Ana Sayfa Litera Allahsız Tiyatro (Öykü)

Allahsız Tiyatro (Öykü)

Allahsız Tiyatro (Öykü)

Genç Bir Adamdım

Tren Uğurlardım

Cahit Zarifoğlu

 

 

O gün akşamüstü, iki katlı evinin birinci katında kendine kahve yapıyordu. Suyu kaynatmış, iki kaşık kahvesini bardağına dökmüş, iki şeker atmış, sütü eklemiş, kaynamış suyu bardağına döküyordu ki şırıl şırıl su sesi onu o eski evlerine götürdü. O eski evleri ki hem huzur hem huzursuzluk oradaydı. Annesine “Karlı Kayın Ormanı’nı bilir misin?” diye sormuştu, annesi ona “Bilmez miyim, konfeksiyonda bir zamanlar hep o çalardı.” diye cevap vermişti. Daha sonra bunu babasına sorduğunda, babası, “Evet, Nâzım Hikmet’in bir şiiridir.” demişti. Kahvesini alıp odasına çıktı. Yarın mı geleceklerdi? Aslında gelecek olmaları hoşuna gitmiyor değildi, fakat yine de az da olsa bir utangaçlık duygusu içerisindeydi. Kameraman elinde kocaman bir makineyle onu çekecek, birisi ona sorular soracak… Egoyu tatmin edici bir şey. Evet ama yine de çok utangaçtı o. Bir sigara yakıp, kahvesinden bir yudum alırken, annesinin “Çok da kitap okuma.” sözleri aklına geldi. Annesi bunu çok sıcak bir yaz günü, tatile çıkmadan önce kapıda “Yatarken pencereleri kapatmayı unutma.” dedikten sonra söylemişti. Bu, annesini son görüşüydü. Annesi o tatilden babasıyla birlikte ölü olarak bir cenaze arabasında geri dönmüştü evlerine.

Bazen arka arkaya sigara yakıp, çok kitap okurken aklına gelirdi bu. “Bu”, içinde her çeşit duyguyu barındıran bir hediyeydi. Birçok şey bu sayede, gayet özet bir biçimde ifade edilebiliyordu. “Bu”ydu işte. Geceyi özellikle hiçbir ses çıkmıyorsa çok seviyordu. Ama genelde, cadde üstünde bulunan evleri dolayısıyla bu sessizlik pek mümkün olmuyordu. Yine de bu gece çocuklar evlerinin dibindeki parka çıkmamıştı, seyrek de olsa arabalar geçiyordu, ama yine de sessizdi ortalık. Aslında sessizliği hem seviyor hem sevmiyordu. Dışarıdan ufacık bir ses gelse, bunu kafasında büyük bir tehdide dönüştürecek fikirler peşi sıra onu dürtüyordu. Ses olmadığında ise daha iyiydi ama yine de sıkılıyordu. O bir yengeç burcu kızı gibi hiçbir şeyden memnun olmuyordu. Yarın gelecekler, ona soru soracaklardı. On yıl önce böyle bir şeyi yalnızca hayal edebilirdi. Yarın hayali gerçek olacaktı işte, ama yine de tam anlamıyla sevinemiyordu buna. Her zaman sanki çok kötü bir şey olabilecekmiş gibi hissederdi. Çok güzel bir günde, bir kafede oturup kahve içerken, güzel bir muhabbetin ortasındayken, sanki birisi gizlice onun resmini çekip, onu rezil edecekmiş gibi gelirdi ona. Birisiyle o sırada göz göze gelse, “Acaba benim resmimi çekmiş midir?” diye gününü kendine zehir ederdi. Aslında bütün bu kaygıları, hayatı boyunca diken üstünde durmaktan ve birçok travma yaşamış olmasından kaynaklanıyordu. Duygularını ne kadar kontrol etmeye çalışsa da bir yaranın kabuk bağlaması gibi duyguları beyninde kanayıp, ona kaygı veriyordu. Kendini deşip, iç dünyasına inip, travmalarıyla yüzleşiyordu, onlarla konuşuyordu, birer birer hepsini inceliyor, üzerine yorum yapıyordu ama yine de üzerine hücum eden o kaygılardan kurtulamıyordu. Böyle yaşamaya alışmıştı artık. Üzerinde çalıştığı bir tiyatro metni vardı. Çeviri bir metindi bu. Yaklaşık bir haftadır o eski Almanca kelimelerin kökeni üzerinde araştırma yapıyordu. Bir cümlede geçen iki kelimeydi bunlar. Türkçeye düz bir şekilde aktarılabilirlerdi, ama yine de metnin bütününe bakıldığı zaman bu iki kelime eğreti duruyordu. Almanca orijinalinden eş anlamlarına bakacak, oradan kelimelerin kökenine inecek, daha sonra ise bunu Türkçede en iyi şekilde nasıl ifade edebileceği üzerine düşünüp, o bir cümleyi tamamlayacaktı.

Odasına gelip, oturmadan kahvesinden bir yudum alırken, açık olan bilgisayarının klavyesi üzerinde bir tuşun arasına girmiş olan küçük bir tütün tanesi bütün modunu düşürdü. Yeni aldığım bilgisayarın şu haline bak. dedi kendi kendine. O kadar dikkat etmeme rağmen nasıl da her şeyi mahvetmeyi beceriyorum. Zaten yukarıya çıkarken de yere yine kahve döktüm. Mutfağın üstü örümcek ağları ve tozlarla dolu. Of çok sıkılıyorum bütün bunlardan! Öyle bir ruh hâli içerisindeydi ki, dışarıdan geçen bir araba sesi, kafasına bir makineli tüfekten boşalan mermi sesleri gibi geliyordu. Sanki biri birazdan çıkıp ona çok kötü bir haber verecekmiş gibi hissediyordu. Sanki dünyadaki bütün suçların, bütün utançların kaynağı kendisiymiş gibi hissediyordu. Bir sigara daha yaktı, artık buz gibi olmuş kahvesinden bir yudum aldı. Sırılsıklam, yapış yapış olmuştu. Alnından terler boşalıyordu. Bilgisayarını kapatıp yatağına uzanmayı düşündü, üşendi. Oturup başka şeyler düşünmeyi düşündü, üşendi. Hiçbir şey yapmamak ama aynı zamanda birçok şey yapmak istiyordu. Yarın geleceklerdi. Çeviriyi bitirmesi, kitap okuması lazımdı. İstediği filmleri, belgeselleri izlemesi lazımdı. Birçok şey yapmak isteyip hiçbir şey yapamayan bir adam gibi bir sigara daha yaktı. Aklı kontrolden çıkmıştı. Mantıklı düşünemiyordu. On yıl önce sokaktan geçerken gördüğü bir kızla, iki gün önce bankanın önünde gördüğü adam sevişiyordu. Sabah yemek verdiği kediyi biri boğazlıyordu. Kitapları yanıyor, bütün sevdikleri acı bir şekilde ölüyordu. Hepsi çok mutsuzdu. Beş yaşındaki küçük kuzeni tırnaklarını yiyordu, o bile çok mutsuzdu. Neden herkes bu kadar mutsuz, neden her şey bu kadar karanlıktı! Her şey bitmişti artık. Masasının üstüne bakıyordu. Bu bir pencere, diyordu çakmağa bakarken, hayır hayır bu bir çakmak diyordu. Pencereler kapalı, evet perde kapalı. Arkasını dönüp bir daha baktı, evet pencere kapalı, perde kapalı. Bir iki üç, evet perde kapalı. Bir iki üç, yerde bir şey yok. Sigaram kül tabağında. Küller yere düşmüş olabilir ama yanmaz ki, küçücük bir külden yangın çıkmaz. Hayır çıkmaz. İşte ayağımla basıyorum, söndürdüm. Zaten yanmıyordu ki, olsun söndürdüm. Sigaram küllüğün içinde, oradan yuvarlanıp bilgisayarın altına düşmüş olamaz. Böyle olmadığı için de bilgisayarım yanmaz. Hem değse ne olur ki, biraz yanar o kadar. Yanmaz bile, hemen görür, söndürürüm. Görmesem bile bir şey olmaz ki, yansın ne olacak. Yine de kullanabilirim bilgisayarımı. Çok az bir kısmı, biraz yandı diye bozulacak değil ya! Bütün bunlar kafasından geçiyordu. Bunları cümleye döküyordu. Düşünüyordu. İçinde bir his vardı, bu his bütün bu düşünceleri meydana getiriyor ve onu bu düşünceleri cümleye dökmesi için zorluyordu.

Bütün bunları düşünmek bile yorucuyken, bir de bunları cümleye dökmesi için itiliyordu. Yalnızca kendisi vardı. Cümleleri kurmasa, sanki birisi ona “Ha, ne var, ne dedin, anlamadım!” mı diyecekti? Beyni ellerinden bir et parçası olarak kayıyordu sanki. Kanlı ve damarlı bir et parçası gibi. Beyni yerinden çıkmış, çalıştığı tiyatro metninin üzerinde lop bir et olarak duruyordu. Paramparça ve kanlıydı. Sanki kâğıdı buruştursa beyni içinde kalacaktı. Fırlatıp atsaydı kâğıdı. Beynini alıp yerine geri koysaydı. Kendisi bir tiyatro metni yazsaydı. “Allahsız Tiyatro”. Baş rolü kendisi olsa. Aynı zamanda viski içen gizli bir öznenin kendisini yazsa. İki kişilik dev kadro. Kendi ve kendi. Her şey Kendisine karşı. Dünyaya karşı iki kişi. “Allahsız tiyatro, itinayla izleyiniz”. Çeviri metnini boş verdi. Çevirmeyecekti. Yarın gelecek olanlar gelmesindi. Kendisi? Keşke hiç olmasaydı. Kendi kendine şöyle dedi: Bırak beni kendi hâlime. Elveda.

 

Resim: Temur Köran

 

 

_____

 

 

NOT

ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

 

.

.

.

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl