KIRILMA

KIRILMA

Yaşadığımız günlerde, felsefe araştırmalarında ortaya çıkan ve netliğini giderek artıran bir sorun var. Söz konusu olan felsefenin bir sorunu mu, yoksa felsefeye ilişkin bir sorun mu, diye bir soru ortaya atarak konuya girmek yerinde olacak. İkisinin aynı şey olduğu söylenebilir ilk ağızda. Oysa bu, kesinlikle doğru değil; en azından ben bunların tümüyle ayrı alanlara gönderme yaptığını düşünüyorum. Nedenleri üzerinde çok şey söylenebilecek bu düşünme tarzı, zaten okuduğunuz yazıda tartışılacak alana denk düşüyor. Yine de bir ilk söz olarak şu söylenebilir: Birey olarak insanın sorunları ve toplumun sorunları, psikolojinin ve toplumbilimin sorunlarıyla birebir örtüşmez. Böyle bir örtüşme – çözümler içerecek biçimde – gerçekleşseydi, bu iki disiplin şimdiye dek varlık nedenlerini çoktan yitirmiş olacaktı. Buna içeriden ve dışarıdan bakmak denebilir.

Söz ettiğim sorunu en kısa yoldan ortaya koymak istiyorum. Buna rağmen, onu doğuran en temel nedenlere birkaç cümleyle de olsa değinmek gerekiyor. Tarihsel süreçte kimi bilgi disiplinlerinin felsefeden kopma eğilimi gösterdiğini ve sonraları bunların bilim adını alarak genel bir çatı altında örgütlendiğini biliyoruz : fizik, biyoloji gibi doğa bilimleri, matematik, mantık gibi soyut bilimler, psikoloji gibi insan bilimleri ve daha başkaları… Bilimin bağımsız bir bilgi disiplini olarak varlık bulması ve özellikle Aydınlanmadan sonra giderek büyüyen başarı ivmesi, önce büyük bir saygınlık, sonra da bilgi edinme konusunda bir paradigma oluşturdu. Evrenin ve insanın o güne dek gizli kalmış birçok yönüne ışık tutan bu parlak zaferler, gündelik yaşamın kalitesini artıran teknolojiyi beslediği ölçüde saygınlık da alabildiğine kitleselleşti. İşte tarihin epeyce de hızlı geçilen bu dönemecinden bugüne, felsefe daha önce tek başına söz sahibi olduğu pek çok araştırma alanını bilime devretmek, en azından onunla paylaşmak durumunda kaldı. Bu durumun ürettiği ve günümüze dek gelen yaygın yorumlardan bazıları şöyle : felsefenin konu sıkıntısına düştüğü, artık bilimin henüz yasalaştırmadığı sorunlarla ilgilendiği, ürettiği bilginin kaçınılmaz olarak spekülatif bir karakter edindiği, eski güvenilirliği ve saygınlığı üzerinde büyük büyük gölgelerin ve soru işaretlerinin dolaştığı vb.

Böylesi yorumların yaygınlaşmasında, evreni tanıma konusunda bilimsel bilginin ve yöntemlerin yarattığı paradigma büyük ölçüde rol oynadı elbette. Şu da gerçek ki kitlesel bilinçte dolaşan bu düşüncenin iplerini, bilim çevrelerinde konuşlanan kimi eller tutuyordu. Ancak, tam bu noktada, bilim çevreleri biçiminde bir genellemenin son derece heterojen yapılı olduğunu vurgulamak da kaçınılmaz. Araştırmalarını özgün kuramlara dönüştüren yani kültür üreten bilimciler de belirli kurumlarda önceden belirlenmiş yöntemlerle araştırma yapan görevliler, yani akademik unvanlı bilim teknokratları ya da memurları da aynı başlıkta toplanıyor. Kastettiğim “eller” ise, hiç kuşkusuz, birinciler, yani insanlık kültürünün bütünsel yapısını bilince çıkarmış ve kendini özgün üretimlerle var eden “aydın”lar değil. Burada – herkesçe bilindiğini ileri süremesem de kısmen bilindiğine inandığım için – bir şeyi daha vurgulamak istemiyorum : Bilim, sanat ya da felsefe… Alanı ne olursa olsun, birincilerle ikincilerin birbirlerini daha ilk cümlede tanıladıkları iki ayrı düşünce dilinden sözedilebilir ve verili kitlesel bilinçte yaygınlaşma konusunda ikincisi her zaman daha şanslıdır. Bunun nedenlerine girmeyi ise gereksiz buluyorum.

Felsefenin yaşadığı sorunlara ilişkin, günümüze dek uzanan bu türden kanıların kabuğu altında şimdilerde bazı yeni görünümler, türevler açığa çıktı. Öncekiler gibi bunlar da bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu verilerden, dönemin genel kabul gören bilim kuramlarından kaynaklanıyor. Kuantum kuramı ya da daha özel bir yorumu içermesi anlamında kuantum mekaniğinden söz ediyorum. Atomun altındaki mikro evrene ilişkin araştırmalar sonucunda, Kopenhag Yorumu diye anılan yaklaşım benimsendi ve bu bilimsel düşüncede determinizmin sonu olarak açıklandı. Gelişmeler, evrensel gerçekliğin artık zorunlu ve bilinebilen yasalarla açıklanamayacağı anlamını taşıyordu. Yani olmuş, olan ya da olacak her şey rastlantısaldı; öyle de olabilirdi, böyle de, başka türlü de… Kabul gör-dürül-en bilim çevreleri, artık evrene ilişkin genel bir tasarımın var olmadığını, zihinlerde biçimlenen evren resminin öncesiz sonrasız kayıplara karıştığını kamuoyuna bildirdiler.

Bunun yansımaları da alabildiğine kapsamlı oldu. Bilimsel araştırmanın itibarlı çerçevesi altında yer bulan “yeni” bir dünya görüşü, buradan rahatça yankılanarak kendi politikasını, sanatını, hattâ felsefesini ve tüm bu bileşenlerin ortak zemininde toplumsal yaşam kültürünü yarattı. Böylelikle yaşamın tanımlanabilir, açıklanabilir ve öngörülebilir gerçekliği artık sözcüğün tam anlamıyla demode olmuştu. Binlerce yılın emeğiyle oluşan insani bilincin – daha güzel bir dünyaya dair umutlarla birlikte – kırıldığı işte bu noktada, kimi felsefî çevrelerde de baştan beri sözünü ettiğim sorun baş gösterdi. Artık elde evrene ilişkin bir tasarım, apaçık bir evren resmi olmadığına göre, epeyce bir zamandır bilimsel veriler üzerinden, bunlarla uyumlu genel ilkeleri felsefe terimleriyle ifade etme, bu zeminde anlatılar oluşturma işiyle uğraşan felsefeciler, şimdi ne yapacaktı? Buradaki “felsefe çevreleri” ve felsefeciler”in, az önceki “bilim çevreleri”ne yönelik imaları gözden kaçırmadan okunması gerektiğini anımsatmak zorundayım. Öyleyse, kastedileni netlikle ortaya koyabilmek için, söz konusu “çevreleri” bir elekten geçirirsek: “Yeni” dünya görüşünün – şu ya da bu nedenle bilinçli olarak – içinden konuşan postmodernist felsefecileri öncelikle dışta bırakmak gerekiyor. Sonra da doğal olarak, şimdiki zamanın bu egemen kültürüne karşıt bir kültür “üreten” felsefecileri kapsam dışına almalıyız. Artık geriye kalan ve felsefe araştırmalarına ilişkin bu soruna “samimiyetle” inanan çevreler üzerinde daha rahat konuşabiliriz.

En başa dönüyorum : Şimdi bu “sorun” felsefenin özgün bir sorunu mu, yoksa felsefeye ilişkin bir sorun mu? Daha da açımlanırsa : Felsefeyi, felsefenin özgün ürünleri olan metinleri, anlatıları üretenlerin,yani filozofların sorunu mu, yoksa felsefe üzerinde, felsefe kuramları, metinleri üzerinde sınırları önceden çizilmiş kurallarla çalışan kimi araştırmacıların sorunu mu? Söylemek istediğime daha yakın durabilmek için, bu ayrımı koymak zorundayım. Çünkü, felsefeyi üretenin de , özgün ürünler üzerinde salt araştırma ve belletme görevi yapanın da adı felsefecidir. Bu ayrımı olası bir bulanıklıktan tümüyle kurtarmak için şu da söylenmelidir : Filozofla felsefe üzerine görüş bildiren ya da belletenin ayrımı yalnızca ürünlerinde, metinlerinde belirir. Kurumsal bir etikete, örneğin bir kürsüye sahip olup olmamasında değil.

Felsefe yapmakla felsefecilik yapmak, felsefî metinler üretmekle felsefe üzerine metinler üretmek çok farklı şeyler olmakla birlikte, sıkça birbirine karıştırılır.

İkincisi için, bilimsel geleneğin sağladığı veriler ve yöntemlerin ussal kullanımı yeterlidir. Bunlar, konusu ve nesnesi ne olursa olsun herhangi bir üniversite kürsüsü ya da bilim kurumunda yürürlüğe konmuş bir yöntemsellik biçiminde içkindir. Araştırma kuralları ve prosedür önceden belirlenmiştir. Oysa özgün anlamıyla felsefece düşünmek, böyle bir kuramsal etkinlik, prosedürler bir yana, salt usun etkinliğini de aşan bir nitelik gösterir. O, bir us ve anlık etkinliğidir kuşkusuz, ancak öyle olduğu kadar, sezgi, duygu ve var olan tüm zihinsel yetilerin etkinliğidir. Bilimsel disiplinler, gerçekliğin farklı alanlarında araştırma yapar, veriler derleyerek yasalar ve varsayımlar ortaya koyar. Bilimin soruları verili usun sınırlarında tükenir. Felsefenin soruları ise tam bu noktada ortaya çıkar, gerçekliğin bütünü üzerinde, zihnin tüm yetileriyle ve belirlenmiş sınırların ötesinde dolaşır. Bilim, gerçekliğin belirli bir görünümüne ilişkin yasalar ortaya koyar ve bir kabulle birlikte işlevini noktalar. Oysa felsefe, yasanın özünde ne olduğu sorusunu ortaya atar; örneğin evrendeki tüm varlıkların zamana ve mekana bağlı, tekil ve zorunsuz olmasına karşın, en az onlar kadar gerçek olan yasaların zaman ve mekan ötesi, genel ve zorunlu kipliği üzerinde kafa yorar.

Buna benzer özelliklerin ayırdında olan, içeriden bakabildiği için felsefeyi sanatsal yaratıyla özdeş bir etkinlik ya da bilimle sanat arasındaki sınırda yer alan bir disiplin olarak tanımlayan filozoflar var. Kanımca bunlar da doğruyu tam dile getirmiyor. Felsefenin bilimde, sanatta ve akla gelen tüm insan etkinliklerinde kullanılan zihinsel yetilerin hepsine birden işlerlik kazandırdığını düşünüyorum. Felsefece düşünmenin, felsefe yapmanın zorunlu kıldığı bir durum bu. Şimdi tam burada durarak, bilimde günün ağır basan eğilimleri yüzünden yitirdiği evren resmine hayıflanan, konu sıkıntısı çeken ve bunu kaleme aldığı metinlerinde felsefenin bir sorunu olarak saptayan “çevrelere” bir kez daha bakalım. Betimleyecek resim arayan ve bunu egemen bilim çevrelerinden bekleyen felsefecilerin varlığı en azından iki yöntem hatasına işaret eder: İlk olarak, felsefece kullanılan bir yöntem olmakla birlikte, kültür tarihinde salt betimleme yapan özgün bir felsefî anlatı yoktur. Onda açıklama, çıkarsama, çözümleme, bireşim ve ele alınan özgül sorunun gerektirdiği tüm yöntemler aynı ölçüde işlerlik kazanır. İkincisi de üretilmiş felsefe üzerinde yalnızca “çalışan” araştırmacıların dile getireceği sorunlar, özgün metinlerde içerilenle sınırlı kalmalıdır. Türsel yöntemlerin ve zorunlu zihinsel yetilerin devrede olmadığı bir konumda felsefenin sorunlarından söz etmek, anlatının niteliği ve ciddiyeti konusunda bilinçli okurda güçlü kuşkular uyandırabilir.

Buraya kadar söz ettiğim ve felsefeye mal edilen sorun, gerçek sorunları – daha doğrusu sorunsalları – gölgede bıraktığı ölçüde felsefî yaratıya güçlükler çıkarmıyor da denemez aslında. Ancak bu, özgül yaratıların doğrudan kendisiyle, iç dinamiğiyle değil, dolaşımı ve kamuya iletimiyle ilgili bir sorun özelliği gösteriyor. Peki böyle olduğu için önemsiz mi? Yanıt, kuşkusuz hayır olmalı. Tarihte salt kendisi için düşünen ve yazan filozofların varlığına karşın, felsefî yaratıların insanlık kültürünün dokusunda saygın bir yeri vardır ve kitleye ulaşmaları gerekir. Demek ki özgün bir yapıtı diğerlerinden ayırt edecek deneyimin ve bilincin de yerine ulaşması gerekiyor. Bu yetkinlikteki okurların varlığı, geleceğin felsefe yazarlarına yönelik bir umudu da barındırır kuşkusuz.

Son söz : Kişinin neyi okumak istediği önemlidir. Örneğin bu bilimsel bir yapıtsa, sorulara olabildiğince açık yanıtlar veren ürünler tercih edilecektir doğal olarak. Ama okunmak istenen – içeriden ve dolaysız yoldan – felsefeyse, kesin ve rahatlatıcı yanıtların bolluğu kuşkuyla karşılanmalıdır. O, yanıtların tükendiği noktada, yani verili usun sınırlarında başlar.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl