Ana Sayfa Manşet Zafer Doruk ile Karsambaç Üzerine

Zafer Doruk ile Karsambaç Üzerine

Zafer Doruk ile Karsambaç Üzerine

Zafer Doruk ile son öykü kitabı Karsambaç ve Adana’yı konuştuk.

Son öykü kitabınız güvercinleri, günebakan çiçekleri, yazlık sinemaları, kenar mahalleleri ile buram buram Adana kokuyor. ‘Karsambaç’ ismiyle başlayalım.

Bicibici, Adana’da çok sevilen buzlu bir tatlı türüdür. Kuşbaşı biçiminde doğranan dondurulmuş nişastalar bir cam kâseye koyulur, üzerine buz rendelenir, onun üzerine de pudra şekeri ve lavantalı kırmızı şurup dökülerek servis edilir. Eğer nişastasını istemezseniz ‘Karsambaç’yemiş olursunuz. Yaklaşık yirmi beş önce yazdığım ama kafamda bir türlü bitiremediğim bir demet öykü vardı: bugün yazsaydım böyle yazmazdım dediğim öyküler. İçime sinen, beni rahatlatan bir çalışma oldu, yazarken öyküler beni farklı yerlere götürdü, kişiler, mekânlar, anlatıcılar, bakış açıları değişti, seçme öyküler olmaktan çıkıp yeni bir kimliğe büründü. Adana bugün büyük bir anakent. Kuzeyi, kurulan yeni yerleşim yerleriyle giderek modernleşirken, kendine has kültürel dokusunu yavaş yavaş yitirirken, güney mahalleleri eski kimliğini büyük ölçüde koruyor; bu mahallelerde dolaşırken kendinizi bir an Latin Amerika gettolarının birinde sanabilirsiniz. Bu sıcak iklimin sıcakkanlı insanları, gelenekleri, çok renkli, çok kültürlü sosyal hayatıyla bir karnaval görünümü sunuyor. Bu mahallelerde hayatın yarısı evlerin damlarında geçiyor, başınızı çevirip hangi dama baksanız bir manzarayla karşılaşırsınız; kuşlar, kuşçular, horoz kümesleri, kasnaklı uçurtma uçuran çocuklar, abiler, babalar, köşe başlarında tek sandalyeli seyyar berberler, kebapçı, ciğerci tezgâhlarından tüten dumanlar, bütün bunlar bana bir karnavalı, karnaval da ‘Karsambaç’ ismini çağrıştırdı.

 

Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Orhan Kemal ve daha niceleri. Nedir edebiyat ve sanatta Çukurova’yı bu kadar verimli yapan?

Çukurova altmışlı-yetmişli yıllarda ülkenin tarım ekonomisini belirleyen, özellikle pamuk üretiminde başı çeken bir bölgeydi. Adana aynı zamanda fabrikalar şehriydi. Tarımın tasfiyesiyle birlikte İç Anadolu’dan, doğudan, güneydoğudan büyük göç aldı, fabrikaların çevresinde işçi mahalleleri kuruldu. Türkmen, Farsak, Arap, Kürt, Ermeni kökenli yurttaşlar bir arada Adana’ya has ortak bir yaşama kültürü geliştirdiler. Öyküler de işte bu ortak kültürün barındırdığı çelişkilerden, insanı gülümseten, bazen de içini acıtan küçük ayrıntılardan çıkıyor. Orhan Kemal kapitalizmin henüz emekleme döneminde olduğu Adana’nın kırklı-ellili yıllarını hikâye ve romanlarında çok canlı anlatır. Yaşar Kemal, Çukurova kırsalında yaşayan insanların kapitalizmin ayak sesleriyle birlikte geleneklerinden, topraklarından nasıl koparıldıklarını anlatır. Yılmaz Güney, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgü gibi yazarların, sinemacıların diline, öyküsüne ışık olmuştur, yurt olmuştur Adana. Adanalı, sinemayı çok sevmiştir. Altmışlı-yetmişli yıllarda Yeşilçam yapımcıları bir filme para yatırırken önce Adana sinema seyircisinin nabzını yoklar, filmleri onların isteğine göre yaparlardı. Yılmaz Güney’in yeni bir filmi geldiğinde Adana’da olay olurdu. Yazlık sinemalar bir bir kapanınca Adana’nın ana renklerinden biri de tarihe karıştı. Adanalı hâlâ o özlemi yaşıyor, yaşatmaya çalışıyor. Adana’da sinema müzesi var. Eski Yeşilçam tutkunu bazı Adanalılar film afişleri toplayıp biriktiriyor, eski sinema araçları koleksiyonu yapıyor. Sabri Şenevi, Serdar Kürkbaba gibi Yeşilçam tutkunu insanlar tanıdım. Sabri Şenevi, evinde yazlık sinema kuran, mahalleye siyah beyaz film gösterimi sunan eski sinema makinisti bir Adanalı; duvara afişler asıyor, film izlemeye gelenlere gazoz dağıtıyor. Adana’da bol öykü var, nereye baksanız sanatın konusu olacak bir malzeme bulabilirsiniz.

 

Kitabın en acımasız öykülerinden biri Teyzem. Yörede yaygın olan kumalık gibi sarsıcı bir konuyu ele alıyor. Yine başka bir sarsıcı öykü. Berber Kemal var. Nerdeyse okuru ters köşe yapıveren…

Teyzem, bir çocuğun gözünden, zihninden anlatılıyor. İçimizi acıtan şey: çocuğun kirlenmemiş dünyasından bizim dünyamıza saf bakışı. Yetişkinlerin düzenbaz gerçekliği karşısında onları kavramaya çalışan, yalanla hileyle henüz tanışmamış yalın bir gerçeklik. Evde ne olup bittiğini bildiğimiz biz yetişkinler, onun bu anlama çabasını izlerken bize tuttuğu aynaya bakıp kendimizle yüzleşiyoruz.

Berber Kemal’de, anlatıcı, sıra dışı, eski tarz bir berberle karşılaşınca onu çocukluğunda tanıdığını düşündüğü bir berberin yerine koyuyor, onun berberlik gibi el emeğine dayanan bir mesleğin parlak bir döneminde gençliğini düşünüyor, onu zihninde canlandırıp geliştiriyor, tam da dönemine yakışır bir berber olarak hayal ediyor. Bu mutlaka o berberdir, adı da ‘Kemal’dir diye düşünüyor. Berber Kemal, dostluğa, arkadaşlığa önem veren, herkes tarafından sevilip sayılan renkli bir kişilik. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kimi geleneksel güzelliklerin, naifliklerin,  dostluk, arkadaşlık, sevgi, vefa gibi bazı insani değerlerin de çözüldüğünü, insanı insan yapan geniş mekânların küçüldüğünü, betonlaştığını, sokakların ruhunu yitirdiğini, bütün bu değerleri bir arada tutan, yaşamasını sağlayan emeğin ne kadar değerli olduğunu bir kere daha anımsatıyor.

Öykücülüğümüzün altın çağı 1950’lerden itibaren başlıyor. Bir tarafıyla birey, varoluşçuluk ve kent, şiirde ikinci yeni. Ama aynı dönem toplumcu gerçekçiliğinde yükselişi bir tarafıyla. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ellili yıllar, öykünün sınırlarını genişletmeye başladığı, yüzünü dünya öykücülüğüne döndürdüğü yıllar. Özellikle modern Amerika öykücülüğünün de etkisiyle öykücülüğümüzde farklı kanallar açılmıştır o yıllarda. Olayın ağırlıkta olduğu, geleneğe yaslanan toplumsal öykülerin yanı sıra bireyin iç dünyasına odaklanan sıkı dokunmuş, yoğun atmosfer yüklü öyküler yazılmaya başlanmıştır. Yenilikçi anlayışı benimseyen, ‘ellili kuşak’ olarak adlandırılan öykücülerle, temeline toplumsal meseleleri koyan, deneysel, biçimsel arayışları fazla dert edinmeyen, biçimi içeriğin ayrılmaz bir parçası olarak gören öykücüler dönemin edebiyat dergilerinde, söyleşi platformlarında bu konuyu enine boyuna tartışmışlardır. Her iki anlayıştan da ortaya güzel örnekler çıkmış, öykücülüğümüzü yan yana giden bu iki öykü anlayışı besleyip geliştirmiştir. Öykücülüğümüz ellili yıllardaki bu açılımın meyvelerini altmışlı yıllarda almıştır, atmışlı yıllar öykünün en verimli çağı olmuştur.

 

Günümüz için de öykünün yükselişinden bahsediliyor. Özellikle 1980 ve sonrası doğumlu yazar kuşağının taşıdığı bir yükseliş. Siz nasıl görüyorsunuz?

Öykünün 1980’den sonra yaşadığı uzun bir suskunluk dönemini saymazsak, bence her dönem belli bir yükselişi olmuştur, en azından roman karşısında fazla hezimete uğramamış, her zaman belli bir okur sayısını korumuş, her dönem ilgi görmüştür. Öykü okurunun seçici, özel bir okur olduğunu, öyküden aldığı hazzın da özel bir haz olduğunu düşünüyorum; çünkü öykü doğası gereği kendine has alanları, sınırları olan bir edebiyat türü. Öte yandan öykü giderek kentleşmiştir, kısa ve etkili olması bakımından her ortama ayak uydurabildiği gibi, okura zaman kazandırma açısından da çekiciliğini koruyor. Örneğin, dolmuşa bindiğinizde çantanızdan bir öykü kitabı çıkarıp öykülerden birini okuyor, kısa bir yolculuğun sonunda bir aydınlanma yaşamış, farklı duygularla donanmış, değişmiş biri olarak iniyorsunuz. Günümüz öyküsünün bir yükselişte olduğu fikrine katılıyorum. Yayınevleri öyküye ilgi gösteriyor, her yıl hatırı sayılır sayıda öykü kitabı basılıyor. Genç öykücüler günümüzde internetin sunduğu geniş olanaklardan da yararlanıp öykülerini paylaşma, tanıtma fırsatı buluyor. Öte yandan basılı dergiler ve öykü gazeteleri okuru öykülerle buluşturmayı sürdürüyor. Öykücülüğümüz ikinci altın çağını yaşıyor diyebilirim.

 

Sinemalar, sokaklar, Teksas-Tommiks okunan yazlar. Sanki öykü ile çocukluk ayrılmaz. Hatta neredeyse en çok öyküde o lezzeti yakalıyoruz.

Hayatla hesaplaşmaya çocukluğun bittiği, masumiyetin yitirildiği yerde başlıyoruz. Çocukluk kısa süren ama tadını unutamadığımız, yaşadığımız sürece hep özlemini duyduğumuz, içimizden atamadığımız bir duygu olarak benliğimizde var olmayı sürdürüyor. En mutlu zamanlarımız sorulsa, yoksulluk içinde yaşamış da olsak hemen hepimiz “Çocukluğumuz” diye yanıtlarız. Bir yetişkin olarak hayatın rayından çıktığımız anlarda çocuklaşıyoruz. Öykünün de ‘oyun’ ve ‘çocuklaşma’ ile kopmaz bir bağının olduğunu düşünüyorum. Bilindik gerçekliği ters yüz ederek görmemiz gereken gerçekliği görmemizi sağlıyor. Özellikle dijital çağ öncesi çocukluk. Çıplak ayaklarımızla toprağa bastığımız, sokaklarda saklambaç, birdirbir, çelik çomak, bilye oynadığımız, fırıldak (topaç) çevirdiğimiz, uçurtma uçurduğumuz; yazlık sinema bahçelerinde, Teksas-Tommiks tezgâhlarının başında geçen çocukluğumuz.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl