bu anlamda Çin devasa yaratıcı kadroları, sanatçıları ve edebiyatçılarıyla “Soljenitsin Sendronumu”nun yeni hedefi ve en büyük av sahasıydı. 1989’da Tiananmen Meydanı’ndaki protesto eyleminin öncülerinden biri olan 61 yaşındaki Liu Xiaobo 2009 yılında cezaevine konulmuş 2010’da ise Nobel Barış Ödülü’nü alıvermişti. Arkasından 2012’de, bana göre muhteşem bir romancı ola Mo Yan’ın Nobel edebiyat ödülü geliverdi.

Ai Weiwei’nin tepki çeken Ajlan bebek pozu.

SHOW BURADA: WeiSA
Peki günümüzün yıldızı çağdaş sanata gelelim… Elbette bu alanın istisnasız tek bir Çinli yıldızı var. Hepimiz biliyoruz: Ai Weiwei! Rejim muhalifliği dolayısıyla bir süre hapis yatarak 2011’de tahliye olan sanatçının Batı sanat dünyasındaki kariyeri de jet hızıyla yükseliverdi. O artık binlerce porselen ayçekirdeği, Çin porselenleri gibi parıldıyor sanat dünyasında. Aslında bana göre ortalama bir hazır nesneci ya da performans sanatçısı olan Weiwei’nin şansı sadece Çinli olması. Batı’da çok tanınan Yua Minjun gibi Çinli sanatçıların parıltıları Ai Weiwei’nin iri bedeni ve parıltısının gölgesinde kalıvermiş görünüyor.  Weiwei en son mülteciler üzerine üreteceği show işler için Midilli’ye üs kurmuş; Ajlan bebeğin sahile vurmuş bedenini, kendi iri bedeni üzerinden gösteren performansıyla nefret ve tepki toplamıştı.

Sabancı Müzesi tarafından, hem İstanbul Bienali hem de Contemporary İstanbul fuarına denk getirilen Ai Weiwe sergisi dolayısıyla basında büyük bir Ai Weiwei fırtınası esiyor. Sakıp Sabancı Müzesi, Akbank’ın desteğiyle Ai Weiwei’in “Porselen Üzerine” adında Türkiye’deki ilk sergisine ev sahipliği yapıverdi. Haftalar öncesinde müze tarafından uçağa doldurularak Berlin’e Weiwei’nin yanına taşınıveren kültür gazetecileri övgü ve röportajlarla işlerini yapmaya devam ediyorlar. Danışmanlar durur mu tabii, Weiwei İstanbul’a gelmişken, geçmişinde Ahmet Altan, Etyen Mahçupyan ve Ali Bayramoğlu gibi “parlak” danışma kuruluna sahip Hrant Dink ödülünü de kapıverdi. Böylece despotluğa ve otoriterliğe karşı “özgür” dünyanın sesi olduğunu bir kere daha hatırlatmış oldu.

Ne diyelim? Soljenitsin Sendromu, Stendhal Sendromı gibi başımızı döndürmeye devam edecek uzun süre. Benim tercihim mi? Elbette ikinci sendrom; büyük bir sanatçı ve romancı çünkü! Seve seve başımı döndürsün…

TEILEN
Önceki İçerikPAUL VIRILIO: Gözün Yeni Diline Doğru
Sonraki İçerikKitsch: Kartondan Kaleler
1970, Gaziantep doğumlu. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı. Yazıları Pasaj, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Yeni Film, soL, Cumhuriyet, Varlık, Sanat Eylemi, Üç Nokta, Bağımsız’da yayınlandı. 2008-2012 yılları arasında BirGün gazetesinde kültür sanat editörlüğü yaptı ve yazılar yazdı. Yurt Gazetesi Kültür Ek yayın yönetmenliğinde bulundu. 2004-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans programında ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya, küreselleşme, popüler kültür ve sinema üzerine dersler verdi. AICA-Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesi.