Ana Sayfa Litera AMAR İLE MİHRA (ÖYKÜ)

AMAR İLE MİHRA (ÖYKÜ)

AMAR İLE MİHRA (ÖYKÜ)

Bir sonbahar gecesi elinde dua kitabı tek başına yağacak olan yağmurun sesini duymak için verdiği gayenin içinde, aylardır bitmeyen avlunun yan tarafında yapılan tadilattan gelen alıştığı gürültü sonrası sessizliği yadırgıyor. Uzaktan gelen köpek havlama sesleri dışında kuşların yuvalarına çekildiği, araba egzozlarının havayı kirletmediği, yoldan geçen insanların geçerken tükürmediği sokaklar, insanlar yataklarında mışıl mışıl uyurken koca bir sessizliğe bırakmıştı kendini. Koca avluların içinde yemek pişen tencerelerin sesi arasında yükselen kadın sesleri, günü bitirme telaşı sonrası, bulaşıcı bir karamsarlık gelip koynuna sokuluyor Amar’ın. Mihra geliyor aklına ‘gün bittiğinde oturup güneşe ağlarmış eskiler, ömürlerinden bir gün eksildi diye yolcu ederlermiş batan güneşi…’ derdi Mihra.

‘Ne varsa eskilerde vardı işte!’

‘O eskiler bilmez tabii çağ hastalığını, ömrü azaltanın sadece günün bitimi olmadığını bilmezler, o güneş batana kadar kaç ömür eksilir ömrümüzden bilmezler’ derdi o da. Uzun bir yolun sonunda varmak, varıp da dinlenmek istediği yerdi Mihra; gülüşünde güneşi saklardı, güz gelip de kapıya dayandığı an, üst üste istiflenip birikmiş tüm acılar tozanlarına ayrılıp dağılırdı, güneşi doğururdu gülüşü/kelimeleri kifayetsiz kalırdı toprak kokan ellerinin…

Yası içinde saklı avluların, karanlık duvarların dışına sarkmış zakkum çiçekleri vardı, bu isli duvarların içinde baktığı uzak bir gökyüzüydü, yıldızları bir armağan, yüzü yaldızlı…

Hepimizin eksik kalan bir yanı, yarım kalan bir hikâyesi vardı ve Mihra ile güzel başlayan o güzel hikâye acı bir hikâyeye dönüşüvermişti.

Kıyıları mesken tutmuş başı buğulu camda olan bedeninin kanlıydı yüzü, bir sevdanın kanı bulaşmıştı, kırık camdan sızıyordu hatıralar, yeniden dirilmenin sirayetiyle çoğalıyor daha da çoğalıyorlardı.

Suçlu aramak insanın doğasında vardı ve çoğu zaman katilin kim olduğu bulunduğunda vicdanen rahata ererdi insan, töhmet altında kalmamanın verdiği rahatlık yayılırdı tüm bedenine, kendi işlediği cinayetlerin, günahlarının üstü örtülürdü böylelikle. Camda kanlı yüzünün gölgesi, bir baykuşun sesiyle kapandı perdeleri anıların. Dirilmişken Mihra içinde, her tarafında batıklar oluşuyordu Amar’ın, diriliş öncesi acının muhtemel olduğunu, Mesih’in diriliş öncesi çektiği acıları unutmuş gibi bir ürperti sararken tüm bedenini tir tir titrediğini, nereden geldiğini bilmediği bir ıslaklık hissetmişti zayıf kalmış tüm bedeninde. Hafif çiseleyen bir yağmurun verdiği bir ıslaklıktı bu daha sonra şiddetlenen. Kafasında oluşan hezeyanla birlikte gözlerini açtığında başının üstünde çenesinde dövmesi, eşarbından dışarı fırlamış saçlarından, yeni sürdüğü hint kınası tenine bulaşmış Azrail gibi tepesine abanmış yaşlı ninenin yüzü belirmişti. Arapçayla yüzünde anlayamadığı bir sevinç ‘Sınırı geçtin, sınırı geçtin!’ diye tekrar ediyordu. Duyduğu bu cümleler çocukluğundan kalma güzün rüzgârıyla savrulmuşluğun hışırtısını andırıyordu bir yaprağın. Sınırı geçmek çok şey barındırıyordu içinde bir mülteci çocuk için. Soğuk korkulara rağmen, sıcak rüzgârlardan, gökyüzünde ölüm saçan kuşların, savaş sıcağının ortasında, kendi topraklarından kaçıp sınırın ötesinde beliriveren ılık esen umudun rüzgârıydı sınırı geçmek…

Amar için sınırı geçmek cümlesi çocukluğundan kalma yarası olmuştu. Bu Azrail yüzlü yaşlı kadın nereden çıkmıştı? Gözlerini açmak için kendini zorlasa da koca bir ağırlık vardı göz kapaklarının üstünde. Çok derinden gelen bazı sesler duyuyordu, anlayamadığı cevaplar veriyordu o seslere…

Kafasının dehlizlerinden hızla akarken deli sorular, üstüne ciseleyen yağmurun tam ortasında, ardında bıraktığı kapıları aşınmış evlere ne geri dönebiliyor ne de yeni bir yola adım atabiliyordu. Üstünde eski püskü bir battaniye, gözünün önünde Mihra’nın yüzü beliriveriyor önce, sonra dün gece yaşadıkları…

Savaşın çocuğuydu Amar, kanlı bir savaştan kaçarken kendini başka bir savaşın tam ortasında bulmuştu bir umutla geldiği ait olmadığı topraklara. Her mülteci çocuk gibi bir kimliğe bürünmemiş Suriyeli çocuk olarak anılmıştı yıllarca. O ötekiydi, nereye giderse gitsin hep öteki olarak kalacaktı…

Gözü dönmüş bir şekilde annesinin çeyiz sandığından çıkardığı baba yadigarı olan, onda kötü bir travmaya dönüşen, kötü anıları hatırlatan bu revolver tabancayı yıllarca saklamıştı annesi bu sandığın içinde. Bu toy oğlanın elinde eğreti durmuştu durmasına bu tabanca ama bıçak kemiğe dayanmış sabahı bulduğu o gecenin sonunda karar vermişti Mihra’sını kaçırmaya. Bu ahvali sevdiğiyle paylaşınca korka korka ‘Tamam’ demişti o da başına geleceklerden habersiz…

Issız bir hayaldi kimsenin uğramadığı sokakların sesi, ıssızdı uğrak durakların rüzgârı…

Bu dünya iki çeşit insana ayrılmıştı. Bahtlılar ve doğuştan bahtsız olanlar. Doğuştan bahtsız olanlardandı Amar. Mihra yüzüne güldüğünde dünyanın en bahtlı insanı sanırdı kendini ya bilmeden kurduğunu uzak ülkenin hayalini.

Gece boyunca uyuyamamıştı, ikide bir gözü duvarda tik tak sesleriyle onunla dalga geçen saate bakıp duruyordu öylece. İşte o gün başlamıştı sigaraya, o uzun gece peydahlamıştı sigara alışkanlığını soğuk duvarların sızısını. Planı hazırdı, fecir vakti köyün meydanındaki o kadim zeytin ağacının orada buluşacaklardı ve daha sonra Mihra’sını alıp memleketine götürecek bu hasret sona erecekti. Planını günler öncesinden yapmış, hazırlıklarını tamamlamıştı. O artık Suriyeli çocuk olmaktan çıkacak sadece Amar olacaktı. Başını her yastığa koyduğu gecelerde, hayali o kadar güzeldi ki tereyağından kıl çeker gibi düşlemişti olacakları ama gerçekler bu kadar kolay değildi. Gün aymadan konuştukları gibi buluşmuşlardı, uzun bekleyişler sonrası ellerinden tutmuştu Mihra’sını, tuttuğu gibi de bırakmıştı, ellerinde Mihra’sının kanı…

Çocukluğundan kalan travmaların sonucuydu uyanan bu korkular. Tam kaçacakları sırada durumu fark eden ailesi peşinden gelmişti Mihra’nın tam da gelmişken yolun yarısına, yolun yarısı dediysek zeytin ağacının oradaydılar hâlâ bir adım bile atmadan, korkularına yenik düşmüştü Amar ‘Git’ demişti ‘Git seni de beni de öldürürler, bu iş olmaz!’ demişti. O yağmurlu gece sabaha uyanmadan çaresizlik aymıştı Mihra’ya cenneti olmayan bir dünyanın cehennemi perdelerini aralamıştı narin kalbine. Her ne kadar elini bırakmak istemese de Mihra sevdiğinin elini ne olduğunu anlamadan koca bir evrende yapayalnız kalmıştı. Kapılar yüzüne öyle sert kapanmıştı ki, defne kokuları yayılırken zeytin dallarına, rüzgâr savurmuştu yapraklarını gülüşünün…

Bir gün bir öğrencisi hahama gitmiş ve, “Eskiden Tanrı’nın yüzünü gören insanlar varmış. Neden artık görmüyorlar?” diye sormuş. Haham da, “Çünkü bugün artık kimse o kadar eğilemiyor,” diye yanıt vermiş. Irmaktan su çıkarabilmek için biraz eğilmek gerekiyor.

Savaşmak cesurların işiydi, korkup kaçmak da zayıfların! Eğilmekten korkmuştu Amar, düşünmeden olacakları, belki de çok düşündüğünden…

Günlerce acı çekti Mihra, o günden sonra yüzü gülmedi, sevdiğinin ihanetine mi yansaydı, sevip, inandığına mı, ailesinin ona zulmetmesine mi? En büyük zulüm sevdiği tarafından yapılmıştı ya ona…

Cesurdu Mihra, sevdiği için tüm dünyayı karşısına almayı göze alacak kadar cesurdu ama narin kalbi dayanamadı bu acılara, gece yarıları terli terli uyanmaları biter diye kabusu bıraktı kendini denizin sularına…

Bazen bazı kanlar yerde, ölen öldüğüyle kalırdı. En çok sevenler ölürdü ya her gün türlü türlü, en çok cesurlar ölürdü…

Öyle de oldu bazı acılar çekildiğiyle, ölen öldüğüyle kaldı. Sınırı geçmişti Amar büyük bir günahı boynuna dolayarak geçmişti sınırlarını yaşamın, bir yaşam eksilttiğinden habersiz yeni bir yaşama adım atmıştı. Sınırı geçtiği o köyde bir manastıra sığınmıştı. Yaptığının doğru olduğuna inandırmıştı kendini, vicdanının sesini her duyduğunda gece gündüz dua etti, uzun dualar sonrası tanrı affetti Amar’ı, belki de Amar öyle sandı herkes gibi o da Tanrı’yı yanlış anlamıştı…

Kaç dua bağışlatırdı çektiği uykusuz geceleri, kalbinden akan yaşları, terk edilmişliği, sevgisiz bırakılmayı, yaşadığı zulmü kaç dua bağışlatırdı? Kendi cenneti için başkasını cehenneme terk edenleri bağışlamadı Mihra. Amarı da, onu affeden Tanrıyı’da bağışlamadı.

Alnından damla damla ter akarken çukurlaşmış zeytin gözleri büzüşmüş ağzında bir yıldız gibi parlayan altın dişi, çenesinde dövmesi, yağmurlar arasından zebani görünümlü o yaşlı nine belirivermişti yeniden. Bu sefer kına yoktu saçlarında, yağmurla akıp gitmişti belki de. Çok derinden gelen sesler işitiyordu, göğün gürültüsü bölmüştü düşünü yağmurun. Aylardır aynı kabusu görmesin diye uyumamak için direndiği sıradan bir gecesiydi unutmanın…

 

Desen: Bora Başkan

_____

 

NOT
ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

.
.
.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl